Taraklı, Selden Eğlence Çıkaran Mekân (31)
İlkokul öğretmenim Salih Zeki Kocabıyık, müzik dersimizde “Koyun Gelir Yata Yata” türküsünü öğretmişti. Ben flütle çıkarabilirdim bu türküyü. Ama çok üzülürdüm. Ne söylemek ne de çalmak isterdim. Çünkü “Gelin Ayşem sele gitmiş / Yosunları tuta tuta...”
Hatta “Gelin Ayşem sele gitmiş / Yanı çifte kuzuyunan” mısralarına gelince bu defa da kuzulara üzülürdüm. Hâlâ yüreğim cız eder ne vakit dinlesem bu kederli türküyü.
Tabii yıllar sonra türkü, Ruhi Su’nun sazından dinlenince sadece ilkokulda ezberlenmiş basit ezgili bir ağıt olmaktan çıktı, kulağımda yüksek bir sanat eserine dönüşüverdi. Dinlerken yüreğim yine ezilmiyor değil; ama sanatın aşınmaz mermeri gibi pırıl pırıl söz ve müzik, ustanın yüreğinde bulduğu kararın ve tavrın ahengiyle saatlerce tekrar ederek bıktırmadan dinletebiliyor kendini. Sözlerini paylaşalım da tam olsun.
Koyun gelir yata yata
Çamurlara bata bata
Gelin Ayşe'm sele gitmiş
Yosunları tuta tuta
Aman Ayşe'm yaman Ayşe'm
Dağlar başı duman Ayşe'm
Koyun gelir yozuyunan
Ayağının tozuyunan
Gelin Ayşe'm sele gitmiş
Yanı çifte kuzuyunan
Aman Ayşe'm yaman Ayşe'm
Dağlar başı duman Ayşe'm
Şanlıurfa ve Adıyaman’daki sel felaketi, zaten büyük ıstırap yaşamış memleket insanının acısına bir yenisini daha ekledi. Ölenler, kaybolanlar, maddi ve manevi tahribat… Betona boğulan şehirlerimizde suyu emecek küçük bir toprak parçası bile bırakılmadı. Mükemmel dizayn edilmiş(!) alt yapı üniteleri her defasında suyu tahliye etmekte sınıfta kalıyor. İnsan hayatını kolaylaştıracak alt geçitler, ölüm geçidine dönüşüyor. Birileri iş yapıp zenginleşirken diğerleri canıyla malıyla bu taşınamayacak yükün sıkletinde ezilmeye devam ediyor.
Neden?
“Genellikle kışın akan küçük akar su”ya dere diyoruz. Bu sular, yer yer kurusa da mekânını hiç unutmuyor. Biz onun bazen akmadığına aldanarak çarpık kentleşme namına suyun öz mekânına el koyuyoruz. Onun asırlarca yer etmiş yatağını, ranta dayalı yapılaşmayla gasp ediyoruz. Kıyılar, dere yatakları ve tarım arazilerinin yerleşime açılması hatalıdır. Bunu bir zümrenin zenginleşmesi adına yapmak ise ahlaksızlıktır.
Oysa daraltılmış mecrâsına beton dökersek ummadığımız bir zamanda dere, kendisini bize tufan olarak hatırlatır. Her şeye toptancı/toplamcı bakan ehl-i yekûn, dengeyi hiçbir zaman gözetmez. Onun işi kısa yoldan köşeyi dönmektir. Böylece yeryüzünde fesada, çürümeye sebep olur.
Ben 2010’da Şanlıurfa’da, selin olduğu Abide Meydanı’nda, çarşıdan kışlaya ikindi vakitlerinde dönerken soluklanırdım. Sabahları kışladan çıksam da Abide’yi geçmeden sivil olamazdım. Çanakkale Cephesi, meydandaki Abide’de mündemiçti. Peki, kışlanın karşısındaki, her yerden görülen yirmi beş otuz katlı bina da neyin nesiydi? O da tıpkı Abide gibi bir şeylerin sembolüydü. Bütün bir kışla adeta onun gözetlemesinde değil miydi? Kışlamız 20. Zırhlı Tugay hâlâ başka bir dünyanın devamı gibi gözükse de o bina (şimdi otel sanırım) liberal bir dünyanın mekânıydı. Liberalizm o mekânda mündemiçti.
Her çeşitten ağacın dikildiği yemyeşil kışlamızın bulunduğu geniş mekânın çevresi, apartmanlarla sarılmıştı. Kışlayı güvenlik bahanesiyle şehrin dışında bir yere taşırlarsa Şanlıurfa’da hiçbir yerde bulunmayan bu güzelim yeşil alanın akıbeti ne olurdu? Bunun kaygısında olan komutanlarımız vardı.
Kışlaya, bir mekân olarak Peygamber ocağı olması üzerinden bakılırsa kışlalar, Allah yolunda olan Mehmetçiğin mukaddes mekânıdır. Sel esnasında Mehmetçiğin tankla otobüsü çekmesi, selden sonraysa vatandaşın evinden, sokağından çamuru çekmesi tuttuğu mekân üzerinden onun kışlasını tekrar düşünmemizi gerektiriyor.
