Suriye Meselesine Dışardan Bakarak İçeriyi Görebilmek
I. Genel Bakış
Müslümanların “iç ve dış algıları” modern devletlerle altüst edildi. İçerdeki insanlar, Osmanlı sonrasında dışarda bırakıldı ve merkezdeki Müslümanlar, geriye kalanlardan başka bir iç düşünemeyecek kadar güdük bir hayatı yaşamaya zorlandılar. Eğer içerdekilerin kendi iç dinamikleriyle bir hayatı yaşama imkânları bulunmuş olsa idi, bu dahi bir şeyleri telafi edebilirdi. Oysa ümmetin arasına keskin sınırlar çizenler, ötede beride kalmışların, kendi sınırları dâhilinde, kendi hayatlarını yaşamalarına da izin vermiyorlardı, vermeleri de beklenemezdi.
Osmanlı’yı I. Cihan Harbi’yle yıkmak, bu devletin himayesindeki Müslümanları parçalama projelerinin tek çözümü olarak görüldü. Bunun başarılması, bugün Suriye, Irak, Lübnan, Kudüs, Mısır, Balkanlar örneğinde görüleceği üzere geniş bir zamana yayılacak büyük bir fitnenin de icra edilmesini mümkün kılıyordu. Modern ulus devletlerin aracılığıyla kendimizden olana yabancılaştırılarak ve işin garip tarafı yine kendi kendine bırakılmayıp klasik nizamın dışarda bıraktığının (darülharp) taklidine mücbir olunarak millete suni bir iç inşa etme (ulus) operasyonu yapıldı.
Bu yazı, Suriye’de iki senedir devam eden savaşın, Türkiye’deki Müslümanların veçhesinden nasıl okunabileceği ve meseleye nereden yaklaşılması gerektiği üzerindedir. Halkı Müslüman olan ve muhacir almakta olan diğer ülkeler için de benzer bakış açılarının yoğunlaştırılmasının önemli olduğu kanaatindeyiz.
Milliyetçi sol parti Baas ve onun politikaları, uzantıları, Arap Baharı denilen şeyin niçini ve nasılı üzerinde durulmayıp bu yazıda daha çok savaş sebebiyle Türkiye’ye gelmiş Suriyelilerin bizim için nasıl bir imtihanı içerdiği; hicret, muhacir ve ensar kavramları merkezinde ele alınacaktır. Bu kavramların çevresinde düşünerek önümüzdeki sıcak meseleye odaklanmamız, iki senedir devam eden kısır bekleyişten bizi belki uzaklaştırır ve yeni imkânlara gebe olacak farklı bir yolu bulmak adına bir şeylere tekrardan bağlayabilir.
II. Muhacir
“Sözlükte terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek anlamlarına gelen hecr (hicrân) masdarından isim olan hicret kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisânen veya kalben ayrılıp uzaklaşması demektir; ancak kelime daha çok bir yerin terk edilerek başka bir yere göç edilmesi anlamında kullanılır. Terim olarak genelde gayri müslim ülkeden (darülharp) İslâm ülkesine göç etmeyi, özelde ise Hz. Peygamber’in ve Mekkeli Müslümanların Medine’ye göçünü ifade eder. Medine’ye göç eden Müslümanlara muhâcir, Resûl-i Ekrem’e ve muhacirlere yardım eden Medineli Müslümanlara da ensâr unvanı verilmiştir.”
Tarihte hemen birçok peygamberin yaşadığı hicret hadisesi, Hz. Muhammet ve sahabeler ile daha belirgin bir anlam kazanmıştır. Bunda İslam inkılabının başarıyla sonuçlanması ve sonrasında Müslümanların hicreti kendisine bir milat yani varlık çizgisi kılmasındaki pay büyüktür. Hadise, sadece bir yerden bir yere, mekân değiştirme boyutuyla kalmamış, kısa zamanda hicret edilen yerin ismini dahi değiştirecek seviyede bir tesire dönüşmüştür. Hicret, İslam’ın tebliği ve siyaseti açısından bir dönüm noktası oluşturarak dünya tarihinin seyrine de esaslı bir müdahalede bulunmuştur.
