Taraklı Konakları: Türkçenin İkâmetgâhı (3)
Sanırım altı yedi yaşlarındaydım. Annemlerle, komşumuz Şekip Amca'nın hanımı Hâdiye Teyze'ye misafirliğe gitmiştik. Şekip Amca'nın ihtiyar annesi Firdevs Teyze, akrabamızdı. Oğlu ve geliniyle beldemizin belki en heybetli konağında yaşamaktaydı. Uzunca boylu, yüz hatları belirgin, sivri burunlu, keskin bakışlı, sekseni aşmış Firdevs Teyze; büyük ahşap konağın anayola bakan sofasında, tekli bir koltuğa oturmuş, hicaz makamında okunan ikindi ezanını dinliyordu.
Ali Hâfız'la Ali Evcim'in, Yunuspaşa ve Aşağı Camii'den göğe yükselen sedâları, küçük pencereleri âdeta tıkırdatarak içeri giriyordu. Odadakiler konuşmuyor, herkes dudaklarını vaktin kıymet'ine erişmek istercesine seri bir şekilde kımıldatıyordu. Ezan bittikten sonra Firdevs Teyze, birden bütün odadaki kadınlara ve biz çocuklara dönerek:
-Ezan okunurken üç kez şu duâyı tekrar edin, çok büyük sevaptır, dedi: "Yâ hayyu yâ kayyûm yâ mâlik." En sonunda da şöyle diyeceksiniz: "Yâ zelcelâli ve'l ikrâm..."
Bir ezgiyle okunan bu duâyı, o an ezberlemiştim. Ezberinde olmayan kadınlar da mutlak Firdevs Teyze'nin tesirli sesinden bu virdi ezberlemiş olacaktı. Sonra hatırladım, hacıannemin gece bizi uyuturken okuttuğu sırlı duâların içerisinde de bu kelimeler (âyetel kürsi) yetmiş bin kez etrafımıza kale olup durmaktaydı.
Bize okutulan bütün bu temrinler neydi?
Türkçeydi.
El Kayyûm, (kâme kökünden) esmâ-i hüsnâdan yani Allah'ın en güzel isimlerindendir. Varlığında ve varlığının devamında her şey kendisine muhtaç olduğu halde, kendisinin hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, kâinatı idare eden, adâleti ayakta tutup hikmeti gerçekleştiren Allah; bütün mahlûkâtı var kılıp varlığını devam ettiren, kendi zâtı ile kâim'dir, yani varlığı kendindendir, başka bir varlıktan çıkmamıştır (kayyûmiyet).
"Tecelli eylese ol hayy u kayyûm / Olurdu mâsivâ hep cümle ma'dûm" (Hayy ve kayyum olan Allah bir görünse / Bütün varlık âlemi hep yok olurdu.)
Aziz Mahmud Hüdâyî'nin yukarıdaki mısralarında, A'raf sûresi 143. âyete bir telmih vardır: "Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmağa gelip de Rabbi ona konuşunca: "Rabbim, bana görün, sana bakayım!" dedi. (Rabbi) buyurdu ki: "Sen beni göremezsin; fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa, sen de beni göreceksin!" Rabbi dağa görününce onu darmadağın etti ve Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca: "Sen yücesin, sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim!" dedi.
Kayyûm kelimesi, Bakara sûresi 255. âyette: "Allâhu lâ ilâhe illâ huvel hayyul kayyûm" (Allah, başka tanrı yok ancak o, daima yaşayan, daima duran, tutan, hayy-ü kayyumdur) şeklinde geçer.
Gözetmek, sabit olmak, kalkmak manasında; kıyâm kelimesinden gelen kayyum, câmilerde iş gören hademe kimse için kullanılan ve aynı kökten gelen "kayyim" kelimesiyle yer yer karıştırılmaktadır. Yine belli bir malın, bilhassa bir vakfın yönetilmesi, belli bir işin görülmesi için tayin edilen kimseye de "kayyim" denmektedir.
Aynı kökten olan "Kıyâm" kelimesi de Türkçede: namazın ayakta kılınan kısmı, ayağa kalkma, bir işe kalkışma, ayaklanma gibi anlamlara gelmektedir. Kelime, Süleyman Çelebi'nin, Mevlid'inde: "Kimi kıyâm içre kimi kılmış rükû / Kimi Hakk'a secde etmiş bâ-huşû" (kendinden geçmiş bir halde) şeklinde geçmektedir.
