Geri

Nanyemez Baba’nın İsmi Etrafındaki Çıplak Davar Çobanları Deprem mi Bilir? (27)

Mustafa Özbilge'nin yeni yazısı yayında.
Mustafa Özbilge Mustafa Özbilge
Yayın: Güncelleme:

Çocukken hacıannem ve annem tarafından ezberletilip okutulan yarı Türkçe, yarı Arapça dualar vardı. Gece yatmadan evvel okutulan şu pek sade duada, benim için uzun yıllar ne anlama geldiğini bilmediğim çok ilginç, hatta şifreli kelimeler gizlidir:

Allah’ım sensin
İsm-i Azemsin
Ben (bir) buna daldım
Yardımcım sensin

Bu yazıda önce üçüncü mısradaki, sonra da ikinci mısradaki kelimeye yöneleceğim.

Yukarıdaki dörtlük, muhtemelen Taraklı’da birçok kadının bildiği, dilden dile aktarılmış çok eski bir duadır. Beş heceli, tek dörtlükten oluşan bu manzum duanın üçüncü mısraında, “buna” daldım, diyor. “Bu-” işaret zamiriyse ardından kaynaştırma eki (n) ve yönelme hal eki (-a) de almışsa benim burada anlamca olumsuz bir şeye dalmam gerekiyor. Ama neye daldığım belli değil.

Hayır, durum böyle değil.

Derleme sözlüğü “bun” sıkıntı demek diyor. “Bungun” ise sıkıntılı. Göktürk Kitabeleri’nde de geçen bir kelimeyle karşı karşıyayız. “Bunmak” azımsamak, küçümsemek, beğenmemek demek. “Buldun da “bun”uyor musun?” cümle kalıbında tam da bu manada kullanılır.

Öyleyse şifrenin bir kısmı, kırk yaşıma ramak kala çözülmüş gibi duruyor. “Ben bir buna/sıkıntıya daldım/Yardımcım sensin.” Bunamak ve bunalmak kelimelerinin de bizim duadaki “bun” kelimesiyle sıkı irtibatı olduğunu söylemek zor olmasa gerek.

Belli bir yaştan sonra insanlarda, beyin hücrelerinin ölümü neticesinde bunama (demans) gerçekleşebiliyor. Nörolojik bir hastalık olan Alzheimer da bunamanın bir türü olarak görülüyor. Düşünce, bellek ve davranış fonksiyonlarında azalmaya neden olan bu hastalığın birçok belirtisi var. Beni ve bu yazıyı doğrudan ilgilendiren semptom, “kişinin iyi bildiği yerlerde kaybolması”dır.

İyi bilmek iddiasında bulunmasam da bildiğim bir yerde kaybolmakla alakalı bir hikâye anlatacağım. 2003 ve 2008 yıllarında Van’a gitmiştim. Her ikisinde de on beş, yirmi gün kaldım Van’da. Geleneğimizde sılayı rahim denilen akraba ziyaretleriydi maksadım. Şehri, hem yayan olarak hem de belediye otobüsleri için aldığım bir koçan biletle fırsat buldukça mahalle mahalle gezdim.

Akrabalarım şehrin merkezinde oturuyorlardı. Tek katlı, iki katlı bahçeli, avlulu evler… Bazıları beton, bazıları kâgir ve toprak evlerdi bunlar. Kayısı, elma, dut, erik ve asma ağaçları vardı evlerin bahçelerinde. Ruslar ve Ermeniler, bölgeden 1918’de çekilirken yakıp yıktıkları klasik tarihi Van evlerinden bahsetmiyorum. Sonradan inşa edilmiş bugün de Anadolu’nun her köşesinde görebileceğiniz geleneksel, tek veya iki katlı bahçeli evleri kastediyorum.

Birbirlerinden bahçe duvarlarıyla ayrılmış, kimsenin kimseye rahatsızlık vermediği bu evler; önlü arkalı, sokakları ve mahalleleriyle şehrin meskûnunu oluştururlardı. Sokaklar boyunca akan kanaldaki suyla bahçeler sulanırdı. Bazı evlerin bahçelerinde su kuyuları vardı. Bir hafta suyun gelmediği bir zamana rast gelmiştim mesela. İnsanlar, kuyusu olan komşularına gidip bidonlarını dolduruyorlardı. Babaannemin arka bahçesindeki vişneyi yemeğe komşunun çocukları büyük bir iştahla gelir, akşam kıpkırmızı sevinç bulaşmış yüzleriyle inerlerdi ağaçtan.

