A.101’de İpe Dizilmiş Alıç da Satılır mı?
Hisar Camii önünde,
Küçük bir alıç ağacı varmış,
Ben bunu yeni fark ettim.
Üstünde meyvesi de varmış.
Mustafa Özbilge
Taraklı’da, Yörük çocukların, boyunlarına doladıkları ipe dizili alıçlarla okula gelmeleri, beldenin varlıklı çocuklarını hemen harekete geçirirdi. Pembe-sarı-turuncu-kırmızı ziynetlere henüz kimsenin eli değmeden bir kola parasına sahip olunup o dağ kokulu yemişleri âleme göstere göstere yemenin keyfi sürülürdü.
Öte yandan okulun en fakirleri olan Yörük çocukların, alıç mevsimi, vaziyeti bir ay idare edebilecek harçlığı toplama imkânları varken sonraki günlerde birkaç ağaçlık alıcı meccânen dağıtmayı tercih etmiş olmaları, ticari zekâlarının kıtlığından değil, sanırım Yörük geleneğinin terki mümkün olmayan erkânından kaynaklanıyordu.
Bir şeyi, hemen paraya dönüştürebilme kabiliyeti, Yörüklerin değil, şehirlilerin zihniyet dünyasından neşet ediyordu. Gerçi panayıra gelen köylü çocukların oyun alanında alıç satıp kendilerine eğlence parası çıkardığına kaç kez şahit olmuştum. Ama köylülerdeki girişimciliğin, sonrasında, şehirlilere duman attıracağı daha o günlerden belli oluyordu.
Sonbaharı böyle geçen bir beldenin, ilkbaharında ise okulun hayta çocukları, zengin marketlerin depolarından poşet poşet aşırdıkları şekerleri, okulda sebil sebil dağıtmaya başlamışlardı. İkramın yörükçe olmayanı da (anarşist olanı) böyle oluyormuş diye aklıma geldikçe hâlâ güldürür beni.
Market sahipleri, hırsız çocukların kimler olduğunu, arkadaşların ahâli arasındaki kabarık sicilleri sebebiyle biliyordu; zira operasyonlarında küçük farecikler gibi profesyonel çalışan arkadaşlarıma suçüstü edemediklerinden onlara delilsiz bir şey isnat ettiklerinde, aileleriyle karşı karşıya geleceklerini hesap ederek birtakım işe yaramaz tuzaklarla yetinmek zorunda kalıyorlardı.
Bizim eve gelip ağzımdan meseleyle alâkalı lâf almaya çalışmışlarsa da ben ötmeyince, marketin depo kapısına elektrik verecekleri tehdidinde bulunmuşlardı. Yani benim bu bilgiyi (çocuklar bile kanmaz ki biz çocuktuk) arkadaşlara söylemem gerektiğini ima ederek, annemi ise sıkı sıkıya tembihleyerek gitmişlerdi. Kapıya elektrik verileceğini arkadaşlara söylemedim. Söylesem, saf muamelesi görecektim.
Oysa ben ne arkadaşlarıma gözcülük etmiştim ne de aşırılmış şekerlerinden yemiştim. Bugün, âdî şeker namıyla birçoğumuzun ağızlarımıza layık görmeyeceği, iptidâi, kâğıtlı şekerler, el altından tüm okula öğleden sonraları saçılıyordu.
Okulda sadece benim değil, öğretmenler de dâhil herkesin neyin ne olduğunu biliyor olmasına rağmen öğrenciler kıs kıs gülüyor, kimse sesini çıkarmıyordu.
Bu neden böyle oluyordu?
Neyse ki bu dünyada zaman aşımıyla ahirette ise Mevla’nın rahmetiyle affa uğrayacağını umduğum bu sabîlerin cürümlerinden bu günlere eriştik. Takriben on sekiz-on dokuz yıl geçmiş bulunmaktadır.
Şimdi bir esnaf-dostumun dükkânı önünde oturmuş çay içiyoruz. Yanımızda dikilen otuz yıllık bir başka esnafın, beldenin kabalık yönünden en bayağı adamı tarafından karşı kaldırıma doğru hoyratça çağırıldığına şahit oluyoruz. Otuz yıllık esnaf, karşıya seri adımlarla yürüyor. Beni bu şekilde ayağına çağırsa gitmezdim, diyorum.
-Esnaflık böyle bir şey dostum diyor bizimkisi, gideceksin: “Esnaf olmak kolay değil” sözünü ben yeni yeni anlıyorum. Sabır işi…
Bu cümlelerde, ahilik teşkilatının geleneğinden süzülmüş, esnaf loncalarının erkânına dâir bir hikmetin olduğunu hissediyordum.
-Fakat… iyi ama insanların sana nasıl davranacaklarını biraz da sen belirlemez misin?
-Öyle ama… kazancımız kısıtlı ve biz küçük esnafın işi zor, diyor. Mecburuz bir yerde adamın bu şekilde ayağına gitmeye… Yoksa, nasıl muamelelerle karşılaşıyorum… ben dahi şaşıyorum kendime, sinirlerim mi alınmış acaba?
A.101 mi diyorum. Birkaç saniye duruyor. Yapmış olduğu işin, "Hard discount” konsepti karşısında taşıdığı izzeti henüz anlayamadığını biliyorum.
-Tabii ki etkileyecek, hem hepimizi… ancak yine de bizi bilen bilir, diyor. Biz “veresiye veririz.”
İnşallah diyorum içimden, yaptığı işin izzetiyle yaşamasını umduğum esnaf-dostuma, inşallah…