Mehmet Erkal Hoca ve Taraklı
Dostum Faruk Serkan’la bir mekânı ziyarete gittik. Mekânın emanetçisi zat, Taraklı’dan bir şey olmayacağı, Taraklı’dan adam da çıkmayacağına dair bir iddiada bulundu. Biz ses etme hakkımızı erteledik.
Mekânın kütüphanesini gezme vakti gelince elimi, Mehmet Erkal Hoca’nın “Zekat” kitabına götürdüm ve bu müellifi tanıyor musunuz, dedim. Adam, tanımıyorum, dedi. Kendisinin Taraklılı bir hoca olduğunu söyledim. Adam bozuldu.
Mihmandarımız, bizi misafirhaneye götürdü ve çay ikramında bulundu. Ancak mihmandarımızın Taraklı’daki başarısızlığından mıdır nedir, buraya dair olumsuz telakkilerine devam ediyordu. Az sonra kapı çaldı. İçeri Taraklı’dan bir kimse girerek, Abi dedi mihmandarımıza seslenerek, bankamatikte kartınızı unutmuşsunuz, onu getirdim. İçinde para vardır. Bizim Taraklı’da bir şey olmaz amma... bakarsın yabancı falan gelir...
Adam bize baktı, biz başımızı eğdik. Oradan ayrıldık.
Taraklı’nın bilmişlerinin: “Kestane dibinde memleket kurtarılmaz” demeleri; başka türlüsünden memleketi kurtarmaya dair bir adım, bir kaygı sahibi olduklarından değildir.
Ya nedir?
Kestane dibindeki muhabbeti yapamamanın verdiği kıskançlıktır.
Faruk Serkan şahittir ki yaz boyu kestane dibinde hem kendisinden ilim talim ettik hem de muhabbet ettik. İnsanlar dışarıdan baktığında, bu Profesör saatlerce neden vakit geçirir burada (bunlarla) demezler miydi?
Başkaları onun umurunda değildi.
İslam coğrafyasında yaygın olan “Baas Partisi”nden, bölgenin tarih ve siyasetinden mi bahsediyor, kelimenin etimolojisine kadar öğretir: “baas, diriliş demek; âmentüdeki baas kelimesiyle aynı.”
Son zamanlarda yüzünü batı medeniyetinden, doğuya dönenler dikkatini çekmiştir Hoca’nın: Yahya Kemal, Mete Tunçay, Hilmi Yavuz, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Hilmi Ziya, Kemal Tahir, Nurettin Topçu, Peyami Safa vs. Her biri için ayrı fasıllar açar, bu adamların neden kendi geleneklerine bakmak zorunda olduklarını sorgulardı.
“Francis Fukuyama, Tarih’in Sonu’nda ne diyor: Soğuk Savaş sonrası kapitalizmin alternatifi yok. Nihai olarak insanlığın gelebileceği son noktaya gelinmiştir. Dikkat edin böyle diyor, ama diğer taraftan başka bir gâvur Samuel Huntington tarihin devamını Medeniyetler Çatışması’na bağlıyor. Bu ne demek? İslam ve diğerlerinin savaşı…”
“Taraklı insanı yeniliği sevmez, ağabeysinin icat çıkarma der çıkar işin içinden.”
“İlmün nefs ne demek söyle bakalım? Psikoloji.” “İlm-i içtima? Sosyoloji.” Hz. Hatice çok önemli. Fuzuli ne demiş? Tanzimat döneminde çıkan dergiler ve kitapların ne kadar olduğunu biliyor musunuz? İttihat ve Terakki ve II. Meşrutiyet, Cumhuriyet ve sonrası… Klasik Türk musikisinin yasaklanması, Menderes ve sonrası… Darbeler, darbeler ve 28 Şubat!”
“Ben çektim bunları ya! Müfettiş denetleyecek diye o gün tüm başörtülü öğrencileri evlerine gönderdim, haftaya gelirsiniz, dedim. Müfettiş, kızları sorduğunda ise devamsızlık haklarını kullanıyorlar, deyiverdim. Anladı ama bir şey yapamadı.”