Hasta ziyaretinden, yardımlaşmadan, kısaca insanların mahalle içerisinde birbirini bilmesinden uzun uzun bahsetmeyeceğim. Asıl söylemek istediğim, “kişinin iyi bildiği yerde kaybolması” şeklinde belirti gösteren ve benim kendi kendime teşhisimi koyduğum, hala atlatamadığım bir nevi Alzheimer hastalığım.

Sene 2018, uzun zamandır hasta olan babaannemin vefat haberini aldık. Uçaklarda yer olmadığından hemen yola çıktık arabayla. İşte benim hastalığım Van’a on yıllık bir aradan sonra girmemin hemen ardından nüksetti. Taksinin şoför mahallinde ben vardım; ama belleğimde gideceğim adreslere dair en küçük bir iz yoktu. Babam şuradan, şuradan diyerek refakat etmeseydi ya arabayı kenara çekip navigasyon yardımı alacaktım ya da semâ’ya doğru yükselip şehri kuşbakışı görebilmek için Erek Dağı’na tırmanmak zorunda kalacaktım.

Bu şehre dair her şey zihnimden silinmiş, sıfırlanmıştı adeta. Her yer büyük büyük bloklarla doluydu. İnsan, önceden bilip de sonradan unuttuğu durumlarda, hatırlamaya zorlarken zihnini, eğer geri getiremezse bir şeyleri, psikolojik açıdan da bir bunalıma giriyor. Bunaklardaki asabiyet, bilmem buradan mı geliyor?

Cenaze namazını Boyalar Camii’nde kıldık, babaannemi de Şabaniye Mezarlığı’ndaki aile kabristanına defnettik. Çoğunlukla Hafıziye Camii/Nanyemez Baba civarında kalır akrabalarımın evleri. 2012 yılında merkezden türetilmiş bir ilçe olan İpekyolu’nun bilindik bir mahallesidir buralar. Halilağa Mahallesi.

Yedi, sekiz katlı, çok daireli bir bloğun zemin katı, taziye için tahsis edilmişti. Fatihalar okunduktan sonra gördüğüm her bir akrabama usanmadan sordum:

-Şimdi sizin eviniz nerede?
-Şu karşıdaki bloğun yedinci katında, arka tarafa bakan cephede.
-Eski evinize ne oldu?
-Onu müteahhide dört daire karşılığı verdik.
-Hımm…

-Ya sizin ev nerede?
-Aynı yerinde!
-Nasıl aynı?
-Daire karşılığı verdik, ikisi kirada, diğerinde ise kardeşlerim kalıyor, bildiğin yerde.
-Hııı!

Bütün bu soru-cevap faslı “Kişinin bulunduğu ortama adapte olmakta zorlanması” denilen Alzheimer rahatsızlığının bir başka alametini tezahür ettirdi bende.

Sadece bizimkilerden on beş kişinin, on beş müstakil evi yoktu artık. Müstakil evler, bir vebalı gibi görülüp neredeyse tamamen silinmişti. Bahçesi, komşusu, avlusu, tevazuu, kültürü hepsi yitip gitti. 2011 Depremi’nden sonra her şey sil baştan değişmişti şehirde. Müteahhitlerle yapılan kişiye sınıf atlatan kârlı bir takas süreci yaşanmıştı. Bire dört, bire beş, bire altı daire alıyordu insanlar. Buna ek olarak da başka şehirlerden, ilçelerden, köylerden ve Vanlıların bilmedikleri ülkelerden gelen apartman sakinleri…

Faruk Alaeddinoğlu ve arkadaşları “2011 Van Depremi ve Kentsel Nüfusta Mekânsal Farklılaşmalar” isimli 2016’da yayınlanan makalesinde şu tespitlerde bulunuyor:

“Kentin kurulduğu alanın neredeyse tamamı alüvyal malzemeyle kaplı olmasına rağmen, mahallelere göre ağır hasarın dağılımının verildiği haritaya bakıldığında, ağır hasarlı bina sayılarının bazı mahallelerde yoğunluktayken bazı mahallelerde ise daha az olduğu dikkati çekmektedir. Depremden dolayı ölüm ve hasar, fakir mahallelerde daha azken gelir düzeyinin daha yüksek olduğu merkezi mahallelerde, ölüm ve hasarın yoğunlaştığı görülmektedir. Konu hakkındaki genel kanı, depremden en ağır şekilde etkilenen mahallelerin gelir durumu daha düşük mahallelerde olması beklenirken ağır hasarlı binalar, gelir durumunun daha yüksek olduğu merkezi mahallelerde yoğunlaşmıştır. Çevre mahallelerde hasar durumunun daha az olmasında binaların çoğunlukla 2 ve 3 katlı olması etkili olmuştur. Jeolojik olarak dolgu malzeme üzerinde kurulan kentte çok katlı binalara imar izninin verilmesi gelir düzeyi daha yüksek merkezi mahallelerde can ve mal kaybını artırmıştır.”