Kırsal nüfus azalırken şehirlerde kontrolsüz bir biçimde nüfus artarsa ortaya kavimler göçü etkisi çıkar. Çarpıklık biraz da nüfusun olumsuz tesiridir. Cezbedici imkânlarla belli başlı şehirler imtiyazlı hale getirilirken Anadolu’daki birçok şehir ve ilçe terkedilmeye yüz tutmuş. Köyler zaten metruk. Bu durum, cazibe merkezi kılınan büyük şehirleri, sonuçları her zaman kestirilemez tehditlere karşı korunmasız kılacaktır. En başta doğal afetlere…
İnsan bir afetten eğlence çıkarır mı?
Ben çocukken gördüm, çıkarır. Sel geleceği zaman Taraklı belediye hoparlöründen Göynük Suyu, Aksu Deresi ve Bilyas Deresi yakınlarında durulmaması uyarısı yapılırdı. Bu insanlar için âdeta bir eğlencenin başlangıç ilanı gibiydi. Kimi Kemer Köprü’ye, kimi Koca Köprü’ye sel seyretmeye giderdi. Hatta selin Taraklı’ya gelişini bekleyemeyecek kadar sabırsızların, arabalarına atlayarak Göynük tarafındaki köylere gidip oralardaki köprülerden selin nasıl geldiğini meraklı gözlerle izlediklerini bilirim.
Bir defasında bakkal bir ağabey, çarşı esnafını minibüsüne doldurarak Göynük/Kır tarafındaki köylere sele bakmaya gidiyordu. O zamanlar, merhum Naim dayımın pastanesinde yaptığım çıraklıktan faydalanıp ben de kafileye dâhil olmuştum. Köpüklü sel suyu, önüne ne çıktıysa sürükleyip getiriyordu. Birbiri ardınca yüzen arı kovanları ve suyun hışırtısının çocuk ruhumda bıraktığı ürperti hâlâ duruyor.
Sonra solungaçları tıkanmış, yukarda yüzen, kıyıya gelmiş iri pullu sazanları ağla yakalayanlar, selden kütük kapanlar… Bunlar hep bir oyunun parçasıydı sanki. Hacıannem hep tembihlerdi. Su kenarında bir hoşurtu duyarsan hemen kaç, derdi. Çünkü ses, selin öncesinde gelirmiş. İnsanlar canlarını korumakta tecrübeliydi. Ama izledikleri daha büyük hatta bilgece bir tecrübe vardı ki işte bu asıl dikkate değerdi.
Sel elbet bağa bahçeye zarar verirdi. Ama insanların canları emniyetteydi. Çünkü ataları yaptıkları evlerle nereye ev yapılmaması gerektiğini de çocuklarına öğretmişlerdi. Kimse dereyle aşık atmamış, dere yatağına ev yapmak gibi aymazca bir samimiyete yönelmemişti. Geriye Taraklılılar için eğlenmekten başka bir şey kalmıyordu.
Bizim Taraklı’da Ulucami Mahalesi’yle Yusufbey Mahallesi’ni birbirinden ayıran Göynüksuyu’nun yakınına kimse ev yapmaz. Yapanın evinin içinden Göynüksuyu’nun geçtiğini çocuk gözlerimle dehşetle gördüm. Yine bizim Taraklı’da bahçeler arasına, Aksu Deresi yakınlarına hiç kimse ev yapmaz. Yapanın hayvanlarının derede nasıl boğulduğunu bundan birkaç sene evvel şu kırk yaşına dayanmış ömrümde yine gördüm.
Dere kelimesinin ikinci anlamı da şudur: “İki dağ yamacı arasında kalan uzun çukur yer, vâdi.” Çocukken anlamadığım bir şeydi bu. İnsanların dere dediği yerde bir gram su yoktu. İnsanlar niye buralara dere diyorlardı? Sonra o susuz derelerden, kurak vadilerden nasıl suyun fışkırdığını da gördüm. Şimdi bizim Taraklı’da eskiden dere olarak anılan; fakat sonra imara açılıp kendisine sokak ismi verilen meskûn mahaller var. Dere, mekânını unuttu mu dersiniz? Hayır, unutmadı. Biz unuttuk.
Mekân ve zamana bağlıyız. Hayatta kaldığımız müddetçe ikisinin de dışına çıkma imkânımız yok. Bizden önce yaşayanlar da öyleydi. Biz bugün onların arazileri, malları, yurtları üzerindeyiz. Sonrakiler de yarın bizim arazilerimize, mallarımıza, yurtlarımıza varis olacaklar. Herkesin bildiği basit bir gerçek bu. Ne geleceğe gidip yer tutabiliriz ne de geçmişe... “Bugün”ün ve “bu-yer”in münasebetiyle yaşamakta olan insanlarız.