Âl-i İmrân sûresi 191. âyette kelime: "Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim..." (Onlar ki gerek kıyâm-u kuudde / ayakta ve otururken ve gerek yanları üzerinde hep Allah'ı zikrederler) şeklinde geçer.
Bakara sûresi 275. âyette, fâiz yiyenlerin diriltilecekleri vakit nasıl bir kalkışla kalkacaklarına dâir tasvîrî ifadelerde, kelime şu şekilde geçmektedir: "Ellezîne ye’ kulûner ribâ lâ yekûmûne illâ kemâ yekûmullezî yetehabbetuhuş şeytânu minel messi, zâlike bi ennehum kâlû innemâl bey’ u mislur ribâ..." (Fâiz yiyen kimseler şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle kalkarlar, bu işte onların «alışveriş, tıpkı fâiz gibidir» demeleri yüzünden...)
Takdir edilen zamanı gelince, bu âlemin ve bu âlemdeki canlı cansız her şeyin bir anda mahvolması, ölülerin diriltilmesi, âhiret hayatının başlaması olayı ve bu olayın meydana geldiği zamana "Kıyâmet" denmektedir.
Diğer taraftan gürültü, patırtı, karışıklık manasında kullanılan bu kelime, mecaz olarak da birçok anlamı ihtiva etmektedir: "Kıyâmetler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin? " (M.Âkif burada bağırıp çağırmak, ortalığı birbirine katmak manasında kullanmıştır)
Kıyâmet sûresi 1. âyette kelimenin: "Lâ uksimu bi yevmil kıyâmeti" (Yok; Kıyamet gününe yemin ederim) meallere olduğu gibi geçtiğini görmekteyiz.
Diğer iki yazımızda olduğu gibi birbiriyle aynı kökten gelen bu kelimelerin tanımlarına biraz dikkatli bakıldığında, kelimeler arasındaki irtibat hemen fark edilecektir. Mesela buraya kadarki kelimelere göz attığımızda, şunu hemen fark etmeliyiz. Kayyum, mevcudâtı ayakta tutuyor. Ayakta durmaları kıyam'dır. Tıpkı namazdaki kıyamımız gibi. Bir vakfı, kurumu ayakta tutan idareci kayyim'dir. Kıyâmet'te ölüler kabirlerinden kalkacak ve kıyâm edeceklerdir. İşte bundan önceki kelimeleri de bundan sonrakileri de bu tanımlar üzerinden birbirleriyle irtibatlandırmak, meseleyi daha iyi kavramamızı sağlayacaktır.
Bu kelimelere ekleyeceğimiz bir başka kelimemiz de "kıymet" yani bir şeyin taşıdığı değer, üstün nitelik, yüksek vasıf, meziyettir. Böyle olan kimseye de "kıymet" denmektedir. Beyyine sûresi 3. âyette: "Fîhâ kutubun kayyimetun" (O sahifelerde doğru, değerli kitaplar vardır) denilmektedir.
Karac'oğlan'ın bir dörtlüğünde kelime şöyle geçer: "Bilemedim ana baba kıymetin / Arkamızda karlıca bir dağ imiş"
Karac'oğlan'ın bu mısraları üzerinden düşünüp kıymetli olan (ana/baba), aynı zamanda ayakta/kıyamda/hayatta olandır, ölmüş ana babanın kıymetini bilmenin bir kıymeti var mıdır, diyerek küçük bir yorum yapabiliriz. Böylece aynı kökten gelen kıymet kelimemizi bağlantı kurmak üzere diğer kelimelere hemen eklemiş oluruz.
Kıyam'dan gelen bir başka kelimemiz de "istikâmet"tir. Allah'ın emrettiği şekilde hareket etme, tâat ve ibâdetini edâ edip yasaklanan şeylerden kaçınma, sırât-ı müstakim üzere bulunma, yön, cihet, doğruluk, dürüstlük gibi manalara gelen istikâmet kelimesi, Fussilet sûresi 30. âyette şöyle geçer: "İnnellezîne kâlû rabbunâllâhu summestekâmû tetenezzelu aleyhimul melâiketu..." (Haberiniz olsun ki «rabbımiz Allah» deyip de sonra doğru gidenler yok mu, onların üzerlerine şöyle melekler iner...)
Fuzûlî'nin bir gazelinde: "Sanmanuz kim geceler bîhûdedür efgânumuz / Mülk-i ışk içre hisâr-ı istikamet beklerüz" (Geceleri beyhude feryat ve figan ediyoruz sanmayın. Aşk memleketi/ülkesi içinde doğruluk/istikâmet kalesini bekliyoruz.)