İnsanların bir kısmı bilimsel araştırmalar sonucu yazılmış makalelerden yapılan alıntıları önemsiyorlar. Ben de yazdıklarımın kurmaca mı gerçek mi olduğu şüphesini biraz olsun dağıtsın diye yer yer böyle yapacağım. Bu makaledeki harita ve istatistik verileri de alıntılayabilirdim ayrıntısıyla ama meraklıları internetten çok rahat ulaşabilir bunlara diye düşündüm.

Ne diyor makale? Depremden dolayı ölüm ve hasar; fakir mahallelerde azken, zengin mahallelerde çok diyor. İki üç katlı evlerde hasar azken çok katlı binalara imar izni verilmesi, zenginlerin yaşadığı merkezi mahallerde can ve mal kaybını arttırmıştır diyor.

2011 Van Depremi’nde akrabalarımdan hiç kimsenin burnu bile kanamadı. Hemen hepsi müstakil evlerinde mukimdi. Şimdi hiçbiri değil. Tamamı kat karşılığı olarak verdi o bahçeli canım evlerini. Baktım bizim akrabaların çoğu şen ve mutlu halinden. Biri hariç hepsi memnun. O, çocukluğundan beri asabiyet üzerine tedavi gören bence meczup, başkaları ne der bilmiyorum, babamın amcası oğluydu. Taziye yerine geldiğinde, akrabalar biraz da takılmak için, bunu tanıyor musun, diyerek beni gösterdiler. Onları şaşırtırcasına Ahmet abinin oğlu Mustafa, dedi. Abi nasılsın, dedim. Kötü, dedi. “Nasıl iyi olsun?”

“Bizim şurada su kanalı akardı. Sen biliyorsun. Geceleri kanalın orda semaver yakardık, ateş yakardık, çekirdek yerdik, muhabbet ederdik. Şimdi kimse kimseyi tanımıyor Mustafa! Ne selam ne sabah… Aha bizim bina! Bir daireye sıkıştık. Kimi tanıyorum ben? Hiç…”

İkindi namazı için taziye evinden (dairesi mi demeliyim) çıktım ve en iyi bildiğim yeri, Nanyemez Baba’yı tarif üzerine bulmaya çalıştım. 1989 yılında bile bu camiye (Hafıziye Camii) büyüklerimin elinden tutup gittiğimi çok iyi hatırlıyorum. Ancak şimdi durum çok farklı.

Yoldan geçenlere sora sora Hafıziye Camii ve haziresindeki Nanyemez Baba Türbesini nihayet buldum. Türbenin alanı oldukça küçültülmüş yahut önünde ve arkasındaki devasa binaların kibri altında benim gözüme öyle görünmüştü. Nanyemez Baba kimdir? Bileni az, seveni çok muhterem bir zat…

Farsçada, Kürtçede, Türkçede “nan” ekmek demek. Biz Türkçede, bir iyiliği unutan, yadsıyan kimse için “nan-kör” deriz. Yani aldığı, edindiği nimeti göz ardı eden; “Nan u nemek hakkı” ekmek ve tuz hakkını gözetmeyen kimse…

Yöre halkı sıtma ve boğmaca gibi hastalıkların şifası için bu türbeye gelip dua edermiş Mevla’ya. Bu zatın hürmetine şifa dilermiş hastalarına insanlar. Hazret, hiç ekmek yemediği için tuz ile bastırırmış açlığını. İnsanlar da ekmek ve tuz bırakırlarmış türbeye çok zaman. Şimdilerde bırakılıyor mu bilmiyorum.

Bu yazıyı yazdığım saat 04.17 sularında başım dönmeye başladı. Uykusuzluktan tansiyonumun düştüğünü sanmıştım, ama avizenin ve perde zincirlerinin şiddetli sallanışından bunun bir deprem olduğunu anladım. Hemen bize (Patnos) en yakın deprem bölgesi olan Van aklıma geldi. Haberler merkezleri, Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesi olduğunu söyledikleri depremin 7.7 büyüklüğünde olduğunu yazıyor.

