Gidenlerin Ardından
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?...
N.Fazıl KISAKÜREK
Bir zamanlar onlar vardı. Evlerimizin, odalarımızın güler yüzlü insanları. Kimilerimizin büyüğü, kimilerimizin küçüğü… Sofrada ekmek su kadar ihtiyaç duyduğumuz, vicdanları sular kadar berrak, şefkat timsali insanlarımız. Hepside sırası geldikçe bu dünyadan Ahrete göç ettiler. Hele şu son on beş yılda kalabalık bir şekilde ayrıldılar aramızdan. Kimileri hiç hasta olmadan işinin başında, kimileri yatağa düşüp birkaç gün içinde, kimileride elim kazalara kurban gittiler. Kimilerinde; haberimiz olmadan minarelerden sala verildiğinde Müezzin Mefta’nın ismini okurken şaşırdığımız oldu. Kimilerinde ölüm haberini aldığımızda ıstıraplar içinde olduğunu düşünüp “kurtulmuş” dedik.
Ama hep beraber ağladık. Hüzünlendik. Yusuf Bey Mahallesinde edebi dünyalarına defnedip geri dönerken gözlerimiz arkada kaldı. İnanamadık. Ne yaparsın ölüm her insanın ortak kaderi.
Ne ocaklar söndü, ne yürekler yandı, susuzluğumuzu söndürmedi kar. Efkarımız göklerden bulutları sağdı, her ağladığımızda yağmurlar yağdı, düşen her damlada göz yaşlarımız vardı ağladık ağladık. Ama gidenler geri gelmedi.
1991’in Mayıs’ıydı yanlış hatırlamıyorsam, 19 Mayıs hareketleri provaları için öğle tatilinden sonra gösteri alanına giderken bir sala ile irkildik. Rahmetli Hacı Kuru Necati amcanın küçük oğlunun vefat haberini aldık ve çok üzüldük. Yine o yıllarda yıllarca ARABİSTAN ’da durduktan sonra artık memleketine gelen Kara pekmez Feridun abinin rahmetli olduğunu da sabahleyin okula gidince öğrenmiştik. Ve o gün akşama kadar ders yapamamıştık üzüntümüzden. Kızı okul arkadaşımızdı. Üzüntüsünü paylaşmaya çalıştık ama ateş ne olursa olsun düştüğü yeri yakıyordu. Sonraki yıllarda Başkan Hilmi’nin oğlu Davut’un ani vefatı. O Davut ki hayalleri vardı, bir berber dükkanı açmayı düşünüyordu. Bir sakal traşı esnasında uzun uzun konuşmuştuk rahmetliyle. İkbal yıllarında babasının mesleği gereği memleketten memlekete dolaşan, Taraklıya gelirken de yollarda karşılanan Yıldız teyzenin trajik ölümünü ise hiç unutamam. Yıl başı akşamları bize gelip başka memleketlerde öğrendiği çarliston oyununu yalvar yakar zor oynattığımız Yıldız teyzemizi en son, bir bahar günü bizim evden çıkıp ardına defalarca bakarken hüzünlü haliyle tanıyorum. Sonrası malum.
Bizim evden o yaşıma kadar bir cenaze çıkmamıştı. Ölü evi nasıl olur pek bilmezdim. Yalnız o gün, 1994’ün 15 ocak Cuma günü, bana dayılıktan ziyade babalık yapan biricik dayımı kaybettik. Ardından bir sene sonra yine üzerimde çok hakkı olan Ninemi ve ben Vatani görevimi yapmaktayken dedemi ardı ardına kaybettik.
İnsan bazen kendini kaybedebiliyor. ALLAH bizi kendini kaybedenlerden etmesin. Acılar genç ölümü olunca insana daha bir vuruyor. İnsan beşer olduğu için şaşabiliyor. Evinde genç birini kaybeden bir insan “bundan daha büyük bir acı yok benim için” diyebiliyor. Ama ardından beterin beteri gelebiliyor. Neyse ki bizler böyle kelimeler kullanmadık. Ama genç ölümü kapımızı bir daha çaldı. Büyük dayımı da bundan birkaç yıl önce kaybettik.
Musikiyle Din için çarpan bir yürek.
Hafız İrfan ÇAKIR ’ı anlamak gerek
ALLAH yolunda giden bu koca ömrü
Hattat Saim ÖZEL ’den dinlemek gerek
Dedim ve bu dörtlüğü İstanbul’a gittiğimde kendisine verecektim ama ne yazık ki nasip olmadı. Ben o yıl İstanbul’a gidemedim, gelecek yılda Hafız İrfan Amcayı kaybettik. Ardından Hafız Saim amcaya takdim edeyim dedim ona da yetişemedim.
En son yaz tatilinde sanayide görmüştüm onu. Yine her zamanki gibi anlatıyordu bir şeyler. Benimle de konuştu. “Hay Ufuk hay sen de gittin Ankara’lara buraları unuttun” dedi. Sitemkar bir şekilde. O sene telefonda öğrendiğimde çok üzüldüm kalaycı Hüseyin’in başına gelen kazayı duyunca.
Evet evet şimdi ona geldim. Bazen motosikletin üzerinde olurdu, bazen direksiyon başında. Ticaret konusunda bir çok işlere el attı. Ama yürütemedi. Olmayınca olmuyor işte. İnsanlar hakkındaki ön yargılı tavrımı onu yakından tanıyınca bırakmıştım. Daha önceleri yakıp yıkan, kükreyen diye bildiğim namı diğer Öte yüzlü İbrahim ağabey, Annecim bir sömestri tatilinde Taraklı da rahatsızlanınca bizi İstanbul da hastaneye kadar arabayla götürmüş ve annemi taşımıştı.