Hûd sûresi 112. âyette geçen "istikâmet" kelimesini, lafzı ve mânasıyla Türkçede kullanmaktayız: "Festekim kemâ umirte..." (Artık emrolunduğun gibi istikamette bulun)
Doğru, düz, gerçek, hak, doğru yolda olan, dürüst, namuslu manasına gelen "müstakim" kelimemiz, aynı kökten gelen diğer kardeşleri gibi hem Kur'ân'da, hem de Türkçede mevcuttur.
Kelime, Fâtiha sûresi 5. âyette: "İhdinâs sırâtel mustakîme". (Hidayet eyle bizi doğru yola) Yâsin sûresi 4. âyette: "Alâ sırâtın mustakîmin. (Bir sıratı müstakîm/dosdoğru bir yol üzerindesin) şeklinde geçer.
Fuzûlî'nin şu beytinde müstakim kelimesi, sıhhat manasında (bir tıp terimi olarak) kullanılır. "Işk derdinden olur âşık mizacı müstakim / Âşıkun derdine dermân etseler bîmâr olur" (Aşk derdi, âşığın sıhhatidir. Âşığın derdine derman etseler âşık hasta olur.)
Türkçede yukarıdaki kelimelerle aynı kök üzere kullanılan bir diğer kelime "Kâim"dir. Kâim: ayakta duran, kıyam'da bulunan, başka bir şeyin veya kimsenin yerine geçen, dik, devam eden, namaz kılan, vaktinin çoğunu namaz kılmakla geçiren gibi anlamlara gelir. Allah'ın herhangi bir dış sebebe muhtaç olmaksızın kendi kendine mevcut bulunduğunu ve böylece varlığını devam ettirmekte olmasına da "kâim bizâtihî" denmektedir.
Çok dindar kimseler için halk arasında, basma kalıp şeklinde: gündüz sâim (oruçlu), gece kâim (namaz kılan), denilir.
Kâim, kelimesinin, Zümer sûresi 9. âyetteki kullanımı şöyledir: "Em men huve kânitun ânâel leyli sâciden ve kâimen yahzerul âhırate ve yercû rahmete rabbihî..." (Yoksa o, gece sâ'atlerinde secde ederek, kıyamda durarak ibâdet eden, âhiretten korkan, daima vazifesini yapan ve Rabbinin rahmetini uman gibi midir? De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak sağduyu sâhipleri öğüt alır)
Hûd sûresi 100. âyette: "Zâlike min enbâil kurâ nekussuhu aleyke minhâ kâimun ve hasîdun" (İşte bu, medeniyetlerin mühim haberlerinden, sana onu kıssa olarak naklediyoruz: Onlardan kimi hâlâ ayakta, kimi de biçilmiştir) şeklinde kullanılmaktadır.
Halkın daha çok "kayme" diyerek telaffuz ettiği "kâime" kelimesi; resmi yazı, kâğıt para anlamlarına gelmektedir.
Vekil olarak birbirinin yerine geçen, bir ilçenin (kazâ) en büyük mülkî âmiri manasındaki "kaymakam" kelimesi de aynı kökten türemiş (kâim-makâm) birleşik bir kelimedir. "Kâim" kelimesi ile "makâm" kelimesi "bir mevkide, bir yerde duran" manasıyla birleşmişlerdir. Kâim kelimesinden, ayrıntısıyla bahsettik. Peki "makâm" ne demek?
Kıyam kelimemizle aynı kökten gelen "makâm" kelimesi, dur-acak yer, durak mekân, mahal, devlet kademesinde yüksek mevki, içinde yatan bulunsun bulunmasın peygamber, velî vb. büyük bir zât adına yaptırılmış türbe, mûsikîde bir durakla bir güçlünün etrafında onlara bağlı olarak kümelenen ve belli bir seyir gösteren seslerin genel durumu ve tasavvufta ise sâlikin (yolcunun) Allah yolunda ulaştığı mertebe anlamlarına gelmektedir.
Fuzûlî bir beytinde: "Vâdî-i vahdet hakîkatde makâm-ı ışkdur / Kim müşahhas olmaz ol vâdîde sultandan gedâ" (Vahdet vâdisi hakikatte aşk makâmıdır. O aşk makâmı ki orada sultanla dilenci ayırt edilmez) diyerek tasavvuftaki bu yüce makâma işaret etmektedir.