Hz. İbrahim’in Nemrut ve kavmi karşısındaki hicreti, Hz. Musa’nın İsrailoğulları’yla Mısır’dan hicreti, Antakya civarındaki Hz. İsa’nın elçilerinin hicreti, Hz. Lût, Hz. Şuayb gibi peygamberlerin hicretleri hepsi de farklı yönleriyle incelenebilirler, ancak bu hicretlerdeki esas unsurun Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahlardan terk olduğu göz ardı edilmemelidir. Daha öz bir ifadeyle maksat Allah’ın rızasına (rızaullah) hicrettir.
Hicret, basit bir anlayışla kaçış yahut firar olarak tanımlanamaz. Muhacirler, Medine’yi yahut Habeşistan’ı yurt edinip arkalarına hiç bakmayan insanlar olmamışlar, aksine Mekke ve bütün arz üzerine bir hesabı sürekli zihinlerinde canlı tutmuşlardır. Medine’deki muhacirin Mekke ile kurduğu rabıta hiç kopmamış; hicret, muhacirin dünyasında hiçbir zaman firarın kayıtsızlığıyla karşılanabilecek bir şeye dönüşmemiştir. Öyle ki Kur’ân-ı Kerim, müminlerin yurtlarına zaferle dönüşlerinin müjdesini mealen şöyle vermektedir:
“O küfredenler, peygamberlerine (şöyle) dediler: “Elbette ve elbette sizi yurdumuzdan çıkaracağız, yahud mutlak ve mutlak dînimize döneceksiniz.” Bunun üzerine Rableri kendilerine (o peygamberlere): “O zâlimleri muhakkak helâk edeceğiz” diye vahyetti. “Ve onlardan sonra sizi behemehâl, o yurda yerleştireceğiz. İşte bu (mükâfatım), benim makamımdan korkanlara, benim tehdidimden korkanlara hastır.” (İbrahim: 13-14)
III.
“Ensar kelimesi, “yardım etmek” anlamındaki nasır kökünden türeyen nasîr veya nâsır sıfatının çoğulu olup ism-i mensubu ensârîdir. İslam literatüründe ensar, Hz. Peygamber’i ve muhacirleri yurtlarında barındırmak ve korumak suretiyle onlara büyük yardımda bulunan Evs ve Hazrec kabilelerine mensup Yesribli Müslümanlar için kullanılmıştır.”
Ensar, sahip olunan her şeyi, muhacirle paylaşılabileceğinin ahlakını fedakârca ortaya koymuş müstesna bir nesildir. Muhacir, hicret etmekle nasıl yeniden doğmuş, tazelenmişse ensar da muhacire kucak açıp ona her şartta hizmet etmekle aynı şekilde doğacağının, canlı bir ruha kavuşacağının şuurunda olmuş, bunu tavrıyla, ameliyle göstermiştir. Birbirini tamamlayacak bu iki parçayı Peygamber muâhât ile kardeş kılmıştır.
“Arapça uhuvve kökünden türeyen muâhât sözlükte biriyle kardeş olmak, birini kardeş edinmek anlamına gelir. Hicretten yaklaşık beş ay sonra Mescid-i Nebevî’nin inşaat günlerinde Hz. Peygamber, muhacirlerle ensardan kırk beş kişiyi Enes b. Mâlik’in evine çağırdı ve İslam dininde hilf yoktur, din kardeşliği vardır diyerek bunların arasında ikişer ikişer kardeşlik akdetti; diyet ve fidye meseleleri dâhil olmak üzere karşılıklı sorumluluk ve yükümlülüklerini açıkladı.”
Birbirine düşman iki kabile olan Evs ve Hazrec’i öncesinde kardeş kılan Nebi, sonrasında muhaciri ensarla kardeş kılarak dinin nasıl yaşanabileceğinin vasatını göstermiştir. Barış (İslâm), evvela kendinden olanla gerçekleştirilmemiş olsaydı, Peygamber ve arkadaşlarının, sonrasında dışarıyla (küffar) kuracağı her türlü hukuki ilişkiyi zayıf temeller üzerinde bırakacaktı. Peygamber, burada ensar ve muhacir arasında uhuvveti kemaliyle tesis ederek hariçten gelebilecek her türlü sadmeye karşı metin bir yapı oluşturuyor. O yapı, gerek hazarda gerek seferde Peygamber’i hiç utandırmıyor.
