Misafir Kalem / Ahi Naci İŞSEVER
YAĞMUR
Taraklı ve Taraklılı deyince, aşağıdaki iki mısrağı anımsar, kudretten "cezalı bir şehir" olduğuna inanasım gelir. Bu önyargı Taraklı çocuklarının çoğunda vardır. Göynüklüler daha Osmanlı ve mağrur, Geyve müdânasız şehirli havasındadırlar. Feleğin bize haksızlık ediliyor zannettirmesidir "hak" gösterilen ki budur, gerçek haksızlık. Hazımsız aydınlar, bizim bu derdi-mize "aşağılık kompleksi" diyorlar. Aşağıdaki beyitin şairi Ziya Paşa da bakın, evrensel haksızlığa "kader" diyerek geçiştiriyor:
Bi-baht olanın bağına, bir katresi düşmez,
Bâran yerine, dürr-ü güher yağsa semâdan.
Türkçe'si : "Talihsiz ve bahtsız olanın bağına, gökten yağmur gibi mücevher yağsa , o yağmurun bir damlasını bahçenize düşüremezsiniz.
Türk Edebiyatı'nın esas sermayesi, "bizi kuşatan doğadan esinlenerek anlatılan," öykü-lerdir, Bunlardan biri de, Fatih Sultan Mehmet'in Hocası, Akşemsettin Hazretleri'ne atfedilenidir.
Şöyle ki:
İstanbul alındıktan sonra, Taraklı'dan sessizce geçen âlimi, beldenin sakinleri farketmemişler ama, kasabanın "evliya mangası saf tutup", kendi lisanlarıyla onları ağırla-mışlardır. O nedenle, orta çağda bazı kavimlerin yok oluşlarının nedeni, İLİMSİZLİK ve CEHALET -TİR.
Taraklılı deyince, "saflığımız" akla gelir. Manav olduğumuzu konu komşudan duyarız. Taraklı'da olaylar solunup yorumlanırken, önemli olanı çehremizden okuyabilirsiniz. Manav oluşumuzu, "mahallin sebze satanı olarak" anlayanlar, bizimle karşılaştıklarında, destur çekip, hizâya gelenlerdir. Manav denilince, Asya'dan Anadolu'ya akan suvarilerin, gidişi imâ edilir. Şair Nazım Hikmet'in "yeleli kısrak başı" dediği kertede, atından inmeden yerden su içen suvari anlaşılır.
Anımsarım,
Taraklı 'da, Hacı Rıfat'ın Selehattin vardı. Zenginliğinin bittiği, batık hesaplarının alacaklısı görünen bu adam, devletle ödeşebilmek için, düzmece kırediye düşmüştü. Taraklı'da "erik" kurutma fabrikası yaptırıp" kurtulacağını sandırdı. Tek partili günlerde, Hamal İbrahim'in Yukar Cami'ye yapışık, eski mezarlığın ortasına, kendi başına yaptığı o eve yakın bir yerde bu fabrikamsı binayı yaptı.
Hacı Rıfat'ın Selehattin'in alacağı "banka kıredisinin dedikodusu", Taraklı'yı kasıp kavurduğu ibretlik günlerdeyiz. Şöför İbrahim'in oğlu rahmetli Çömez Mehmet (Fıkıh alimi ) ve ben, yaptığımız ürkek dedikoduların hepsini de zaman, doğru çıkardı.
İşte "yalaza" diyorsunuz ya? Buyrun başlıyalım.
"1950 - lili yılların" ortalarındayız. Hacı Rıfat'ın (Hacirfet) Selâhattin, Taraklı'da tahayyül-lerimizi zorlayan, "bir erik kurutma fabrikasının" açılışını da yaptıracaktı ya ? İşte o günlerde Fabrikanın ilk denemelerinin sonuçları, Taraklı'yı kasıp kavurduğu günlerdeyiz. Yetmiş ya da yetmişe yakın (68) metrekârelik bir büyük !.. fabrika bu.
Taraklı'daki özel teşebbüsün Manav Çalımı (versiyon) da böyle oluyor. İzzet Çavuş'un Kahvesi girişinde, arabacı Öteyüzlü Şükrü'nün Kafası'na güğüm vurulduğu sene bu. Biz Manavlar, "eriğimiz kurutulduktan sonra para edecekmiş diye süslenirken", onun Taraklı halkının (Manavların) gözü önünde kotarılıp devşirilen "bir kredi soygunu olduğunu" her zaman olduğu gibi Manavlar'dan sonra, sağır sultan'dan duyduk.
...
Bugün Taraklı'da konuşulacak gündemin "ne olması gerektiğine," kendi partisine danıştıktan sonra karar veren, Sofu İsmail, yaratılışındaki çalımdan da esinlenerek, akşam yemeği için Rahmetli Boduk Kâzım'dan kalma yeni fakat gergin ve peşin bir çalımla, günlük işlerine nihayet karar verebildi.
Nalbant Naim'in, Amcası Nalbant Nail Efendi'nin, pazarcı otobüsünün, yani "oto- pazar'ın" nasıl çalıştırılacağını kendilerine sormadığımız için, söylüyorum :
Sen "otopazar" ya da "pazarto" (Pazar Oto) da denen kamyonla, müşteriyi pazara, pazarı da müşteriye getirip götüren, bir işlevi var bu kamyonumsu otobüsün.