Beni kızdıran, ve sadece beni değil insanları kızdırmaktan zevk alan Kazım ŞENOL ağabeyimin de vefat haberini yine askerde öğrenmiştim. Taraklımızda gün geçmiyordu ki bir gün sala duymayalım. Kara pekmez Ferhat ağabey, Ormancı Selahaddin Ağabey, Belediye de çalışırken yardımını çok gördüğüm Keş kapan Mehmet Ağabey, Yine bir zamanlar takım kurup Yusuf bey mahallesi parkında müsabaka yaptığımız, yüzünden tebessümü hiç eksik etmeyen müftülükteki Hamdi ağabey, Necati İŞSEVER amca, taksici Rafet ağabey ve kardeşi, Geçen yıl kaybettiğimiz, yalazalarından fevkalade etkilendiğimiz koltuk muhabbetlerinin vazgeçilmez ismi Cevat Hafızların Alaaddin ağabey ve ondan altı ay önce vefat eden oğlu cevat ağabey, on beş gün arayla kaybettiğimiz Tüysüz İsmail amca ve kerimesi emine teyze. Komşumuz Bil yazlı emine teyze, bakışlarından her zaman korktuğumuz yine komşumuz olan kadirye teyzemiz. İzzettin ’in babaannesi Akile teyze, arkadaşımız Metin’in babası Ekrem amca ki o Ekrem amcanın çok çayını içmiştik. Yine çok genç yaşta kaybettiğimiz Cemalettin KARAOĞLU, İnsanları her gördüğünde takılmadan geçmeyen Kozcağızlı Yaşar amca ve kerimesi, yine Taraklı ya bayramlarda geldiklerinde seslerinden fevkalade etkilendiğim Orhan Hafız, Halim hafızlar. Kibarlığıyla müstesna, bizler okula giderken her sabah iyi temennilerini bizlerden esirgemeyen Ali ÇETİN amca, kerimesi Müzeyyen Teyze. Niyazi ağabeyin ağabeysi Mithat amca, Yine hiç aklımdan çıkmayan vefakar, cefakar Mefharet teyzem, Çöteli mehmet ağabey, arkadaşım Enis'in dedesi sofalı lakabıyla tanıdığımız İbrahim amca...
Ve yıl 1999’un 17 Ağustosu. Gece 3 sularında bir sarsıntıyla uyandık. Merkez üssü Gölcük, Sakarya, Yalova üçgeninde olan deprem çok ocaklar söndürdü. Nice yiğitleri çocukları, kadınları toprağa gömdü. Ardında gözü yaşlı insanlar bıraktı. Yurdun dört bir yanına acı haberler gitti. Vakit çok geçmeden Taraklıya da geldi haberler. En çok göçü verdiği, Taraklılıların kalabalık olduğu, Kocaeli ’den gelen haberlerle insanların can evine bir kor düşüverdi birden. Önce Fatma ÇETİN teyze ve eşi, ardından arkadaşım olan Faik ’in ailesi, ve son nefesini dedesinin kollarında veren ilk okuldan arkadaşım önder ve babası. Taraklı da hüzün vardı.
Hüzün kervanına bir yenisi de 2004 de eklendi. Bir hafta önce yanılmıyorsam 8-9 kasımda beni telefonla arayıp kızımızın doğup doğmadığını sordu. Ben de kızım doğar doğmaz ilk haberi ona vermiştim. Adam gibi adamdı. Büyüğünü küçüğünü bilirdi. Polis Okulunu kazandığında gitmek istemiyordu. Bir köşeye çektim ikna ettim. Birkaç kez de Ankara’da ziyaretime gelmişti. Her zaman ismini anarken duygulanırım. Tanımadınız mı o işte…
Ve benim bu yazıyı yazmama bana karar verdiren, biz küçüklüğümüzde mahallede top oynarken bizlere “yavru kurtlarım” diye seslenen Yunus DOĞAN. Geçen gün ani ölüm haberini duyunca şok oldum diyebilirim. Kimler olmamıştır ki? Onu Belediye ye ilk girdiği günlerden hatırlıyorum. Ben hayatta onun gibi stresli bir işten stres yaparken keyf alan birini daha görmedim. İyi adamdı. Nur içinde yatsın. Hepimiz onu çok severdik.
Bu yukarıda yazdığım isimleri okuduktan sonra bir Fatihanızı esirgemeyin derim. Mutlaka eksiklerim vardır. Merhum ve merhumelerin yakınları beni bağışlasın. Ben Selim Mehmet amca kadar olamam ama elimden geldiğince hatırlamaya çalıştım gidenleri. Gerçi şimdilerde Selim Mehmet amca, duyduğuma göre vefat edenlerin isimlerini, tarihlerini listeleme görevini kıymetli büyüğüm Cemal ÇETİN ağabeyime vermiş. ALLAH gidenlere gani gani rahmet eylesin. Bu kervana katılanlar oldukça, ALLAH onlara da ömür verdikçe bu listeyi tutsunlar. Bizlerde hatıralar sarnıcında, karınca kararınca, kalemimiz elden düşmedikçe yazmaya devam ederiz inşallah gidenlerin ardından.