Kaynaklar, Maraş ismini her ne kadar Hitit devri kumandanına ve Asur kaynaklarındaki Markasi’ye dayandırsa da kelimeyi, aziz dostum şair Muhammed Yaşar’ın işaretiyle Arapçadaki “sallanmak, sarsılmak, titremek” manasındaki “raişe” fiiliyle beraber anmamızda fayda var. Birçok şairimizin şiirinde geçen sarsılma anlamındaki irtiâş kelimesi “İnce bir gölge irtiâş ediyor” mısraıyla Tevfik Fikret’te de geçer. 1114 yılındaki depremde tamamen harap olan Maraş’ın, ismi mekân olarak “sarsılan yer” anlamını, ismiyle müsemma olması üzerinden tekrar düşünebiliriz.

Kur’ân’dan Türkçe’ye, Türkçeden Kur’ân’a yazılarımızın yirmi yedincisi olan bu yazı; isim kelimesi üzerinedir. İkinci bölümde kelimelerin sözlük anlamını, Kur’ân’da ve Türk şiirinde nasıl geçtiğini anlatmaya çalıştıktan sonra, birinci bölümdeki meseleye değinmeye çalışacağız.

İsim kelimesi semâ’dan türemiştir. Kelimenin kökenindeki sümüvv fiili, göğe doğru uzayıp gitmek, yükselmek demektir. Kubbealtı Lugatı’nda İsim, “Varlıkları birbirinden ayırmaya, tek tek veya cins cins karşılamaya yarayan kelime, ad; kişi, kimse, insan; şöhret, nam; canlı varlıklarla nesneleri, kavramları, duyguları vb. belirtmeye yarayan kelime türü”dür.

En’âm Suresi 118. ayette kelime şöyle geçer:

“Fekulû mimmâ zukira-smullâhi ‘aleyhi in kuntum bi-âyâtihi mu/minîn”
(O halde eğer onun âyetlerine inanan mü'minler iseniz üzerlerine Allah ismi anılmış olanlardan yiyin).

Kelime, Nefî’nin bir beytinde şöyle geçer:

Her ne dersem İsm-i Azam gibi olur kârger
Ol kadar tazîm ile dinler sözüm ins ü perî
(Her ne dersem en büyük isim gibi olur etkisi; insan ve peri sözümü o kadar hürmet ile dinler).

İsim kelimesinin çoğulu olan esmâ “İsimler, adlar; Esmâ-i hüsnâ tamlamasının kısaltılmışı olarak Allah’ın en güzel isimleri” manasına gelmektedir. İsmiye “Adcılık, nominalizm”; İsmiyun ise “Adcılık görüşüne taraftar olan kimseler” anlamına gelir.

Kelime Bakara suresi 31. ayette şöyle geçer:

“Ve’alleme âdeme-l-esmâe kullehâ summe ‘aradahum ‘ale-lmelâ-iketi fekâle enbi-ûnî bi-asmâ-i hâulâ-i in kuntum sâdikîn”
(Ve bütün eşyanın isimlerini Âdem'e bildirdi. Sonra bu eşyayı meleklere göstererek, «Bunların isimlerini bana haber veriniz, eğer siz sâdık iseniz» diye buyurdu).

Kelime Şeyh Galib’in bir beytinde şöyle geçer:

Endîşe degil âlem-i manâdır bu
Esmâ deme kim ayn-ı müsemmâdır bu
(Düşünce değil, mana âlemidir bu; isimler deme, müsemmanın ta kendisidir bu)

“İsimler, adlar” manasına gelen esâmî kelimesi ile “Yeniçerilerin ana kütükte yazılı olan isim ve künyeleri; yeniçerilere, künyelerini ve hak ettikleri ulûfeyi göstermek üzere verilen kâğıt” manalarındaki esâme kelimesi de aynı kök üzeredir.

Kelime İzzet’in bir beytinde şöyle geçer:

Şu mertebe unudulmuş ki kimse yâd edemez
Esâmî-i selefi vakt-i iştihârında
(Şu mertebe unutulmuş ki kimse anmaz; şöhret vaktinde ataların isimlerini)

“Ad koyma, adlandırma, belli bir isimle isimlendirme; Allah’ın adını anma” manasındaki tesmiye kelimesi de aynı kök üzeredir. Kelime Necm Suresi 27. Ayette şöyle geçer: 

“İnne-llezîne lâ yu/minûne bil-âhirati leyusemmûne-lmelâ-ikete tesmiyete-l-unsâ”
(Evet âhirete imanı olmayanlar Melâikeye dişi adı takıp duruyorlar).

