Gelenekten Geleceğe
Ünlü Filozof Gadamer’e göre gelenek; bir topluma kimliğini, kişiliğini kazandıran paradigmaların ve anlam haritalarının kök saldığı sürekli yenilenmeyi, yeniden ve yeniden keşfedilmeyi, okunmayı bekleyen gürül gürül akan bir nehirdir. Bir toplumun değerler hazinesidir.
Doğru olan, kendisini farklı zamanlarda tekrarlayabilen, zaman laboratuvarında test edilip doğruluğu kanıtlanandır. Yeni olan ise henüz zaman testine tabi tutulmamış olandır. Kendi doğrularımızı yeniden keşfedip, onların üzerine kendimizi yeniden inşa etmediğimiz müddetçe, saadetimiz, mutluluğumuz için yabancı yer ve diyarlarda huzur arayıp durma, beyhude bir gayret olacaktır. Yeniyi yeni olduğu için değil, iyi, güzel, yararlı ve doğru ile kıyaslanıp doğruluğuna hükmettikten sonra almalıyız.
Orijinal demek, asla tüketilmeyen, tükettikçe bitmeyen demektir. Bizim sosyal dokumuzu tetkik ettiğimiz zaman orada yıllar, hatta asırlar boyu bitmeyen, kullanıldıkça yenilenen klasiklerimizden pek çok örnekler vardır.
Kendi öz hazinelerinin değerini, kendi mantık kuralları doğrultusunda çözemeyen, bunları keşfedip yenileyemeyen toplumlar, hem güçlü, kişilikli şahsiyetler yetiştiremezler, hem de siyasette, sanatta, kültürde, düşüncede çığır açacak, iz bırakacak atılımlar yapamazlar.
Geleneği olmayanın geleceği de olamaz. Kendisi olmayanların başkalarına yol göstermeye kalkması, bir kimlik önerebilmesi hayaldir. İnsana önce sen kimsin, neyin vardı, neyin yok oldu diye sorarlar. Yani tarihini, kültürünü sorgularlar. Bunlardan habersiz bir neslin utançtan başka verebileceği bir cevap yoktur. Referanslarda geçmiş ile gelecek arasında köprü kuramamak hayal kırıklığından daha fazlasını insana yaşatır.
Tarih sürekli ilişkilerden, birbirini takip eden olaylardan, kesintisiz gel-gitlerden meydana gelmektedir. Tarihte, kesinti, tarihsellik pek görülmemektedir.
O halde günümüzü iyi okursak, dünümüzü de iyi anlarız. Bundan önceki yazılarımda da işaret ettim içinde bulunduğumuz dönemin en belirgin karakteri, geniş bir özgürlük söylemine, ama sadece söylemine, dayanmış olmasıdır. Dizginsiz sınır tanımaz liberalizim, katıksız bireyselcilik ve renksizlik onların yerini aldı. Son kurban TARİH idi. O da küresel pazarın avantacı zabıtası Amerika’nın resmi idoloğu Fukuyamaya ihale edildi(The end of History) Sonunda Amerikan yaşam tarzı ve siyasi hakimiyeti çirkin yüzünü gösterdi. Avrupadan Amerikaya gidenler ,orayı cennet yapma iddiasında idi. Orada vahşi doğa ile, yerli halk ile karşılaştılar. Vahşi doğayı ehlileştirdiler, yerlileri öldürdüler. Bu alışkanlıklarıyla bugün Dünyanın başka yerlerine de gidip oraları da ehlileştirmeyi hayal ettiler. Kendilerini kötü adamları yola getirmekle yükümlü, beyaz adam saydılar. Irak bin parçaya bölündü.
Kamusal alan çöktü. Atomik insan tipi oluştu. Atalarımız baba ve dedelerimiz kahve, bakkal esnaf ve zanaatkarların dükkanlarında, Cami avlularında buluşup konuşuyordu. Onlar kamusal alanlarını oluşturuyordu. BUGÜN SÜPERMARKETLERDE BU YOK.Bizim buluşabildiğimiz kamusal alanlarımız yok oldu. Onların yerini televizyon kültürü aldı.
Değerli düşünür Ümit Meriç’in çok doğru tespitleriyle TV, asrımızda kullanılan uyuşturucular içinde en masumu gibi durmasına rağmen, en yaygını olduğu için en tehlikelisi. Zevksiz sözde eğlence programları, kesintisiz dizileri, yarışmaları derken, bir de bakıyorsunuz geceler günleri, günler geceleri takip ediyor. İnsanoğlu yazık ediyor, ömür sermayesini televizyon başında yiyip tüketiyor. Televizyon ayrıca insanlığın kendi kendine yabancılaşmasında da etkin rol oynuyor. Bir zaman canavarı olarak sizi sizden çalıyor. Hz. Peygamberin(s.a.s) iki nimetten biri olarak tanımladığı vaktimizin hırsızlarından biri.
Zamanımızın çok kısıtlı olduğunu unuttuk. Oysa Hz. Peygamber(s.a.s) insan ömrünü, bir ağaç gölgesinde gölgelenen yolcunun orada geçirdiği vakit, kadar olduğunu bize hatırlatmış idi !