Hz. Muhammed (A.S)'ın yüce makâmı için makâm-ı mahmûd denilir ki İsrâ sûresi 79. âyette: "Ve minel leyli fe tehecced bihî nâfileten lek(leke), asâ en yeb’ aseke rabbuke makâmen mahmûden. (Geceden de sana mahsus fazla bir namaz olarak uykudan kalk, Kur'an ile teheccüd kıl, yakındır ki rabbin seni bir makâm-ı mahmud'a / güzel bir makama ulaştırması umulur) şeklinde geçer.
Toplantı, meclis, bir mecliste yapılan konuşma ve sohbet yazısı, makale, hikaye anlamına gelen "makâme" kelimesi de aynı kök üzere Türkçede yer almaktadır. "Makâmat" ise mûsikide kullandığımız "makâm" kavramının çoğuludur. Yahya Kemal'in bir gazelinde kelime şöyle geçer: "Cümle ervâh-ı makâmat açılır arşa kadar / Rast, Mahur ile Uşşak, Muhayyer'le döner"
Farz namazlarından önce "namaz başladı" anlamına gelen "kad kâmeti's-salâh" cümlesi ilâve edilerek okunan ezandaki "kâmet" kelimesini; Türkçede "boy, endam" manasında da kullanmaktayız.
Muhibbî mahlaslı Kânûnî Sultan Süleyman, şu beytinde her iki kelimeyi cinaslı bir şekilde kullanmıştır: "Mescidde eğer görse müezzin o kâmeti / Kendin yitire anmaya hergiz o kâmeti" (Müezzin, o endamı olan/sevgiliyi mescidde görse kendini kaybeder, kâmet getiremez)
Fuzûlî, aynı kökten gelen kâmet ve kıyâmet kelimelerini şu beyitte bir arada kullanarak (iştikak) edebi bir sanat yapmaktadır: "Mahşer günü görem derem ol serv-kameti / Ger anda hem görünmese gel gör kıyameti" (O servi boylu sevgiliyi mahşer günü göreyim derim. Eğer sevgili, o günde de görünmese gel de asıl kıyameti o zaman gör.)
Türkçede bir şeyi, diğer bir şeyin yerine koymaya "ikâme" bir yerde yerleşip oturmaya "ikâmet" bir yere yerleşen, ikâmet eden, seferî olmayan kimseye de "mukîm" demekteyiz. Hepsi de kök itibariyle ortaktır.
Fuzûlî'nin bir beytinde kelime şöyle yer alır: "Mümkin degül cihânda Fuzûlî ikametin / Bîhûde sen bu merhaleyi mesken eyledün" (Ey Fuzûlî, senin dünyada oturup kalman, ikâmet etmen imkânsız. Sen bu konak yerini yani dünyayı, kendine beyhûde yere, boşuna bir ikâmet eyleyecek yer yaptın)
"Bedâva sofraya düştün mü hoş geçer ramazan / Misâfirim diye insan mukîm olur bâzan" (M. Âkif)
Furkan sûresi 66. âyette: "İnnehâ sâet mustekarran ve mukâmen" (Hakikat o cehennem, ne kötü bir karargâh ve ikâmetgâhdır) denilmektedir.
Tevbe sûresi 68. âyette: "Vaadallâhul munâfikîne vel munâfikâti vel kuffâre nâre cehenneme hâlidîne fîhâ hiye hasbuhum, ve leanehumullâhu ve lehum azâbun mukîmun". (Allah, Münafıkların erkeğine, dişisine ve bütün kâfirlere ebedî olarak Cehennem ateşini va'd buyurdu; o onlara yeter, Allah onları rahmet sahasından uzaklaştırdı ve onlar için mukim bir azab vardır)
Yukarıda zikrettiğimiz kelimelerle aynı kökten (soydan) gelen Türkçedeki bir başka kelimemiz de "kavim" (çoğulu akvâm)dir. Aynı soydan gelen, dil, töre ve kültürleri ortak olan insan topluluğu manasına gelen bu "kavim" (kavm) kelimesi; yine kıyam'dan gelen, doğru, dürüst anlamında kullanılan kavîm kelimesiyle karıştırılmamalıdır. Fikr-i kavîm, doğru fikir; tercih-i kavîm, doğru tercih manasına gelmektedir.
"Kavmiyât" etnografya; "kavmiyet" ise bir kavimden olma, kavme bağlılık manasındadır.
Karşı koyma, boyun eğmeme, direniş anlamındaki, "mukâvemet" ile dayanıklı, sağlam demek olan "mukâvim" kelimeleri de kıyâm'dan gelmektedir.