Müsemma kelimesi de aynı kök üzeredir. “İsimlendirilmiş, belli bir isimle anılmış, bir isimle isimlendirilen şey veya kimse; zâtına mahsus ilâhî isimlerle adlandırılmış olan Allah; belirlenmiş, tâyin edilmiş” manalarına gelen kelime, En’âm Suresi 2. Ayette şöyle geçer:

“Huve-llezî halekakum min tînin sümme kadâ ecelâ ve ecelun musemmen ‘indeh sümme entum temterûn”
(O, o Hâlık’tır ki sizi bir çamurdan yarattı, sonra bir eceli bitirdi, bir ecel de nezdinde müsemmâ, sonra da siz daha şüphe ediyorsunuz).

Kelime, Nefî’nin bir beytinde şöyle geçer:

Sühen ben olmasam manâda bir gencîne-i nâbûd
Kerem sen olmasan âlemde ism-i bîmüsemmâdır
(Manada ben olmasam söz, mevcut olmayan bir hazinedir; âlemde sen olmasan cömertlik; var olmayan bir isimdir).

Sümüv kelimesi de aynı kök üzeredir. “Yücelik, yükseklik” anlamlarına gelen kelime Nâbî’nin bir beytinde şöyle geçer:

Keffe-i i’tibârda birdir
Zâhir u bâtın u ulüvv ü sümüv
(İtibar kefesinde zâhir, bâtın ve ululuk ve yücelik birdir).

Semâ kelimesi, “Göğün görünen yüzeyi, gökyüzü; uzay, fezâ, gök; yer küresini çevreleyen hafif gaz tabakası, hava; yeryüzü üzerine kapanan ve kubbeyi andıran boşluk atmosfer; bir şeyin kendi varlığı içindeki uçsuz bucaksız genişliği; ruhların ve meleklerin bulunduğuna inanılan yedi gök katından her biri; eskiden dokuz tabaka olduğu farzedilen gök katlarından her biri, felek” manalarına gelir.

Bakara Suresi 59. ayette kelime şöyle geçer:

“Febeddele-llezîne zalemû kavlen gayra-llezî kîle lehum feenzelnâ ‘ale-llezîne zalemû riczen mine-ssemâ-i bimâ kânû yefsukûn”
(Derken o zulmedenler sözü değiştirdiler, kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle koydular, biz de o zalimlere fısk işledikleri için gökten bir murdar azap indirdik).

Avni (Fatih)’nin bir beytinde kelime şöyle geçer:

Âhum feleğe irdi yaşum dutdı cihânı
Hâlüme benüm şâhid olan ‘arz u semâdur
(Ahım feleğe ulaştı, gözüm yaşı dünyayı tuttu; benim halime şahit olan yer ve göktür).

Semâ kelimesinin çoğulu semâvât’tır. “Göğe âit, gökyüzüyle ilgili; Allah’tan gelen; ilâhî; İlâhî büyüklük ve yüceliğe yakışır güzellik ve mükemmellikte olan, insanüstü, olağanüstü” manasına gelen semavî kelimesi de aynı kök üzeredir.

Yûsuf Suresi 105. ayette kelime şöyle geçer:

“Vekeeyyin min âyetin fî-ssemâvâti vel-ardi yemurrûne ‘aleyhâ vehum ‘anhâ mu’ridûn”
(Göklerde ve yerde nice ayet(ler) var ki onların yanından yüzlerini çevirerek geçerler).

Mesihî’nin bir beytinde kelime şöyle geçer:

Âyîne-i sipihre nazar kılsa dikkatün
Yüzden muhadderât-ı semâvî açar nikâb
(Talihin aynasına bakıp ilgi gösterse; semavî, iffetli kadınlar yüzden örtüyü açar).

“Yüksek, yüce, âlî” manasındaki sâmî kelimesi de aynı kök üzeredir. Kelime Nefî’nin bir beytinde şöyle geçer:
 
Mübârek ola saâdetle şâh-ı devrâna
Bu iştihâr-ı bülend ü rütbe-i sâmî
(Bu ulu şöhret ve yüksek rütbe; zamanın şahına saadetle mübarek ola).

Semiy kelimesi de aynı kök üzeredir. “Aynı adı taşıyan kimselerden her biri, adaş, hemnam” manasına gelen kelime Meryem Suresi 7 ve 65. ayetlerde şöyle geçer:

“Yâ zekeriyyâ innâ nubeşşiruke bigulâmin(i)smuhu yahyâ lem nec’al lehu min kablu semiyyâ
(Ey Zekeriyya! Haberin olsun biz sana bir oğul tebşir ediyoruz, adı Yahya, bundan evvel hiç bir adaş yapmadık ona).

