Kur'ân'dan Türkçeye, Türkçeden Kur'ân'a Kelimeler: Kitap (1)
Gönüllerde yazılır bu kitâbın sûresi
Yûnus Emre
Türkçe'de, Kitap kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de geçtiği şekliyle el-Kitâb olarak anlaşılır. Nazmı ve manasıyla beraber yegâne, tam kitap Kitâbullah'tır. Bu sebepten tarih boyunca Türkler, Kitap denince Kur'ân'ı anlarlar. Elmalılı Hamdi, "Ehadîsi Nebeviye"ye bile kitap denilmez, "sünnet" tabir olunur, der.
Kitab'ın sahibi, Bakara sûresinin ikinci âyetinde: "zâlikel kitâbu lâ raybe fîhi..." (O kitap, bunda şüphe yok...) diyerek şüpheye mahal bırakılmaması icap eden ve âmentümüzde üçüncü sırayı alan (ve kütübihi) kitabın yerini tahkim etmektedir.
Kitap hakkında "her türlü şek'ten âri ve her töhmetten müberra" sûi zandan uzak olan Türkler, bu kelimeyi asırlardan beri yaşamaktadır. Hatta "kitapsız" tabiri, Kur'ân'a inanmadığı gibi diğer kitaplara (kütüb-i semaviyye) da inanmayan dinsiz(!) kimseler için pek değil, daha çok zalim, acımasız, merhametsiz kimselere kullanılan bir sövgü sıfatıdır.
Kendisine zulüm ve merhametsizliği yol edinmiş kimselerin, Kitap'la olan irtibatlarının artık kalmadığına dâir yerinde bir ifade olan kitapsız-lık; buna buğuz edeceklerin (mazlum/mustazaf) neye (Kitab'a) müracaat etmeleri gerektiğinin de cevabını yansıtmaktadır. Eğer müracaat mercii Kitap değilse mazlumun da Kitaplı olup olmadığı muhasebesi yapılmalıdır.
Türkçe, Kur'ân-ı Kerîm'den yola çıkarak teşekkül etmiş bir lisandır. Bu sebepten Türkçe'yle Kur'ân arasındaki irtibata dikkat kesilmek zorundayız. "Ketebe alâ nefsihir rahmete" (O, kendi uhdesine rahmeti yazdı. Enam 12) buyuruluyor. Arapçada "yazdı" manasına gelen "ketebe" fiili, lisanımızda (aynı şekilde telaffuz edilir, sonuna kapalı te eklenir) kâtibin çoğulu olarak kullanılır ve kitap kelimesi bu fiilden türemiştir.
Eskimez yazıyla yazılmış kitap ve levhalara, imza gibi "ketebehü'l fakîr" (bunu fakîr yazdı) yazılırdı. Hattatlık icâzetine ve yazma eserlerin genellikle sonunda bulunan eser, müellif, müstensih hakkında bilgilerin bulunduğu bölüme de "ketebe" denir.
Türkçede yazmak işi, "ketb etmek" yahut "ketb ü tahrir" eylemek olarak kullanılır. Yazı yazmaya "kitabet" dendiği gibi binaların kapı üstlerine, mezar taşlarına (kitâbe-i seng-i mezar) konan, taş veya mermer üzerine yazılmış yazı için de "kitâbe" kelimesi kullanılır. Ağaçların kâğıt yapılan iç kabuğuna "kitâbiye" bibliyografya/kitap bilgisine de "kitâbiyat" denir. Her iki kelime de -bu anlamda- Arapçada değil, Türkçede türetilmiştir.
İnsanın dünya hayatında yapıp ettiği bütün işlerin yazılı olduğu kitabu'l- a'mâl (amel defteri), kıyamet günü ona bir kitap hâlinde tevdi edilecektir. "Kirâmen Kâtibîn" ismi verilen meleklerin yazdıkları bu kitap, ashâbu'l-yemîn denilen o uğurlu kimselere sağ taraftan; ashâbu'ş-şimâl denilen uğursuz kimselere de soldan veya arkadan verilecektir.
Kaderimiz, yazgımız, nasip ve kısmetimiz de bir başka kitaba kaydedilmiştir. O Kitâb, kâinatta meydana gelecek bütün varlık ve olayların yazıldığı "kitâbin mübîn, kitâbin meknûn, kitâbin mestûr, ümmü'l kitâb" yani "Levh-i Mahfûz"dur. Gökte ve yerde ne varsa, insanların ecelleri, fertlerin ve milletlerin karşılaşacağı iyi kötü her şey, Allah’ın ilminde yer almış ve Levh-i Mahfûz denilen bir kitaba kaydedilmiştir.
Türkçede, bir şeyin çok güzel, çok düzgün olduğunu ifade etmek için o şeyi kitaba teşbih eder, "kitap gibi" deriz. Kitapta yeri olmak, kitaba el basmak, hesap kitap etmek, kitabı kapamak, kitap karıştırmak, kitabında yer almamak, bir şeyi kitabına uydurmak... Kitapla alâkalı birçok deyimimiz olmakla beraber görüleceği üzere kâtip, mektep, kütüp-hane, mektup, ketîbe, ketâib gibi kelimeler de hep kitapla aynı kökten neşet edip Türkçeyi Türk-çe kılmıştır.