Kâinatın büyüklüğüne oranla edindiklerimiz, karıncanın yuvasında biriktirdiklerinden daha zavallı bir sermaye; fakat elde etme hırsımız, tutkularımız; tutabildiklerimizin çok ötesinde. Hiçbir hayvanın aşmadığı sınırları çiğnemek bize özgü bir hal. İnsanı uzayla beraber düşünmek, bir cismin, bir mekânla üç boyutlu ilişkisine bakmak fiziki bir bakışla gerçekleşebilir. Bunun matematiksel, geometrik hesabı yapılabilir. Ama insanın mekân ile ilişkisi sadece hesaplanabilir bir düzlemde ifade edilemez.
Kevn, var olmak demektir. İnsan; varlığı, varoluşu hakkında düşünen bir canlıdır. Bu durum onun konumunu bir yerde sabit kılmaz. İnsan, belli yörüngesi olan Güneş sistemin ya da Samanyolu Galaksisi’nin içindeyse de sınırları tanımlanmış olan boşlukta, bir yerde sabit, konumlanmış, programlanmış bir sarkaç değildir.
Kâinatta olan her şeyde bir sebep ilişkisi kurmaya çalışan bu akıllı varlık; yaratılış yani tekvin üzerinde hep düşünmüş ve yaratma sıfatı olan bir varlığa inanarak yaratılmışlarla/mükevvenat ile olan bağını aşkın boyutta sürekli kurmaya çalışmıştır.
18. yüzyılda yaşamış Galata Mevlevihanesi şeyhi, Galib Dede; insanın kâinattaki mekânını, durumunu nasıl anlamamız gerektiğini, meşhur Tercî-i Bendinde yüksek bir sanatla ortaya koyar:
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
(Kendine hoşça bak ki kâinatın özüsün sen; varlıkların gözbebeği olan insansın sen).
İster evirmekten gelen evreni, ister uz’dan gelen uzay kavramını kullanalım yahut âlem veya kozmos-kâinat diyelim. Burada esas olan insana îtinayla yaklaşmaktır. Geleneğimizde; âlem, büyük bir insandır; insan da küçük bir âlem. Tıpkı çekirdek gibi… İnsana dair bildiğimiz bir şey, bizi kâinata götürür, aynı şekilde kâinata dair bilebileceğimiz herhangi bir şey de bizi insana yaklaştırır. Böylece insan, etrafındaki bütün bir yekûnun altında, kaosun şaşkınlığında ezilip büzülmez. Bulunduğu mekânı, var olanları anlamlandırmaya çalışır.
Söz, anlamı mümkün kılar. Söz olmasaydı, anlam bizim için mümkün olamazdı. Kün, Allah’ın yaratacağı zaman, verdiği emir sözüdür. O’nun kün/ol, demesiyle fe-yekûn, varlık vücuda gelmiştir. İnsan, bulunduğu mekândan kâinata doğru sürekli bir okumaya yönelir. İşaretleri, alâmetleri, âyetleri… Bu okuma, yaratan ve yaratılan arasındaki irtibatı bilgi üzerinden canlı tutmakta. Mekânsa bu irtibatı sağlamamıza sahne olmakta.
Mekân, sadece fiziki olan somut mekân değildir. Üzerinde uzak ve yakın geçmişimize dair izler taşıyan hatıralarımızın olduğu mekânlar, tarihi mekânlardır. Buralarda fiziki boyutun dışında kendimize ait bir kıymet ölçüsü gözetilir. Yine kent ekonomi-politiğinin ve onun yaşam biçimlerinin ortaya çıkardığı mekânların da kendilerine özgü bir sosyolojisi ve psikolojisi vardır. İşte mekânın hem somut hem soyut taraflarını beraber ele alabileceğimiz başka bir örneği Taraklı’daki Şehit Mehmet Nuri Kocabıyık Meydanı üzerinden yeniden ifade etmeye çalışacağım.
Bu meydan, Belediye Parkı olarak 1970’lerin başında inşa edilene kadar küçük küçük esnaf dükkânlarının bulunduğu, Yunuspaşa Camii’nin çevresinde kurulmuş tarihi bir çarşıymış. 1988’den 2016’ya kadarki mekânı ben anca biliyorum.
Yakın zamanda, parkın yıkılıp meydan yapılmasına nasıl karşı çıktıysam aynı şekilde çarşının yıkıldığı zamanlarda eğer akıl baliğ bir fert olsaydım muhtemelen tarihi çarşının istimlak edilip dükkânların yıkılmasına da karşı çıkardım. Birincide, tarihi mekânın izlerinin silinmesine karşı koyardım. İkincisinde ise zaten ilçe sakinlerinin birbirini bulmasına vesile olmuş, kurulan samimi ilişkiler sayesinde teskin edici bir mekâna dönüşmüş, emniyetli bir bahçenin betona boğulmasına karşı çıkmıştım.
