VATANDAŞ
İstanbul’da
doğup büyüdüğü, konuştuğu Türkçe'den de
fark edilirdi. 1950’li
yılların başlarındayız. Taraklı’yı,
ya o keşfetti , ya da Taraklı'nın onunla bir işi vardı. Gelinlik Ta- raklı kızlarının
kocamış İstanbullu damatlara
"ince elenip sık dokunmadan"
verildiği yıllar. Ona
devletin verdiği "sürgün
cezasında" : "Git
sen de Taraklı’da ikâmet et." diye buyurmuş. O eskilerin, "mecburi
iskân, " ya da "sürgün" dediği bir
ceza. Bu yüzden, Taraklı'ya gelip, yerleşmişliği -aramızda- konuşulurdu. Bundan başka
da içimizden, -ama hiç kimse- birşey bilmezdi. Ancak onun,
halkımı- zın, sürgün" dediği suçunun kurbanı olduğunu da, kimseciklerden
duymadık. Adını çok sorduk.
O
da bizi yormadan söyleyiverirdi. Yanlış anımsamıyorsam adı, "Fatin" idi. "Rum" olduğunu anımsamak
istemediğinden olacak, nüfus sayımından sayımına adını hatırlar ve söylerdi
ama biz ezberimizi bozmazdık. O
kendisine, Vatandaş deme- mizden hoşlanır, özenerek de sorsak
bile, teklifi değişmezdi. Keza biz de, öyle bel- ledik, "Vatandaş" dedik
durduk. "Vatandaş"
denilip öyle çağrılmasından, bizden çok, o hoşlanırdı.
Taraklı'da adı "Vatandaştı, "
kaldı. Çoluk çocukla konuşurken bile, akran aramayan, sıfırlanmış bir günül küpünden, nefes
alıp verdiği belliydi. Nefeslerinin derinliğinden, zaman zaman işi de aksar, “hasmından uzak ve yılgın" duran, "alacaklı
solunumlarla, tahta bavulunu üşenmeden
taşırdı. Kılık
kıyafetinden anlatmaya kalksam burdan İstanbul'a köprü olur. Hepimiz gibi giyinir, hepimizden de önce, “Taraklı Kışı'na" hazırlanırdı.
Kıyafetlerinde Rum oldu- ğunu ima
eden bir ayrıcalık
yoktu. "Alışılmışlık" diye kısaltılabilir. Vatandaş'ın kılı- ğından önce, Taraklı'nın Kışı geldiğinden, yıllarca
birbiriyle yarıştılar. Bir kez de olsun, Vatandaş yakalanmadı. Kış her yıl
ondan sonra gelen -geç kalmış- bir ihtiyardı. Bugün bile Taraklılı olmayı, "üşümemezlikle" karıştıran bazılarımız, konuşulan
konunun "konuşulası bağlacı!" gibidirler: "Yağ
aha şuram ağrıyo diye", ağzını açan meşhur
"Manav" sükuneti, hatta
duyarsızlığıdan kurtulamamıştır. İstanbul’da
doğup büyümüşlüğüne, “kılık kıyafetinin” şahitlik etmesine imkan yoktur. Tipik bir Taraklı'lı gibi
giyinir, kuşanırdı. "İngiliz Kilotu"
dediğimiz, paçaları -sımsıkı- düğmeleri dize
kadar sımsıkı dizden yukarısı çok geniş pantolonların sonuncusunu, Abdi İbrahimle
beraber giydiler. Kendinin bu kilotla delikanlı
gibi olduğunu söyleyen Abdi İbrahim, çarşı içindeki evinin camında,
Ankara Radyosu'nun oyun havalarını dinleye dinleye
kocadı. Ondan
sonra da “bu model” unutulup battal oldu. Tarifli yün donlar, kalın ku- maştan -gabardin- "İngiliz Kilotu" denilen
bu cins pantolon giymekten, hoşlandığı, enerjik dolaşmaları, Taraklı kışı
ile
mevsimin Kırkpınar'ında "pehlivan
sataşmaları" başlardı.Taraklı onun
-katılasıya- güldüğünü de gördü: O
gün Berber Halit, bir tavşanla cebelleştiğinden söz ediyordu. O gün virajı
aniden dönüp yön değiştiren tavşanla baş
edebilmek için, "çiftesini kırıp bükerek"
hayvanı hakladığından
bahsediyordu. O Berber Halid ki, yedi senede "Civan Cemal'e" gevezeliğinden dolayı
"izin" veremeyince", dükkanı kapayan meşhur
tavşan saraç' (tavşan terzisi) ıdır. Taraklı
sokaklarını semt ve mahalle ayırt etmeden
dolaşırdı. “Vatandaş
geldi!” diye bağırıp çağırırdı. O