Çok doğru, manasındaki "akvem" kelimesi de Şeyh Gâlib'in mısralarında şöyle yer alır: "Secde-fermâ-yi melek zât-ı mükerremsin sen / Bildiğin gibi değil cümleden akvemsin sen" (Meleğin secde ettiği saygın bir zâtsın sen, bildiğin gibi değil cümleden daha doğrusun sen)
İsrâ sûresi 9. âyette: İnne hâzâl kur’ âne yehdî lilletî hiye akvemu ve yubeşşirul mu’ minînellezîne ya’ melûnes sâlihâti enne lehum ecren kebîren. (Haberiniz olsun ki bu Kur'an, insanları en doğru yola hidayet eder ve salih salih ameller yapan mü'minlere müjde eyler ki kendilerine büyük bir ecir vardır)
"Bir sıvının koyuluk derecesi, her şeyin kendine göre olan en uygun derecesi ve zamanı, istenen ölçü, direk, dayanak" manasın gelen "kıvam" kelimesi de yukarıda saydığımız kelimelerle aynı kökten gelmektedir. Meselâ bir şey, "istikâmet"ten şaşmamışsa o şeyin aynı zamanda belli bir "kıvam"da kaldığını söyleyebiliyoruz. Bu gibi yorumları yapabilme imkânını sağlayan şey, kelimelerimizin birbirleriyle olan akrabalıklarını gözetmemiz.
"Takvim" kelimesi de aynı kök üzerine türetilmiştir. Sözlükte, zamanı yıl ay ve günlere göre ayıran sistem; veya o sistemi gösteren kitapçık, bir işin gelişme safhalarını, zamana bağlı olarak gösteren program; doğrultma, düzeltme, tertip ve tanzim etme; kıymetini belirleme manalarına gelen "takvim" kelimesi, Tîn sûresinde: "Lekad halaknâl insâne fî ahseni takvîmin" (Ki biz insanı en güzel bir biçimde yarattık) şeklinde geçmektedir.
Elmalılı Hamdi Yazır, ahsen-i takvîm'i açıklarken insanın "Belinin doğrulmasını, kâmetinin istikâmetini" işaret ederek "Gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek ahlak ve maneviyat itibariyle ruhânî bakımdan, insan en güzel bir kıvama erebilecek, en güzel bir biçimde yaratılmıştır." demektedir. Buradan yola çıkıldığında, insanın yanlış zamanda dünyaya gelmişim deme hakkı var mıdır? Allah, insanı en uygun zamanda (ahseni takvîm) yaratmaktadır.
Fuzûlî "takvîm" kelimesini şu beyitte, yukarıdaki âyete telmih olarak kullanmıştır:
Seninle ettügiyçün da'vî-i takvim hüsn içre / Felek ta'zîr edüp Leylîni rusvâ-yı cihân etmiş (Felek, Leyla’ yı güzellikte seninle biçim ve şekil yarışına giriştiği için kusurlu bulmuş, azarlamış ve dünyâya rezil/rüsvâ etmiştir.)
Bu yazı boyunca her ne kadar belli bir takvîm takip edemesek de okuyucuya Türkçe üzerinden elbet işaret etmek istediğimiz bir istikâmet var. Türkçenin kıymet'i bilinmemekte, onun kıyâmete kadar korunacak Kur'ân-ı Kerîm ile kâim bir lisan olduğu göz ardı edilmektedir. Bunu, kavmiyetçilerin yaptığını söylemek, meseleyi hafif kılar. Zirâ İstiklal Harbi'nde, bu vatanda mukîm olamayacağını anlayanlar, Türkçemiz yerine başka bir lisan ikâme etmeye çalıştılar. Değil Türkiye'de buna karşı kıyâm edecek bir kimse, mukâvemet edecek kimse dahi bırakılmadı. Mehmet Âkif, yüksek bir makâm ve birçok kâime (kayme) elde edebilecek iken gitti, ikâmetini Mısır'a aldırdı. Bu durum, Türkçe'nin de Türkiye'de ikâmet ettirilmeyeceğinin işaretiydi. Akif için akvem olan buydu belki.
Ya geride kalan kavim?
"Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli" iken câmilerde ezan-kâmet yasaklandı. Hafız Sadettin Kaynak hicaz makâmı ile Türkçe ezan okuyordu, bu hâliyle ezan kıvâmını bulur zannediliyordu. Ezan güya Türkçeleşmişti, ezan Arapça mıydı?
Hayır!..
Kayyum olan Allah'ın Türk milletini müstakim bir yola sevk etmesi için bahşettiği Ezân-ı Muhammedî, öz-Türkçe'ydi.
#