Belediye Parkı’na dönersek, Park iki kısımdan oluşmaktaydı: Birinci kısım çocuklar için oluşturulmuş alt taraftı. Burada duvara sabit, yayladan getirilen taşların arasından akıtılan suların döküldüğü küçük bir şelale vardı. Sular; ince, uzun bir havuza dökülürdü. Bir adet salıncak, mozaik taştan ve demirden mamul beş tane kaydırak vardı. İkinci kısım merdivenlerle çıkılan çay bahçesi olarak düzenlenmiş, daha geniş bir alandı. Kestaneden eriğe, kızılcıktan söğüde birçok ağacın yetiştirildiği bu park, halkın teveccühünü kazanmıştı.
Yaklaşık 1995’lerden sonra parkın içindeki çay ocağı, kumarhaneye hatta yer yer gayri resmi meyhaneye dönüşmüştü. Birçok esnaf ağabeyin işini bırakıp kumar masasına daldığına bizzat şahidim. 2002-2003’ten sonra kumarhane yıkılıp yerine ahşaptan nezih bir çay ocağı yapıldı. Tabii park da ağaçların büyümesi ve işleten esnafın etrafı çiçeklendirmesiyle tam bir bahçeye dönüşmüştü.
Sıcak yaz günlerinde kestanenin dibinde oturmak, ramazan gecelerinde sahura kadar dostlarla konuşmak, bayramlarda buluşup hasret gidermek, soğuk kış gecelerinde salep güğümünün kenarında tarçın kokularına karışmak… İrehen Kemal ağabeyden tarih, Kenanın Ahmet ağabeyden politika dinlemek, Kavalli Recai amcayla gülmek… Bunlar benim için bir çırpıda söylenecek yaşanmışlıklardır. Başkaları için çok daha farklı bir bellek de olabilir.
Burayı en önemli kılan özellik şuydu. Hangi yaştan ve hangi kesimden olursa olsun insanlar bu parka gelir ve beraber otururlardı. İlçe insanı; zengininden fakirine, gencinden yaşlısına ortak bir mekânın paydaşlarıydı. Mekânın, çok farklı yapıdaki insanları sadece aynı bahçede değil, aynı masada oturtup konuşabilme ortamını sağlaması; onun manevi, fikri, sosyal bir çevrenin oluşmasına nasıl bir katkı sağladığını da ispat ediyordu.
2016’dan sonra da burası beton yığını bir meydana dönüştürüldü. Türkiye’nin her yerine yapılan birbirinin tıpkısı proje meydanlardan biri, tarihi ilçenin göbeğine oturtuldu. Öyle beton sarf edildi ki beton mikserinden etrafa fışkıran akışkan betonun Yunuspaşa Camii’nin içine gireceğinden de tedirgin olduk.
Kestane ağaçları, çam ağaçları, salkım söğütler… Kökleri betona boğulan bütün ağaçlar, işini bilir müteahhit, mimar ve mühendislerin ödüllü projesiyle çok kısa bir sürede kurutuldu. Bu arada, “proje” kavramını her nerede duysam, orada bir bit yeniği olduğunu hissederim. Çoğunlukla da haklı çıkmışımdır. Bu konu bahsi diğer olarak kalsın burada.
Yaklaşık yedi yıl önce, bu mesele hakkında iki kez yazdığım için meselenin ayrıntısı üzerinde daha fazla durmayacağım. Meydana dair yapılacak yeni restorasyondan da hiçbir beklentim yok. Çünkü ben bizatihi meydana karşıyım. Göçmen kuşlar ürktü bir kere.
Bu yazı sebebiyle üzerinde duracağımız konu şu. İnsanların bir araya geldiği, büyük ve yeşil bir mekân olan Belediye Parkı yıkılınca Taraklılılar bir zaman nereye gideceklerini bilemediler. Çünkü kahvehaneler, bir müddet sonra oturulabilir sıhhatli yerler olmuyordu. Neyse ki parkı işleten ağabey, çarşıdan yaklaşık bir kilometre uzağa, Belediye Parkı gibi olmasa da onu andırır bir mekân oluşturdu. Kadın, erkek, genç, ihtiyar... Çoğu kimse için oraya gitmek bir vasıta gerektirse de şimdi herkes buraya gidiyor.
Belediye, yaptığı hatayı çok sonra anladı; ama işi işten geçmişti. Resmi törenler hariç kimse yaklaşmadı meydana. Çeşmelerinden su akmadı. Köpekler oturaklarına pisledi günbegün. Hatayı telafi etmek adına meydanın çevresine iki çay ocağı kurduruldu, ama nafile… Taşıma suyla değirmen dönmez. Taraklı insanı bu mekâna küsmüştü artık, sırt çevirmişti. Kimse bir daha adımını atmadı oraya. İki çay ocağı da kapanmak zorunda kaldı.
Mekân bizde çok esaslı bir kelimedir. İngilizcedeki ne space ne de place kelimeleri mekânın yerini tutamaz. Yazının ilk başlarında ifade etmeye çalıştığım gibi mekân kelimesi bizi ister istemez varoluşla karşı karşıya getirir. Kerîm Kitabımızda kelimeyi daha çok fiil formuyla görürüz. Mesela yukarıda geçen var etme manasındaki tekvin kelimesi Kitab’ta geçmez. Ama kelimenin birçok fiil şeklini Kitab’ımızda görebiliriz.