Misal olarak... "Mektep" kelimesi, hem okul, ekol/usûl/yol manalarını, hem de kendisiyle birlikte kullanılan birçok terkibi Türkçede kazanmıştır. Bu kelimeler geçmişte sadece belli bir zümreye değil, halka da mâlolmuşlardır. Bunun en güzel kanıtı türkülerimizdir: "Mektebin bacaları / Ders verir hocaları / Kim yârimi sorarsa / Odur birincileri"
Bir resmi dâirede veya bir kişinin yanında yazı yazmakla görevli kimseye "kâtip" denir. Pir Sultan Abdal: "Kul olayım kalem tutan eline / Kâtip ahvalimi şâha böyle yaz / Şekerler ezeyim şirin diline / Kâtip ahvalimi şâha böyle yaz" der. Her şeyi yaratan, ezelden yazan Allah ise "Kâtib-i Ezelî'dir.
Yazımızın başında verdiğimiz Yûnus Emre'nin: "Âlimler kitâb düzer karayı aka yazar / Gönüllerde yazılır bu kitâbın sûresi" dizelerinde, Kitâb kelimesi, Kur'ân'ın Ankebût sûresi, 49. âyetine bir telmihtir: "Bel huve âyâtun beyyinâtun fî sudûrillezîne ûtû'l ilme..." (Fakat o Kur'an, kendilerine ilim verilmiş kimselerin sînelerinde/gönüllerinde parıldayan parlak âyetlerdir)
Asker, asker bölüğü manasına gelen "ketîbe" kelimesi (çoğulu ketâib), Türk şiirinde cihâd, vatan, gazâ gibi kelimelere tenasüp kılınmıştır. Mehmet Âkif'in şiirinde şöyle geçer: "Bu bir ketîbe-i ma'sûmedir ki ey millet / Selâma durmalısın şanlı rehgüzârında" (Bu bir günahsız askerdir ki ey millet / Onun şanlı geçit yerinde selâma durmalısın)
Abdülhak Hâmit'in bir şiirinde: "Vatan azîmetinde milletin delîl-i râhıyım / Gazâ yolunda bir ketîbenin ümîd-gâhıyım" (Vatan kararında milletin yol kılavuzuyum / Gazâ yolunda bir askerin ümit yeriyim)
Tevfik Fiket'in şiirinde: Ve bir ketîbe-i raksân-ı sûr u neş'e gibi / Gönüller yola doğruldu, hande-kâr-ı ümmîd" (Neşe ve mutlulukla raks eden bir asker gibi / Gönüller ümitle gülerek yola doğruldu)
Recaizade Mahmut Ekrem'in şiirinde ise kelimenin çoğulu olan ketâib şöyle geçer: "Şevkın galeyân ederdi peydâ / Hûnunda ketâib-i cihâdın" (Cihat askerlerinin kanında / şevkin coşup kaynardı)
Kur'ân'da: emir, farz, amel defteri, mektup, mükâtebe gibi birçok manada kullanılan "Kitap" kelimesi, Türkiye'de bir dönem; dil devrimi, öztükçecilik gibi köksüz uygulamalarla "betik" kılınmak istendiğinde, Anadolu'da kimseyi herhangi bir betik çarpmayacaktı.
Hesap şuydu... Betiğin çarpmayacağı bir ulus (millet değil), bundan sonra kâfirle çarpışmayı da göze almayacaktı. İnsanlar Kur'ân-ı Kerîm'den, Ezan-ı Muhammedî'den, Kur'ân'ın harflerinden nefyedilmişlerdi. Asker/mücahit/ketîbe manasına "Kitap"la ulaşmış bir millet, o kitaptan uzaklaştırılmadıkça o anlamdan uzaklaşmayacaktı. Her ne kadar namaz ayeti (Nisa 103) yazan kitâbeler, üstleri örtülmüş olsa da mâni olunamayan, "kitâben" kelimesiyle farz kılınan namaz, müminleri muhafaza etmişti.
"İnnes salâte kânet ale'l müminîne kitâben mevkûta" (namaz müminler üzerine muayyen vakitlerle "yazılı bir farz/kitâben" bulunuyor)
Kur’ân, sadece fertlerin değil, ümmetlerin de amellerinin yazılı olduğu kitaplarının olacağı (câsiye 28) ve her ümmetin hesap gününde kitabını okumaya davet edileceği ve yaptıklarının karşılığının kendilerine tam olarak ödeneceğini bildirerek yeryüzünde azıp şımarmayan milletlerin hesaplarının temize çıkacağını ifade eder:
"Ve terâ külle ümmetin câsiyeten küllü ümmetin tud'â ilâ kitâbihâ elyevme tuczevne mâ küntüm ta'melûn" (Ve her ümmeti görürsün ki diz çökmüştür, her ümmet kitabına davet olunuyordur, bugün o yaptığınız amellerinizin cezası verilecektir.)
Neticede biz kimiz? Lisanımızla Kitâb'ımız arasındaki kurbiyet kesilerek kimlere dönüştük? Bunun cevabını "kelimelerimiz" yani "kendimiz" üzerinde durup düşünerek aramaya çalışacağız.
-Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Vankulu Lugati, M. N. Özön'ün Osmanlıca/Türkçe Sözlük, Hak Dini Kur'ân Dili, TDV Ansiklopedisi, Kuşeyrî Risâlesi, A. N. Tarlan'ın Fuzûlî Dîvânı Şerhi, Süleyman Ateş, Ö. N. Bilmen, H. B. Çantay Meâli, M. Âkif'in Safahat, İsfahâni Müfredât gibi...
#