“Rabbu-ssemâvâti vel-ardi vemâ beynehumâ fa’budhu vastabir li’ibâdetih hel ta’lemu lehu semiyyâ” (O, göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan şeylerin Rabbidir. O'na kulluk et ve O'na kullukta sabret. Hiç O'nun adıyla anılan birini biliyor musun)?

Nefî’nin bir beytinde kelime şöyle geçer:

Semiyy-i fahr-i âlem hazret-i pâşâ-yı zîşan kim
Adâlette görür yeksan Süleymân ile bir mûru
(Âlemin övüncü olanla adaş, şan sahibi paşa hazretleri; Süleyman ile bir karıncayı adalette bir görür).

Bismillah, kelimesi de ‘Bismillahirrahmanirrahim’ sözünün kısaltılmış şeklidir.” Allah’ın ismiyle anlamına gelen kelime Neml Sûresi 30. ayette şöyle geçer:

“İnnehu min suleymâne ve-innehu bismillâhi-rrahmâni-rrahîm”
(O Süleyman'dandır ve Rahman ve Rahim Allah'ın adiyle (başlamakta)dır).

Ahmedî’nin bir beytinde kelime şöyle geçer:

Gözün katlüme isdemiş icâzet
İcâzet işde b’ism’illâh bu dem
(Gözün, ölümüm için icazet istemiş; işte icazet şimdi, bismillah).

Besmele kelimesi de “Bağışlayan ve esirgeyen Allah’ın adıyla” mânâsına gelen Bismillâhirrahmânirrahim sözünün ismi”dir ve “başlangıç” anlamında da mecazen kullanılır. Kelime Zâtî’nin bie beytinde şöyle geçer:

Besmele bir pâdşâhun ismidür kim ey gönül
Kime himmet eylese olur ana ʿizzet nedîm
(Ey gönül, Besmele bir padişahın ismidir ki kime yardım eylese ona izzet dost olur).

Bismil kelimesi de “Besmele sözünün kısaltılmış şekli; kesilmiş, boğazlanmış hayvan” manalarına gelen kelime Osman Şems’in bir beytinde şöyle geçer:

Gamze-i yâr ile dil hâlin sorarsan müddei
Nîm bismil hûn ile âgişte bir kurbâna bak
(Yârin gamzesi ile gönlün durumunu sorarsan iddiacı; yarı boğazlanmış, kana bulanmış kurbana bak).

“Hayvan kesilen yer, mezbaha, salhâne” anlamındaki bismilgâh kelimesi Ken’an Rifâî’nin bir beytinde kelime şöyle geçer:

Eyle bismilgâh-ı aşkta nefsini kurbân-ı yâr
Bulmak istersen eğer Ken’an hayât-ı câvidan
(Aşk mezbahasında nefsini sevgiliye kurban eyle; eğer ebedi bir hayat bulmak istersen Ken’an)

Gökyüzü anlamındaki semâ kelimesiyle isim kelimesinin aynı kökten gelmiş olması çok düşündürücü. Şimdi Semâ kelimesinin türevlerindeki yükselmek manasını, isim kelimesiyle beraber düşünelim. Allah’ın Hz. Âdem’e isimleri öğretmesi ve Meleklerin Hz. Âdem’in yüce bir varlık olduğunu takdir etmesi, Hz. Âdem tarafından bu isimlerin söylenmesiyle gerçekleşiyor.

Yani Hz. Âdem’in varlığının hakikatini yahut özündeki semâvî yönün, Meleklerce görülüp tasdik edilmesi, ona öğretilen isimlere dayanıyor. “İsmin asıl mânâsı bir şeyi zihne yükseltmek için alâmet ve delil olan şey demektir” diyor Elmalılı. Bir şeyin varlığının idrakinde bulunabilmek için; alâmetlere, delillere dikkat kesilmemiz gerekiyor.

Taraklı’da Hıdır Dede’yi, Sarıkız’ı, Çullu Türbe’yi ne kadar sevip önemsersem Van’da Nanyemez Baba’yı da öyle sevip önemsemem gerektiğini düşünürüm. Onlar kimilerince sadece kuru bir isimden ibaret kalır. İnsanlar, onların ismiyle müsemma diyebileceğimiz varlıklarına bir bütün olarak bakmıyor artık. Doğal olarak neden Nanyemez, neden Çullu diye tesmiye edildiklerine dair bir ilgi de kalmıyor zihinlerde. Çünkü bugün, isim ile müsemma arasındaki irtibatı/bağı sağlayan anlam/tesmiye, kopmuş durumda. Bu kopuş, binaları şehirlerde ölçüsüz bir şekilde yükseltti. Nispeti kuramayanlar, korkunç binaları, bir tuzak gibi kurdular.