İnsan içerisinde bulunduğu mekânı emer. Görmek, dokunmak, koklamak, duymak süreç içinde gerçekleşir. Mekân kendisinde yaşandıkça insanın duygularını yüklenir. Mekânın duygularımızı sırtlanması, aslında bir duygu aktarımıdır. Binayı yıktığınızda, gördüğünüz sadece parçalanmış taş, tuğla ve kerpiç yığınları değildir; insan hafızasını da o yığının içinde toz duman etmişsinizdir. Cennet vatanımızda; kepçe ve kamyoncu çalıştıran bir sınıfın zenginliği adına yapılır bu işler. Peki, insan mekânsız mı kalmıştır?
Mekân, insanı çevreler. Bu sadece fizikî bir çevreleme değil, zihnî bir çevrelemedir. Alışveriş merkezleri de Selimiye Camii de mekândır. Fakat farklı bir zihnî çevrelemenin mekânlarıdır. Hatta Selimiye’nin Arasta Çarşısı da bir alışveriş mekânı olmasına rağmen hiçbir şekilde AVM zihniyetinde olduğu gibi kişiyi insan ilişkilerinden yalıtıp edilgen kılmaz. Çünkü esnaf geleneği bilakis insan ilişkilerini teşekkül ettirir, tesis eder.
Kendimizi mekândan bağımsız olarak anlamlandıramayız. Mekânlar insanların koyduğu işaretlerdir. Her bir sembol, eserden ustayı tanımak gibi insanın zihniyet durumunu açığa çıkartır. Biz kendi kokumuzu mekâna nasıl veriyorsak mekân da kendi nefesini çevresindekilere geniş bir zamanda duyuracaktır.
İnsanın anlayışı mekâna sirayet ettiği gibi mekânın anlayışı da zamanla insana sirayet edecektir. Selimiye bir zihniyetin tezahürüdür, fakat Selimiye sadece onu inşa edenlerin aklını göstermek için değil, aynı zamanda sonrakilere bir akıl olabilmek için aşikâr kılınmıştır. Selimiye bir varlık görüşüdür, bir kâinat anlayışıdır.
Selimiye; inancın, varlık görüşünün, kültürün, idrakin kendi diliyle mekâna yansımasının en seçkin örneğini ortaya koyduğu gibi bize basit gibi gelen bir köy evi, bir park yahut bahçe de bunu ortaya koyabilir. Dolayısıyla mekâna yaklaşmak insana yakınlaşmaktır, insana yakınlaşmak da mekâna yaklaşmaktır. İnsanın mekânla kurduğu aidiyet ilişkisi böylece kuvvetlenir.
Hangisi önce hangisi sonra yapılmış bilmiyorum ama geçen yaz Düzce’de gördüğüm meydan ve çarşı manzarası, Taraklı’daki konseptin bir benzeriydi. Orada da hunharca betona boğulmuştu toprak. İnsanlar, öğle sıcağında bir gölgelik aradıklarında, dükkânların bir metrelik tentelerine sığınıyorlardı, çünkü kalan birkaç ağaç da gölge veremeyecek kadar cansız, kurumaya terk edilmiş, insancıklar gibi zavallıydı.
Küreselleşmenin her yeri birbirine benzettiği doğru, ama bizim gibi ülkeler, bu küreselleşmeyi de en bayağı bir yöntemle almaktalar. Ben buna küreselleşmenin de küreselleşmesi diyeyim. İki kez yıkıcı. Muktedirler, kapitalizmin kimliğini/kimliksizliğini gösteren yoz binaları, sadece boş buldukları yerlere dikmiyorlar, daha öncesinde bir bellek oluşmuş mekânları, fesada uğratarak içini boşaltarak beceriyorlar bunu. Mesela yıkamadıkları tarihi bir mekânı, aslına uygun olmayan bir işletmeye dönüştürmek gibi.
Finans-kapitalin mabetleri olan gökdelenler, dev plazalar, AVM’ler, mensubiyetsiz bireyler yetiştirir. Kendini bir zaman sonra o şehre ait görmez insanlar. Mekânın, kün’le ilişkisi kopunca; yani yer/arz, metalaşmış bir kullanım aracına dönüşünce, insanlar için toprağın yurt ve vatan olma hususiyeti ortadan kalkar. Buna mukabil elde kâr edilecek, parsel parsel satılacak kişiliksiz bir emlak kalır.
Kâbe’nin üstüne, minarelerinin üstüne, müminlerin üstüne dikilen şımarık, kibirli kule Zemzem Tower, hatıralara hürmet etmemenin Müslümanların gözünü bir tümör olarak nasıl kaplayabileceğini gösterdi. Kâbe ve içerisindeki hatıralara, Makam-ı İbrahim’e, Hicr-i İsmail’e, Hacerü’l Esved’e ihtiram eden bir anlayış, bu kanserli burcu müminlerin sinesine dikebilir miydi? Mescid-i Haram’ın etrafını çeviren duvarın dışında kalan yerler de bize yeryüzünün mescit kılınması gibi mescit kılınmamış mıydı? Neydi bu azgın bina?
