Kâbiliyet Devşirmece
Makbul olanın, makul görüldüğü zamanlardayız. Yani bir şeyin kabul edilebilirliğini aklîleştirebildiğimiz nispette, o şeyin geçerliliğini de mümkün kılmış oluyoruz.
Aklîleştirmek, burada düşünme ve kavrama cehdiyle ilişik hiç değil; bilakis aklı da bir çeşit şeytânî hileyle kandıran, bürüyen ve büyüleyen bir şey…
Mesela Namık Kemal: "Rağbet ü ikbâle minnet çekmez erbâb-ı ukûl" diyor. Akıl sahipleri; hüsnü kabul, itibar, makam ve mevki için ezilip bükülmez...
Peki tam tersi söz konusu olup da akıl, nefse vaat edilen bir şeyler adına, insanda edinmiş olduğu yüce makamdan caymıyor mu?
Anlaşılan o ki burada akıl ve mantıkla kurulan bağ, amaçların efsunkâr yolunda, makulleştirme oyunundan başka bir şey değil.
İşini başaranlara, çil çil “geçer akçe” dağıtılan bir oyunun toplum nezdinde pek revaç bulması, yaklaşan ölümcül tehlike de olsa aklı bir şekilde perdelemiyor mu?
Türkiye’de uzun zamandır bir paylaşım hesabı içinde olanların, işlerine yarayabilecek ne kadar kâbiliyette kimse varsa onları çoğunlukla memleket sathından, ama bazen kıtalar da aşarak devşirdikleri bilinmekteydi. Bilinmek dedik diye meçhul/edilgen bir fiil anlaşılmasın. Köyden metropole, akıl bâliğ herkes bunun farkındaydı.
Sadece kâbiliyetlilerin toplanmasıyla iktifa edilmeyip istenen sipârişlerin yetiştirilebilmesinin zemini (sistemin, eğitim öğretimde açtığı kasıtlı boşlukların doldurulması vesilesiyle) oluşturulurken köyden metropole birçok kimse elindeki imkânları kabîlinden köylü samimiyetiyle (hem işini bilen hem dindar olsun) buna teşne amellerle destek oldu.
Kalifiye olmak artık bir işçinin, bir ustanın sıfatı olmanın yanında başka anlamları da çağrıştırıyor; zaman ilerledikçe finans/kapitalin mevcut ortamına uygun, ihtiyaçları karşılayabilecek, Amerikan patentli seri üretim mütehassıslar yetişiyordu.
Ne oluyordu?
Muvafakat gösteriliyor. Razı ve kefil olunuyor. İzin veriliyor. Müsaade ediliyor. Ve sonunda boyun da eğiliyordu.
Hem üstünlüğü takvâda gören Kitab’ı gösterip hem de üstünlüğü gâvurca bir kâbiliyette arayarak mütecânis dindaşlar türetilirken aranan özelliklerden herhangi birini kendisinde toplayamamış yeteneksizler(!) için ‘ehil değildir’ hükmü icra edildi. Oysa emanetin, ehline tevdi edilmesini buyuruyordu Din.
Ehil olmanın vasfı neydi?
Herhangi bir şeyin gönül rahatlığıyla teslim edileceği, emin, güvenilir, itimat edilen olmaktı. Göklerin, yerin, dağların yüklenmekten korktukları emaneti çok zâlim ve çok câhil olan, ancak bunun yanında ilimle mücehhez olabilme, isim verebilme kâbiliyetiyle yaratılmış insan taşıyacaktı. Emaneti, cehl’in zıddı olan ilm’in yüklenmesi, onsuz emanetin zâyi edileceğine delâletti.
Aranan bu değildi. Arananın bu olmadığı, dünyaya gösterilen perestişten belliydi. İnsanın Rabbine, kendine ve halka karşı muameleleri güvenilirlik sınırlarında yani emniyette görülmedi. Kâbiliyetli, marifetli, becerikli, iş kotarıcı mâhir ustalar; güvenilir, namuslu, hak yemez, doğru-dürüst olanlara tercih edildi. Liyakat budur dendi.
Bugün Türkiye, Namık Kemal’in beytinin ikinci mısraında dediği: “Kâbil olsun da kişi, isterse makbûl olmasın” durumunda değil. Kâbil (kabul eden) sıfatından hızla uzaklaştırılarak makbûl (kabul edilen) sıfatına doğru sürüklenmekte. Kimlerin ve neyin makbûlü olunduğu ise apaçık.
Artık istikbalimizin belirleyicisi olan bir kıble sorunuyla karşı karşıyayız. Bu bizim için nereye kadar kâbil-i tahammüldür, bilmiyorum.
#