Nispet, hem “ilgi, bağ, rabıta” anlamına gelir hem de “ölçü, derece.” İnsanlar, isim-tesmiye-müsemma arasındaki ilgiyi kurmaktan uzaklaştıkça ölçüyü de kaçırdılar. Barınmak için değil, yaşamak için değil, kâr için binalar inşa ediliyor.

Kapitalist toplumda metalar, insanların insanca yaşaması için değil, kâr için üretilir ve kâr için tükettirilir. Kapitalistin bir yerde kâr elde etme imkânı varsa insanların önüne çeşitli cezbedici fırsatlar koyar. Görece herkes kazanır bu alışverişte. Kendi öz elinle evini, mahalleni, seni sen kılan en değerli yaşanmışlığını yıkarsın. Esâmesi okunmaz hatıralarının.

Peygamber (a.s), “isim müsemmaya aittir” diyor. Yaratılmış her şeyin müsemmayla ilişkisini kopardığımızda, isimleri kendi tasarrufumuzdaymış gibi görürüz. İsmi, ait olduğu yerden (adaletten) etmek onun yerine zulmü getirir. Varlıkları kendi âlemlerinde değerlendirmeyip onları, hırslarımızın şeyleri kılıyoruz.

Ev, bir isimdir. Atalarımız: “Ev alma, komşu al” demiş. Ev ismi burada sadece etrafı çevrili bir yapı olmanın dışında bir mana kazanıyor. İsimler, bizim fiillerimizde de merkezi bir yerde duruyor. Kelimenin fiile dönüşmüş hâli, ismin anlam zenginliğini arttırıyor. Evermek diyoruz. Oğlanı, kızı everdik yani evlendirdik. İki kişinin kendi başına yaptığı bir şey değil, başkalarının (anne, baba vs.) müdahalesi, aracılığı, yardımı söz konusu. 

Âyet: “Ve sizden olan bekârları ve kölelerinizden, cariyelerinizden salâh-ı hali olanları evlendiriniz. Eğer yoksul oldular ise Allah onları fazlından zengin kılar ve Allah vâsidir, alîmdir.” diyor. Buradaki nikâh kelimesi dilimizde ev-lenmeğe dönüşmesi ne kadar önemli. Evi (mekânı), nikâhla meşru bir yuvaya dönüştürmek yani ona kutsiyet ve mahremiyet katmak ne kadar ilginç bir durum.

Ev, sadece dışarda bulunan bir nesnenin ismi değil, aynı zamanda zihnî bir varlık olma özelliğini; içinde ve etrafındaki yaşanmışlıklarla beraber, birike birike zamanla kazanıyor. O evi yıkıp yerine apartman dairesi koyduğunda, evermek, evirmek/idare yetkisini de elinden kaçırmış oluyorsun. Oysa dâr (ev) ile daire, devir arasında kök açısından bir ilişki var; fakat örf, dâr (ev)’daki hayatını, dairede yaşayamaz. Ev’in avlusu, bahçesi, yakın ve uzak komşuları, mahallesiyle oluşan geniş hayatı, apartman dairesinde sıkışır kalır.

İşin tuhaf tarafı Türkiye’deki tarikat ve cemaatlerin bu garabet durumdan rahatsızlık duymayıp bilakis bu yaşam şeklini desteklemeleridir. Müntesiplerinin bir kısmının, zaman bunu gerektiriyor, maslahatıyla zenginleştikçe dar ve orta gelirli insanların yaşadığı semtleri terk edip yahut bu semtleri dönüştürüp yerine toplu konutların olduğu lüks daireleri tercih etmeleri büyük çelişkiler yumağını barındırmakta.

Yüzmeyi denizde öğrenirsin, ağaçları ormanda, petshopta hayvanları tanıyamazsın, çıkmalısın tabiata. Dini, çoluğa çocuğa apartman dairelerinde öğretip o dairelerde, temsile uygun kişilerin yetişmesini beklemek beyhude bir çabadan başka bir şey değil. Çünkü yapısal olarak en yakınlarınla bile ilişki kurmana mani olan konutlar, “Mümin, kendisiyle ülfet edilendir; insanlarla ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet edilmeyende hayır yoktur.” sözünün gerçekliğinden fersah fersah uzaktır.