Biz, Hz. Hatice’nin de kabrinin bulunduğu Mekke’deki en eski mezarlığa Cennetü’l Mualla (Yüce Cennet) deriz. Sekiz yıl önce, Kâbe’de güvenlik görevlisine Cennetü’l Mualla’ya nasıl gidebilirim diye sordum. Sorgular bir tavırla, orada ne yapacağımı sordu? Ziyaret edeceğim dedim. Bu defa neden ziyaret edeceksin, dedi. Anladım, bu sorular mekâna, hatıralara düşman bir zihniyetin sorularıydı. Bu sorular Fahreddin Paşa’yı anlamayanların, Ecyad Kalesi’ni yıkanların sorularıydı. Hatice annemi ziyaret edeceğim dedim. Alaysı bir yüzle yanımdaki eşimi işaret ederek bunu da mı götüreceksin, dedi.
Kâbe’de sinirlenilmez, bağırıp çağırılmaz, kavga edilmez. Dişlerimi sıkarak başımı kaldırdım. Bak, dedim ben Türk’üm. İyi bak! Kâbe’nin boyu ne kadar, şu sizin Zemzem Tower kaç metre? Bu mu Mescidü’l Haram’a saygı? Hangisi bidat, Cennetü’l Mualla’yı ziyaret mi, yoksa Zemzem Tower mı?
Beynime kan hücum ettiğini fark eden görevli oradan uzaklaştı. Zaten Kanûnî Sultan Süleyman’ın Hz. Hatice’nin kabrinin üstüne yaptırdığı yüksek kubbeli türbeyi 1926’da Suudlar yıktırmışlar. Geriye hiçbir mezar taşı bırakılmamış. Yine de Cennetü’l Mualla’yı ziyaret ettim.
Yine birgün Medine’deki Osmanlı eseri Amberiye Camii ve Hicaz Demir Yolu’nun son durağı Medine Tren İstasyonu’nu ziyaret etmek için bir taksi tutmuştum. Taksiciye, nereye niçin gitmek istediğimi söylediğimde; Osmanlı Devleti’nin fani, Allah’ın ise bâki olduğunu, bunu bilmeyen idrakime hatırlattı. Şimdilerde ise Suudilerin, Riyad’da Mukaab isimli dört yüz metre yüksekliğinde ve dört yüz metre uzunluğunda yapacakları bina gündemde. İçerisinde yirmi empire state (gökdelen) olacak bina, şeklen Kâbe’ye benzeyeceği gibi Mukaab kelimesi de etimolojik olarak Kâbe kelimesiyle müşterek kökten olması dikkati çekiyor. Amerikanlaşmak, ruhun finans lehine hayattan çekilmesidir. Bunu en iyi mekânlar üzerinden takip edebiliriz.
İşte gerek yazının başındaki derelerin yatağına/mekânına tecavüz etmek üzerinden olsun gerekse tarihi ve sosyal mekânlarınıza saldırı şeklinde olsun, hepsinde de açığa çıkan şey, anlamın yitimidir. Bunun ne olduğunu kelimelerimiz üzerinden ele almaya devam edeceğiz.
Şimdi yüzümüzü Kur’ân’dan Türkçeye, Türkçeden Kur’ân’a Kelimeler, başlıklı yazılarımızın otuz birincisi olacak anahtar kelimemiz mekân’a döndürelim.
Mekân kelimesi: “olmak, var olmak” manasındaki “kevn” masdarından türemiştir. Misalli Sözlük’te: “Yer, mahal; durulan, oturulan yer, ev, mesken, ikametgâh; iş yeri, gazino, buluşma yeri vb. belli bir işe ayrılmış bilinen yer; uzay, fezâ” anlamlarına gelen kelime, Hac Suresi 26. ayette şöyle geçer:
“Ve-iz bevve/nâ li-ibrâhîme mekâne-lbeyti en lâ tuşrik bî şey-en vetahhir beytiye littâ-ifîne velkâ-imîne ve-rrukke’i-ssucûd”
(İbrâhim’i Beytullah’ın bulunduğu yere yerleştirdiğimizde de şöyle demiştik: “Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, kıyamda duranlar, rükûa ve secdeye varanlar için evimi tertemiz tut).
Ümmî Sinan’ın mısralarında mekân kelimesi şöyle geçer:
Kevn ü mekândan geçenin,
Menzili ‘arşu’llâh olur,
Yokluk meyinden içenin,
Varlığı kenzu’llâh olur.
(Varlık ve mekândan geçenin menzili Allah’ın arşı olur; yokluk şarabından içenin varlığı Allah’ın hazinesi olur).
Emkine “mekânlar, yerler, mevkiler; oturulan yerler, evler” manasında mekân kelimesinin çoğuludur. Yine emâkin kelimesi de “yerler, mevkiler” anlamında mekânın çoğuludur.