günlerde gelinlik kızların gereksindiği
nakış iplikleri, kanaviçe, kokle, her çaptan iğne, her
renk kopça, çeğizlik nakış için “Ören
Bayan” Avrupa’dan gelme, "Demse” markalı
nakış iplikleri, kokleler, her renkten
satılırdı.. Tahta bir bavul, Sahibiyle
"hemhal" olmuş, dilsiz
bir heybe, Gönüllü dervişiyle. "yıllarca" onunla
beraber Taraklıyı gezdiler. Bu
bavul ticaretinin "atası" gibiydiler. Sergilediği
disiplin de, mahallelerde, örfleşip,
"iyi ki varsın" dedirtmiştir. Hangi
evde hangi
gelinlik kızın, “hangi nakış örneğini” çalıştığını, mesleği icabı "devlet
sırrı" gibi söylemez ve
söyletemezdiniz. İki komşu kızın bile, birbirinden gizlediği çiçekli nakış modelleri,
onun meslek sırrıydı. Zaman zaman Taraklı’da yaygın olmayan ve itibâr görmeyen
nakış tekniklerin de kullanılan “şablonlardan
da” sattığı olurdu. Bir ara elle
kullanılan nakış penselerinden sattığını da anımsarız. Gelmiş geçmiş Taraklı
tarihinde , bizim
kuşağın anımsayabileceği, “tek -hatta-
tem-tek" Ortodoks hemşerimiz oydu. İstanbul Rum'larından olduğunu, Hısım akrabasının da İstanbul’da olduğunu -günündeyse- ara sıra
anlatırdı. Taraklı’da
gelinlik kızların, harıl harıl işledikleri "kanaviçe" örneklerinin bir de
gizliliği olurdu. Kimse kimseye tercih ettiği örneği "özellikle emsaline" ver- mek
istemezdi.Vatandaş, 1950 ile 1960 yılları arasında Taraklı’da işlenmiş bütün
nakışların, dantellerin
ipini, o sattı. Nalbant
Osman ve, Semerci
Gıdak Hasan’dan başkasına da, gönlünü açıp aralamadı. Zamanla satın aldığı, çarşı
içindeki dükkanının üst katında yatar olmuştu. Cimriliğinden değil, ara sıra
dükkanın önün- de, ya
pompalı bir gaz ocağında, ya da kömürlü bir maltızda, “ne olduğunu “ bir bakışta
bileme- yeceğiniz
yemekler" pişirirdi. Yıllar
sonra ve bugüne değin sürmüş gurbetlerimde
ben, Vatandaş’ın çarşı ortasında pişirdiği
yemeklerin ne olduğunu anladım. Hepsi de, tuzu şekeri ve salçasıyla aynı kapıya
çıkar- dı. Hepsi
de anne kokar, baba beklerdi. Beni
dükkanın önünde, lâfa tutar "okul
bitince" ne yapabileceğim üstüne konuştururdu. Sosyalojide
“söylenti diye” bir tâbir
öğrendim. Aslı olup da doğrulanamayan,
aslen yalan olan, “gerçekmiş gibi” algılanan, sadece “dile” düşmüş konulara denir. Bizim “Vatandaş”
hakkında da,
geldiğinden kısa zaman sonra bir “söylenti” yayılmışdı. Dediler ki: “Vatandaş'ın
aslı pilotmuş da"... Bu
uzun sıra noktalardan sonra, Taraklı’ya
sürgüne ve mecburî ikâmete gönderilmişliği resmen konuşulmamış bir
"halk yalanıdır. Taraklı’da
biz, Vatandaş'a karşı düşmanca duygular
besleyen" birimizi anımsamayız. Öyle ki o,
kısa zamanda Taraklı'lılaşmış bir sâkinimizdi. Taraklı’da benim anımsadığım tek
Ortodoks
sakinimiz odur. Kadı
Rıfat, ve Babam Hayta
Sadettinle, ortak ticaret
yapıp Atina'ya kaçan, oradan da babamdan
- özentili
bir mektupta özür dileyip- "helâllik
isteyen, Petro'dan, bin misli daha harbîdir.
Türbesi yapılacak
evliya gibi öleceğini ima
ettiği beş altı
seveni cenazesini kaldırıp yıkadı. Dükkanı bugün
Taraklı'dadır. "İki dilli
evliya hükmünde" anılır. Harbî kalmış ve "harbîden de"
ölmüştür. Nalbant Osman'ın hafsala
sorunu var. Cenazesinin
çok hafif olduğunu, " durur durur
söyler. Kömürcü
Üsen'in aklı başında,
gidin sorun. Nâr içinde yaşadı, Nur içinde yatası. Ahi
Naci İşsever