Nail Ağabey, rahmetli olduktan sonra, dükkanın tasfiyesiyle "çolak Saadettin'den başka" baba dostu çıkıp ta ilgilenmedi. Nalbant Osman ve Naim nerde, ne yapıyorlar diye soracaksınız ya ? Onların akrabalığı, birbirlerinden uzak durmalarını gerektirir. Zira İğdelik'te bulunup da, "tek yanlı dedikodusu yapılan gömünün" bildik öyküsüdür Osman Ağabey'i bunaklaştıran. Taraklı eğer lüzum gördüyse, böyle öyküler uydurmayı sever ama, halkımıza sorarsan bildiğin gibi değil. Osman Abi aklı başındayken "bişey deycem emme" diyerek, Nalçacı Naim'in pastacı dükkanında bana anlattıydı.
...
Pamukova'dan getirdikleri "Hala Kavunları'nı" satarlardı. İyi ve gayretli esnaf olsun diye, daha çocuk yaşta iken, gün gelir "kocayacağını da unutan" Nalbant Naimi'in Babası Nal-bant Osman, küçük yaştaki oğlu Naim'in kulağına "kar suyu gibi", esnaflık fısıldardı. Osman Abi, bugün adam olmuş Naim'i, bereket ki yaşarken gördü.
Naim'e bugünkü karakter (haftalık resim) ve imajı (etkin gölge), nasip eden cenâbı hakkın, kendi (Osman Ağabey) için dilediği "uzun ömrün" kıymetini unuttuğu günlerde, hani tam da "gün görecekken," yaşı da ilerleyince, ba'ya "bunadı".
İnsan ömrünün uzun olmasının da hayra alamet olmadığını gördük. Osman Ağabey'in (has komşumdur) bunamasına yakın günlerde, yaşamın gereksizliğini konuşur, buna bizi de inandırıp Taraklı'yı da düşündürür-dü. Onda bunamasından önceki "inanç" ve her kişide rastlanmayan "iman," onun kalitesidir. Onu bunaklaştıran "evrensel esrârı" öğün" yemeği gibi ara vermeden solursa kişi, o zaman bunar. Osman Ağabey'de bunu yaşadık.
İşte tam da o günlerde Taraklı Kültürü, insanın parası ile değil de, "paranın insanı ile" sınanması gereğine inanan Emin Nori Efendi'yi, günaha sokup, üstüne vazife olmayan işlere karıştırdı. Bakın.
"Göynük Eriği'ni" gözünüze batırasıya tutup göstererek: "Memur Bey, Babamla müştereken mütelâa edip, mutabık kaldığımız gibi, beraberce sınadık. Müteâkiben de (aka-binde) (sonrasında) saydık. Müstahsilin (üreticinin) de ikrar (dilden kabul) edebileceği gibi, gördüğünüz bu erikte, "suyun kaynamasından" sekiz saniye sonra tezâhür (oluşan) eden değişikliğe bir bakıp , zapta geçirmeden önce, lüzumsuz yere kalabalık edenleri, uzaklaştırır mısınız? demez mi ? Dilinde şakıyan Türkçe, hiç de Taraklı Türkçe'si değildi. Taraklı Ağzı'na (Lehçe) ancak, "Çınar Dibi'nde" rastlanabilinirdi.
Türkiye geneli, hem de televizyon kanallarında, umuma yutturulan Taraklı'nın günlük yaşantısında yapılması mutad olan , alışılmış şakalaşmalara, YALAZA diye memleketi kasıp kavurdular. Dikkat edin lütfen. Memleketin geneline yutturulan, -üstünüze üstlük- , cehaletle beslenmiş, "yalaza anlatımlarına" "dişi desen" (kız - kadın) de desen, sokul-ma-ma-lıdır. Ama bilhassa sanki gıcık vermek için sokuyorlar. Nedeni Müslüman Türk toplumunun "gıcık alıp uyuz olacağı damarı bulup keşfettiler". Yalaza'da "en önemli rol" sanki taktimci gibi erkekte olması gerekirken, Taraklıda çevrilen dizilerde hakim olan "dişi desen", gümrüğümüzü kaşımaktadır.
...
Felek, "Cozuk Hayatî Amca'yı", Odabaşı Saim'e dünür etti. Bilirsiniz Cozuk Hayati anlatılmazsa, Taraklı sakat ve noksan kalır. Çalgılı bir düğündü. Odabaşı Saim, önceleri Akay-lar'ın olan, "...o dükkanın önünde...", birzamanlar Taraklı'nın Kâbesi sayılan o yerde, kurulmuş, oturuyor. Lafa düşkünüz ya? Ona yaklaşıp konuşturmak istedim. Geldiğimi görünce eliyle işaret ederek, beni durdurdu. Baktım ağlıyordu.
Çozuklar, Baba Oğul karaişin, sembolüydüler. Heykelleşmelerini şimdilik, istememişler. Onlar capcanlı aramızda gezerken de, "heykel" gibiydiler. Velhasıl Taraklı her zaman, Manav saflığını bozmadı ve Manav kaldı. Benim yalaza diye arz ettiğimi, bir kenara bırakın, "şu iki üç aydır" Türkiye'yi kasıp kavuran beyaz perdedeki "YALAZA" serisinde anlatılanların "yalazayla" ilgisi yoktur, siz bu kıyâmet alâmetini yazın.
Ahi Naci İşsever
#