Recâîzâde Mahmud Ekrem’in bir beytinde kelime şöyle geçer:
Sâhildeki emâkin olmakla bahre âkis
Bir resm ederdi teşkîl gāyet bülend ü pehnâ
(Sahildeki mekânlar, denize yansımakla gayet yüksek ve geniş bir resmi oluştururdu).
Mükevven kelimesi de aynı kök üzeredir. “Yaratılmış, meydana getirilmiş” anlamındaki kelimenin çoğulu mükevvenattır. “Yaratılmış şeylerin tamâmı, varlıklar, mahlûkat, mevcudat” manasındaki kelime, Osman Nevres’in bir beytinde şöyle geçer:
Mükevvenâta lüzûm-ı nübüvvetin sâbit
Bu bir lüzûm ki andandır ihtidâ-yı vücûd
(Yaratılmış şeylerin tamamı için peygamberliğin gereği sabit bir gerçektir; bu öyle bir gereklilik ki varlığın hidayeti/doğru yolu bulması ondandır).
Mükevvin kelimesi de aynı kök üzeredir. “Yaratan, meydana getiren kimse veya şey” anlamına gelen kelime, Cenap Şahâbeddin’in bir beytinde şöyle geçer:
Gerdiş-i devran şuûnâtı mükevvindir fakat
Kabza-i hâlikta kalmış mihver-i devran esîr
(Dünyanın dönüşü; olay ve işleri meydana getirendir; fakat dünyanın ekseni yaratanın elinde esir kalmıştır).
Yukarıda masdar olarak ifade ettiğimiz kevn kelimesi de “olma, vukū bulma, ortaya çıkma, hudus etme; varlık, vücut, mevcudiyet” manalarına gelir. Keynunet, “var olma, varlık, tekevvün”dür. Kevniyat, “kâinat kānunlarını inceleyen ilim, evren bilimi, kozmoloji” anlamına gelir.” Aynı kök üzere olan bir başka kelime, kiyaniyat ise “kozmogoni”ye karşılıktır.
Şeyhî’nin bir beytinde kelime şöyle geçer:
Ol kevn ü mekâna sığmayan şah
Vîraneye kurdı bargâhı
(Varlık ve mekâna sığmayan şah; sultan çadırını viraneye/insanın kalbine kurdu).
Kâinat kelimesi de aynı kök üzeredir. “Yaratılmış şeylerin hepsi, yer gök bütün varlıklar ve bütün mahlûkat, âlem, evren; herkes” manalarına gelir. Kâin ise “olan, bulunan, var olan, mevcut olan”dır. Kâin-i mutlak: “Her zaman var olan” Cenâbıhak’tır.
Mehmet Âkif Ersoy’un mısralarında kelime şöyle geçer:
Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânümânın şen, için şen, kâinâtın şen.
Kün kelimesi de aynı kök üzeredir. “Ol, olsun. “Cenâbıhakk’ın yaratmayı murat ettiği zaman verdiği emir” anlamında Kur’ân-ı Kerim’de geçen bu söz, bilhassa tasavvuf edebiyâtı metinlerinde çokça yer almıştır.” Bakara Suresi 286. ayette kelime şöyle geçer:
“Bedî’u ssemâvâti vel-ardi ve-izâ kadâ emran fe-innemâ yekûlu lehu kun feyekûn”
(O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir.)
Şeyh Gâlib’in bir beytinde kelime şöyle geçer:
Cümle bir “kün”den nümâyândır vücûd-ı kâinât
Bâis-i îcâd-ı kevn olan hitâb oldur ki ol
(Kâinatın cümle varlığı kün/ol’dan meydana geldi; mevcudatın yaratılmasına sebep olan söz ol’dur.
Yekûn kelimesi de aynı kök üzeredir. “Toplama işleminin sonucu, toplam” anlamlarına gelen kelime Enfal suresi 39. ayette şöyle geçer:
“Vekâtilûhum hattâ lâ tekûne fitnetun ve yekûne-ddînu kulluhu lillâhi fe-ini-ntehev fe-innallâhe bimâ ya’melûne basîr”
(Ve onlar ile bir fitne kalmayıncaya ve din tamamıyla Allah için oluncaya kadar cihadda bulunun. Bunun üzerine (küfürlerine) nihâyet verirlerse şüphe yok ki, Allah Teâlâ yapacak oldukları şeyleri tamamıyla görücüdür).
Kelime, Osman Nevres’in bir beytinde şöyle geçer:
Âkıbet kaldı yekûnun soldaki sıfrı gibi
Böyledir işte usûl-i defterî-i rüzgâr
(Akıbet, toplamın soldaki sıfırı gibi kaldı; zamanın defterinin usulü böyledir).
“Yaratma, var etme” manasındaki tekvin kelimesi de aynı kök üzeredir. Sümbülzâde Vehbî’nin bir beytinde keline şöyle geçer:
Zamân cârî değilken sana aslâ
Zamânı eyledin tekvîn ü inşa
(Zaman sana asla geçerli değilken; zamanı var edip kurdun).