Altlı-üstlü, sağlı-sollu; elli-altmış dairelik bir apartmanda ilgiyi, yakınlığı ve sevgiyi oluşturamazken Esmayıhüsnâ’dan beş vakit el-Vedûd, er-Rahmân, er-Rahîm, es-Selâm, er-Raûf, el-Afuvv demek kişiye lâfızla medlûlü arasındaki özel nispeti kurdurmaz. Burada yapıyı, ciddi bir şekilde sorgulamak gerekiyor.

Yapıyı sağlam bir şekilde sorgulamazsak insanların akrabalarıyla birlikte daire daire apartmanlara yerleşmeleri, modern dönemde kabile yaşamına dönmeleri gibi acayip bir kafa karışıklığıyla karşı karşıya geliriz. Oysa Rasülullah (a.s) bize: “Cebrail komşuluk haklarını o kadar çok tavsiye etti ki ben komşuyu komşuya varis kılacağını sandım.” diyerek böyle bir kabile hayatının dışında olan akraba olmayan kimselerin ünsiyetinden bahsediyor.

İsim kelimesinin semâ’dan geldiği görüşünün yanında, damgalamak manasındaki veseme’den gelmiş olabileceği görüşü de çok dikkat çekicidir. Simâ’mızın, yüzümüzün; bize ait bir damgayla müttesim olması ne kadar ilginç. Mevsimler kendilerine has özellikleriyle ittisam olmakta. Tabiat, adeta çehresine takındığı mührü, nişanı değişim üzerinden gösteriyor bizlere. Yaz deriz, kış deriz, güz ve bahar ismiyle tesmiye ederiz onu. Her bir mevsim, biz insanlar için vesim (zarif) bir ayet kılınmış.

Sonuç olarak şu manzaraya ibretle bakmalıyız. Bir yerde tekelci kapitalizmin kâr sâikiyle kurduğu birbirine benzer şehirler ve binalarda insan ölümle cebelleşmekte; bir yerde serbest rekabet kapitalizminin sunduğu çimento ve demir hisselerindeki artışı, insan hızlıca fırsata çevirmek peşinde. Peki, bize verilmiş insan ismi, unutmak manasındaki nisyandan mı geliyor; yoksa alışmak, uyum sağlamak manasındaki, vahşetin karşıtı ünsiyetten mi geliyor? Bence her ikisi de ismimizin manasını (tesmiye), varlık olarak (müsemma) bizde aynen yansıtıyor. Dünyadaki acılarımız belki de bu iki anlamı hakkıyla beraber değerlendiremediğimizden kaynaklanıyor. Kim bilir?

Bu arada unutmadan anneannemin duasındaki ikinci mısrada geçen İsm-i A’zam’ın ne olduğunu hâlen bilmiyorum. Fakat azametli, yüksek bina yapmada birbiriyle yarışan çıplak davar çobanlarının bildiklerini de hiç zannetmiyorum.

#isim #musemma #sema #tesmiye #esma #

Yorumunuzu Ekleyin

Adı-Soyad
E-Posta
Yorum
İşlemin Sonucu
  • Yorumlar T.C. Yasalarına aykırı olamaz.
  • Hakaret içeren yorumlar, yayınlanmasa bile yasal mercilere iletilebilir
  • KVKK Kapsamında, bilgileriniz, yasal merciler hariç kimseyle paylaşılmaz.
  • Formda doldurduğunuz bilgiler ve IP adresiniz sisteme kaydedilir.
  • Yorumunuz onaylanıp yayınlandığında, sadece yorum, isim ve yorum tarih saati gösterilir.

GENEL BİLGİLER

Taraklı

Taraklı

Taraklı Nerede, Taraklı'nın tarihi ve coğrafi özellikleri
Taraklı Otobüs Saatleri

Taraklı Otobüs Saatleri

Ağustos 2023 Güncel Taraklı - Sakarya Otobüs Kalkış Saatleri, Taraklı Otobüs Saatler 2021, Taraklı Otobüs Tarifesi, Taraklı Sakarya ilk otobüs ne zaman? Taraklı - Sakarya Son Otobüs Ne zaman? Sakarya Taraklı İlk Otobüs Ne Zaman, Sakarya Taraklı Otobüs Saatleri, Taraklı Koop Otobüs Saatleri
Taraklı'da Gezilecek Yerler

Taraklı'da Gezilecek Yerler

Taraklı'ya geldiğinizde gezilecek yerler neresidir? Taraklı'nın en popüler gezilecek yerleri yazımızda.
Taraklı Termal Turizmi

Taraklı Termal Turizmi

Taraklı'da termal turizmi, Türkiye'deki belli başlı noktalardan biri haline gelmiştir.