Küresel ısınma mevsimleri yok etmek üzere. Üşümeyi de unuttuk. Mehtap nerede ? Modernizm, her hükmün sonuna nokta koydu. Postmodernizim veya geç kapitalizm, hükümlerin sonunu soru işaretleri ile dolduruyor. Bütün dünya taşlaşıp betonlaşıyor. Yahya Kemal daha 1927 de “Kör Kazım” adlı yazısı ile, her gördüğü yere kazma vurup taş binalar diken, apartmanlar yükseltenleri eleştirmiş idi. “…her gün milyonlarca insan tabiatı terk edip, betona koşuyor; adeta kimliğini betonlaştırıyor. Kır bitiyor, tabiat bitiyor… Bütün bunların bitmesi bizi yaradılıştan, yaratılışın güzelliğini temaşadan ve yaratılışın esrarındaki ulviyeti idrakten uzaklaştırıyor…(1)”
Hayatın ne kadar dünyevileştiğini anlayabilmek için rahmetliyi son yolculuğuna uğurlama biçimine bakmamız yeter de artar bile. Cenaze namazında rahmetlinin resmini yakasına takan, benzer takım elbiseli, beylerin ikili, çoklu, takırtılı, kıkırtılı, gülücüklü konuşmaları ölümlü olanları rahatsız etmiyorsa, ölüyü rahatsız ettiği kesin. Küçük bir Anadolu kasabası olan doğduğum yerde bir yakınımın cenazesinde mezarlığa gittim. Rahmetlinin defni esnasında plastik taburalar dağıtılmadı mı ! Şaşırdım kaldım. Belediyemizin hizmetidir dediler. “Allah aşkına biz bu toprağın altına sadece kefene sarılı gömdüğümüz yakınımız, daha dün aramızda yaşayan biri değil mi idi. Onu şimdi toprağın altına gömüyoruz, yarım saat toprağın üstüne otursak ne olur “İnşallah biz de onlara ilhak edeceğiz” diye isyan ettim.
Eski mahalle kavgaları nerede ? İnternette saldırganlık çok kolay. Karşındakine bir tuşla hıncını derhal gönderebiliyorsun. Cep telefonu karşılıklı buluşma ve bayramlaşmaların sıcaklığını sildi süpürdü. Çarşı pazarda bulunan birkaç klişeleşmiş sözcüğü bir komutla yüzlerce kişiye gönderebiliyorsun.
Bizim toplumumuz sıcak ilişkiler yumağıdır. Bu Batıda patolojik hal olarak görülebilir. Bayramlaşma, bayram ziyaretleri, bayram hediyeleri, büyüklerin elini öpme, küçükleri sevindirme, ölülerimize kadar uzanan bir sıcak sımsıcak sevgi, saygı halesi sıfırlanıyor mu ?Tabi din ve geleneğin zayıfladığı bir yerde iyi nedir, kötü nedir, güzel ve çirkin nedir nasıl bilinecek . İşte Batı toplumunu bu duygu sardı. Tarihten, dinden kültürden bağımsız bir benlik inşası mümkün mü.?
Bu söylediklerimizden teknolojiye karşı olduğumuz anlamı çıkarılmamalı. Bilgisayarı bilgiye ulaşmak, onu paylaşmak, teknolojiyi, insanlığın yararına kullanalım diyorum. Bugün evlerimize televizyon almak, devamlı kavga, dövüş, yarışma seyretmek çok kolay (.Ah keşke belgeseller, ilmi sempozyum, panel açık oturumlar olsa da seyretsek).Geleneğimizi geliştirerek, zenginleştirerek sürdürmek, değerlerimizi yaşamak, özellikle çocuklarımıza yaşatmak çok zordur. Oysa insanın hem dini, örfi değerlerine bağlı, hem de çağdaş olması pek ala mümkün. Geleneksel yemeklerimi, keşkek, mantı, bulgur pilavını, kara lahanayı sevdiğim kadar, klasik ve günümüzde yazılan kitapları okumayı, bilgisayar kullanmayı da severim. Yozlaşmadan değişim ve gelişime açık olabilirim.
İşte bu nedenle, okunmaya hasret, bu güzelim ülkenin saifelerini; Dinini, Kültürünü, tarihini geleneğini dikkatlice okuyalım diyorum. Nesillerimize delinmiş ozon tabakası ile taşlaşmış, beton yığını halini almış bir gezegen bırakmamak için ,üstlerine şanlı tarihimizin yazıldığı toprakları, cennet bahçesi haline getirelim.
Ormanlarımıza kıymayalım, yaylalarımızın kıymetini bilelim. Babalarımızın dedelerimizin alın teri ile, el emekleri ile yaptıkları buram buram tarihi, mimari yapımızı koruyalım. Çünkü tarihten, kültürden bağımsız bir benlik yok. Evrensel insandan bahsetmek, evrensel benlikten söz etmek mümkün değil.
“ İnsan yaşadığı yere benzer..”
1) Prof.Dr. Ümit MERİC, İçimdeki Cennete Yolculuk, 8. Baskı, s.78 Not: Son zamanlarda okuduğum en güzel kitap. Bütün öğrencilerime tavsiye ederim.