Tekevvün kelimesi de aynı kök üzeredir. “Vücut bulma, vücûda gelme, var olma, oluş, oluşum” manalarına gelen kelimenin çoğulu da tekevvünat’tır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir cümlesinde kelime şöyle geçer:
“Şurası var ki tıpkı kendimiz gibi geçmiş zaman da bizdeki aksiyle tekevvün hâlindedir.”
Evet, Tanpınar’ın ifadesinden de anlaşılıyor ki geçmiş zaman, olup biten bir şey değildir. Bizdeki aksiyle yani anlamıyla vücut bulmakta, oluşumunu devam ettirmektedir. Onun taşıyıcısı biz insanlarız, belleğimizdir, ruhumuzdur. Fakat o ruh, o hafıza yalnız başına geçmiş zamanı aksettirebilir mi? Kulakta musiki, dilde şiir, gözde mimari; geçmiş zamanın bizde bugünkü çağdaş mefhumu olup aksedecektir. O musiki, o şiir, o mimari mekân yok edildiğinde geçmiş zaman bize neyle aksedecektir?
Allah mekândan ve zamandan münezzehtir. Fakat insan bu münezzeh varlığa, zaman ve mekânın kendisine sunduğu imkânlarla yaklaşmaya çalışır. Peygamber’in dilinde, yeryüzü benim için mescit kılınmıştır, ifadesi toprağa, arza, mekâna özel bir yaklaşım ortaya koyulduğunu gösteriyor.
Her zaman var olan” Kâin-i Mutlak ile yer, mahal, ev, mekân arasında bir ilişki kurulması gerekiyor. “Kün” lâfzı, kâinatı varlık sahasına (kevn) çıkarmakla kalmamış, bir kere varlık sahasına çıkan mükevvenat/mevcudat, o hâliyle bırakılmayarak kün lâfzına boyun eğerek tekevvününe/oluşumuna devam etmiştir.
Kâinatı kendi arzularının bir yekûnu görüp dengeyi bozan insandır. Kevni fesada vermenin hem bu dünyada hem de ahirette bir karşılığı olduğunu göz ardı eden ehl-i yekûn, bulduğu bütün mekânları sermaye kılma endişesi taşır.
Ancak o sermaye temiz değildir. Çünkü kötü bir niyetten temiz bir netice umulamaz. Peygamber, yeryüzü benim için mescit kılınmıştır, sözünün devamında şöyle diyor: “temiz kılınmıştır.” Yeryüzünü bize temiz kılan niyetlerimizdir. Öyle ki uzuvlarımızı temizlemek için aldığımız abdest niyetle başlar. Namaz niyetle başlar. Oruç niyetle başlar. Ve bu böyle devam edip gider…
Niyet; zihinlerimizde, akıllarımızda gerçekleşecek karardır. Bir eylem olarak gerçekleşmese de zihinde verilmiş karar, gerçekleşmiş olarak kabul görür. Gönülden yapmak istediğin bir iyiliği şartlar itibariyle gerçekleştiremezsen gerçekleştirmiş gibi muamele görürsün Allah katında. Ama kötü niyet, ruhun mekânı olan gönlü karartıp kirletir. Eyleme dönüştüğündeyse mükevvinin/yaratanın, var ettiği her şeyi/mükevvenatı fesada uğratabilir.
Zaman ve mekân arasındaki beraberliği Peygamber aleyhisselâm namaz ibadeti üzerinden perçinleyerek varlığın anlamına doğru, insanı sürekli bir yolculuğa davet ediyor. Bir kez namaz kılmak yetmiyor. Zaman sürekli değişiyor, mekân da öyle… Kâinat bir seyr ü sefer hâlinde akıp giderken Resulullah şöyle diyor: “Ümmetimden kim nerede namaz vaktine ulaşırsa hemen orada namazını kılabilir.” Bütün bir mekân yani kâinat anlamını burada, bu zamanda, bu işte buluyor.
“Yeryüzü (toprak) benim için mescit ve temiz kılınmıştır. Ümmetimden kim nerede namaz vaktine ulaşırsa hemen orada namazını kılabilir.”
Yere, mekâna yani yeryüzüne mescit nazarıyla bakmak toprağa sömürülebilir bir niyetle yaklaşmanın önüne geçer. Mekânlar; kazancın basit araçları seviyesinde, üzerinde her türlü tasarrufta bulunulabilir, varlıktan kopuk mahaller değildir. Çünkü insanın ibadet üzerinden dikkat kesildiği mekânı kirletmesi düşünülemez. Dere, aktığı mecrayı temizler geçer. Su akar, yatağını bulur. O’nun, ol (kün) dediğinde oluvermesiyle (feyekûn); insanın “ben yaptım oldu” kurnazlığı aynı değildir. Benim sayfalarca yazıp tam olarak bir türlü ifade edemediğim şeyi, bu sırra mazhar ozanımız Âşık Veysel anlatsın.
Hakîkat ararsan açık bir nokta,
Allah kula yakın kul da Allah'a,
Hâkk'ın hazinesi gizli toprakta,
Benim sadık yârim kara topraktır.