“Taraklı’da meyve yetişmiyorsa turizmden başka çıkış yolu gözükmüyor.”
"İçimdeki Cennete Yolculuk kitabını okudun mu? Ümit Meriç'in... Bende var, oku getir."
Gece saat biri geçiyor. Hoca evin anahtarını düşürmüş. Yol boyu arıyoruz… Bir taraftan konuşuyoruz. Sanırım biraz kızıyordu bize. Biz daha hızlı çözümler bekliyorduk ondan. O ise Müslüman’ların “tebliğ”den çok “temsil” tarafı üzerinde duruyordu.
Türkiye ve İslâm dünyasına dair iyimser ve umutluydu.
Bir gece Taraklılara Hizmet Derneği gençlerine Yunus Paşa Camii’nde ders yaptı. Bir bayram ziyaretinde evinde bir buçuk saat Taraklı’nın çocuklarına anlattığı şeyler; ilmi bir mecrada tebliğ olarak sunulabilirdi.
İSAM’daki doktora derslerine geldiği zaman, beni görür görmez ilk sorusu, “Taraklı’dan ne var ne yok” olurdu. Ayrıntısıyla malumat beklerdi. Yaz tatillerinde, Taraklı'daki parkta olduğu gibi kütüphanenin çayhanesinde çay içer, sohbet ederdik. Çevremizdeki yabancı öğrencilere özellikle takılır, güldürürdü.
Geçen kış, Taraklı’dan Suriye’ye un yardımı kampanyası için hazırladığımız dev afişi asacak yer bulamadık. Saat gece on bire geliyordu. Hasta olduğunu bilmeme rağmen telefon açtım. Afişi sizin eve boylu boyunca asalım mı Hocam dedim. Asın tabi, bana da oturduğum yerden sevap olur, dedi.
Son görüşmemdi.
İstanbul’daki cenazesinde Filistinli bir talebesi ağlıyormuş, duydum.
Taraklı’daki cenaze namazı sonrası mezarlığa giderken Faruk Serkan yürüyen iki yorgun adama işaret ederek “Enes’le ben ineyim, sen bu iki kişiyi al” dedi. Arabaya binmeyi reddetmeyen bu hasta ve yorgun iki kişiden biri Mehmet Erkal Hoca’nın en yakın arkadaşı İbrahim Kafi Hoca, diğeri ise tatlı bir amca. Mezarlığı bu kadar uzun tahmin etmemişler. İkisi de ilaç kullanıyor.
Akşam namazı sonrası misafirler için Hisar Konağındaki çay ikramına iştirak edemeyecek kadar hasta olan arabaya aldığımız tatlı amcayla karşılaştık yeniden. Ben bu bayırı çıkamam, diyerek dönüyordu. Biz de onunla beraber döndük, parka çay içmeye gittik. Mehmet Erkal Hoca ile olan birkaç anısını anlattı:
“Erkal Hoca, hepimizi güldüren, sonra gece evinde gizli gizli ağlayan bir adamdı. İçini kimseye açmazdı. Onun için soğuk akademide duygusal derler, evet duygusaldı, yani idealistti. Duygu olmadan idealler olur mu? ”
Öğrendik ki bu zat, Mehmet Erkal Hoca’nın en çok vakit geçirdiği dostu İsmail Lütfi Çakan imiş. Tevafuk... Bu yaz bizim TA-Hİ-DER gençlerinin Altınoluk’taki makalelerini takip ettiği bu Hoca, cennet-i âlâ'da da Mehmet Erkal Hoca'nın nüktelerini duymayı temenni ediyordu.
Zenginken fakir düşen kişi, zenginlik günlerini nasıl anımsarsa... Fakirleştiğimizi hissediyorduk...
Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.
Mütevazı, mütebessim, samimi, ilim ve sevgi dolu bir kalpten ayrılıyorduk.
... #