IV. Sonuç
Bugün gelmiş olduğumuz noktaya bakarsak Suriye’deki savaş sebebiyle Türkiye’de üç yüz bine yaklaşan Suriyeli muhacir bulunmaktadır. Tarihte bu topraklar muhacir saklamakla meşhurdur. 1800’lerden bugüne Anadolu’ya; Kafkaslardan, Balkanlardan, milyonla göç yaşanmıştır. Türkiye’ye 1923-1933 yılları arasında mübadeleyle binlerce Müslüman yerleştirilmiştir. Yine çevre ülkelerdeki zorba yönetimler sebebiyle Cumhuriyet tarihi içinde Türkiye’ye birçok hicret vuku bulmuştur.
Devlet, kendi politik çıkarları, antlaşmaları doğrultusunda (1988’deki Halepçe katliamı sonrası gelen binlerce kişiye kamplarda yaşatılan sefalet hatırlanabilir) farklı tavırlar da sergilemiştir. İşte burada, meseleye Müslümanların dahli, teveccühü nazarıyla bakılması icap etmektedir, çünkü devletlerin nasıl bir reaksiyon göstereceği her zaman kestirilememektedir. Yine 1982’deki Hama katliamından kaçıp Türkiye’ye sığınan muhacirlerin, zalimlere iade edilmesi (Dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’dir) meselenin sadece devlete bırakılamayacak kadar hassas olduğunun ispatıdır.
Burada Müslümanlar, kardeşlerine BM’nin mülteci hukuku üzerinden muamelede bulunup içerisinde yaşadıkları devletin politik çıkarlarına tabi mi olacaklar, yoksa hicretin var ediciliğini, bir imtihan şuuruyla muhacirlerin vücudunda yeniden keşfederek ensar olmanın şerefine mi erişecekler. Bu, Müslümanlar için bir rüştünü ispat olayıdır. Eğer bu rüştü ispatlama yolunda adımlar atılmaz ve kardeşlerin; sadece yeme içme, barınma gibi ihtiyaçlarının muvakkat teminiyle uğraşılırsa Almanya’dan Türkiye’ye gelen bazı zevatın, Suriye’den Türkiye’ye hicret etmiş muhacir üniversite hocalarını, âlimleri toplayarak ne yapmak istedikleri de pek anlaşılamaz.
Sonuç olarak bugün Suriye’den Türkiye’ye hicret etmiş ve burada ikamet etmek isteyen Suriyeli muhacirlerin her türlü talebi Türkiye'deki ensar tarafından giderilmelidir. Bir Suriyeli için İstanbul, Trabzon ve Diyarbakır; Halep, Şam ve Dera’dan farklı görülemeyecek kadar yaşanabilir bir hâle getirilmelidir. Çocuklar burada Türk öğrencilerle beraber okutulmalı, insanlara her türlü iş imkânı sunulmalı, üniversite hocaları ve âlimler bürokratik engellerle usandırılmayıp ilim mahfillerinde yerlerini almalılar. Ümmetin bu imtihanda muvaffak olması yani ensar ve muhacir arasındaki uhuvveti kemaliyle tesis etmesi, yarın hariçten buraya gelebilecek her türlü sadmeye metin bir yapıyla şimdiden karşı konulabileceği anlamına gelir. Bu yola, ancak müminlerin ensar gibi gösterecekleri fedakârlıkla, beldelerini darülhicreye dönüştürmeleriyle girilebilir.
Umarız, uzun zamandır birbirine yabancı kalmış aziz İslâm ümmetinin parçaları, ortaya koyacakları sağlam irade ve feragatle Kur’ân’daki müjdeye mazhar olur, şer gördüğümüz şey başka cihetten bir hayra, rahmete dönüşüverir.
“(İslâm’da) birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar (yok mu?) Allah onlardan râzı olmuştur. Onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. (Allah) bunlar için –kendileri içinde ebedi kalmak üzere- altlarından ırmaklar akar cennetler hazırladı. İşte bu en büyük bahtiyarlıktır.” (Tevbe: 100)