Yakamozsun Sen (Türkistan Notları-6)
Yorgunduk.
***
Otelde olması gereken en temel ihtiyaç ürünlerinin yokluğunu fark edemeyecek kadar yorgunduk. Ranzalarımıza kendimizi nasıl attığımızı bilemedik. Sabahın ilk ışıklarında vardığımız bu Rus otelinde, bize ayrılan iki odada sadece birkaç saat uyuyabilmiştik.
***
Havlunun, sabunun ve tuvalet kağıdının parayla satıldığı bir otelde konakladığımızı uyandığımızda fark edecektik.
***
Odaların dışında yer alan tuvalet ve banyoların, müşterilerin ortak kullanımına tahsis edilmiş olmasından rahatsız değildik. Bizi asıl rahatsız eden, her şeyin paraya döküldüğü böyle bir otelde temizliğin bu denli ihmal edilebilmiş olmasıydı.
***
Neyse, bunu düşünecek vaktimiz yoktu.
***
Cuma vakti yaklaşırken taksilerimiz kapıya gelmişti bile. Üniversitede iktisat okuyan ve aynı zamanda taksicilik yapan kültürlü bir şoförümüz vardı: Hümayun.
***
Sorduk:
***
-İsmin neden Hümayun?
***
-Babür Şâh’ın oğlu Hümayun…
***
Timur’un gölgesi hâlâ takip ediyordu bizi. Timurlu Hanedanı’ndan Babür Devleti’nin kurucusu Babür Şah’ın oğlu, devletin 2’nci hükümdarı Hümayun’un ismi, bu coğrafyada hâlâ yaşatılıyordu.
***
Bizim için uzak bir Türk devletiydi Babürlüler. Ama buraya yakın…
***
Taksici, camiye yakın dar bir sokakta indirdi bizi. Geleneksel taş evleriyle Mardin’i hatırlatan bu sokağa araç girmesi akıl kârı değildi. Giren de sıkışıp kalırdı. Namaza yetişmek için bu dar sokaklarda koştururken, bir balığın ağa düşüp çırpınması gibi olduğu yerde takılıp kalmıştı acemi bir şoför.
***
-Gel… Gel… Gel… Sağ yap. Topla abi, topla, topla… Hoop!
***
Bizim için milli bir reflekstir bu. Müdahale etmeden duramayız. Aksanımız Türkiye’den geldiğimizi açığa çıkardı. Yanımıza biri yaklaştı:
***
-Türkiye’nin neresinden?
***
-Sakarya, Taraklı…
***
-Siz?
***
Aslen Sivaslı olan, Bursa’nın İnegöl ilçesinde öğretmenlik yapan Mustafa Hoca’yla böyle tanıştık. Başka şehirlerde ilginç tesadüflerle yine karşılaşacaktık.
***
Karabay Aksakal Camii’nin avlusuna girdiğimizde üniformalı iki polis ilişti gözümüze. Namaza iştirak etmeyen bu polisler, güvenlik amacıyla mı yoksa hutbeyi denetlemek için mi buradaydılar?
***
Cemaat; basit bir mimariye sahip, tarihi olmayan bu camiyi avlusundan bahçesine kadar doldurmuştu. Vaazın sonuna yetişmiştik. Halkın gündelik hayatta kullandığı dilden daha fasih bir Türkçeyle konuşan imamı, anlayabiliyorduk:
***
-Müslüman Müslümanı öldürmez ve zulmetmez. Buradan Suriye’ye gidenler hem kendilerini hem de ailelerini harap ettiler. Yaptıkları davet hatalı bir davettir. Çocuklarınıza sahip çıkın. Allah onlara hidayet etsin.
***
Dini hayatı normal şartlarda siyasetten arınık bir şekilde dizayn etmeye çalışan Özbek yönetiminin, camide bu kadar açık bir şekilde siyasete müsaade etmesi bizi önce şaşırttı. Ancak biliyorduk ki Arap Baharı’yla Suriye’de başlayan karışıklıklarda, bu bölgeden birçok Özbek genç, savaşmak için muhtelif örgütlere katılmıştı. Belli ki bu konu, Özbek yönetiminin yakından takip etmesini gerektiren önemli bir sorundu. Dolayısıyla burada da yeri geldiğinde camiler, bir propaganda aracı olarak kullanılabiliyordu.
***
Çıktığımızda etrafa yayılan mis gibi nan (ekmek) kokusu, henüz kahvaltı yapmamış bizleri kendisine çekti.
***
Küçücük bir dükkan… Tandırda pişirilen yuvarlak, gamzeli, meşhur Semerkant ekmekleri…
***
İsli duvarların arasında, kan ter içerisinde iki usta… Biri hamur başında çalışırken, diğeri tandırdan çektiği ateş gibi ekmekleri tezgâha fırlatmakta...
***
Bu şirin dükkânın önünde bekleyen satıcı çocuklar, tablalara dizdikleri ekmekleri küçük el arabalarıyla satışa çıkarırlarken; gördüğümüz bu manzaranın bize hatırlattığı, Majid Majidi’nin 1997 yapımı “Cennetin Çocukları” filmindeki ilk sahneydi.
***
Bibi Hanım Camii’ne vardığımızda elimizdeki ekmekleri bitirmiştik.
***
Hükümdarlar ve eşleri…
***
Timur’un eşi adına yaptırılan ve Timur döneminin ihtişamını en güzel şekilde yansıtan bu abidevi külliye, Semerkant’ın sembol yapıtlarından biriydi. Karşımızda turkuaz renkli kubbeleri, sırlı ve renkli tuğlalarla bezeli, çini işlemeleriyle devasa ölçülerde bir eser duruyordu.
***
Depremlerde yıkılıp birçok kez onarılan bu yapının, Sovyet döneminde de kapsamlı bir restorasyona tabi tutulduğunu öğrendik. Müze olarak girdiğimiz bu külliyenin bahçesinin ortasında, bir dönem Hz. Osman’ın mushafının sergilendiği büyük bir taş rahle bulunmaktaydı. Camiye giriş kapısı kilitliydi. Sadece taç kapıyı izlemekle yetindik, çaresiz.
***
Bibi Hanım Külliyesi etrafındaki esnaftan, Semerkant’ı hatırlatacak küçük hediyelik eşyalar aldık. Burada fiyatlandırmanın standardı olmadığı için pazarlık yapmak oldukça yaygın ve hatta gerekli. Biz de bu geleneğe uyarak toplu pazarlıkla satın aldığımız her bir ürünü, bir diğerine indirim aracı kıldık. Elbiseler, çantalar, takkeler, kokular…
***
Etnik müzik aletleri satan bir mağazada; tar, dombra, ney ve bendir gibi çeşitli enstrümanları tecrübe ettik. Anadolu’daki bağlamanın atası dombranın eşliğinde ezgiler, ilahiler söyledik.
***
Yürüdüğümüz yol bizi İmam Maturidi’ye çıkardı.
***
10’uncu yüzyılda Semerkant’ta yaşayan İmam Maturidi, Hanefilerin itikat mezhebi olan Maturidilik Mezhebinin kurucusudur. Özellikle akıl ve nakil ilişkisinde Eşarilere göre aklı daha fazla öne çıkartan Maturidilik, Orta Asya’dan Selçuklular ile Anadolu’ya taşınmış ve buraya da kök salmıştır.
***
Şatafattan uzak, mütevazı bir hâli olan bu türbenin gölgesinde düşünmeden edemedik. Adaleti tesis etmek üzere gelen İslam Dini’nin, iktidarlar tarafından hukuksuzluklara meşruiyet aracı kılınması… Apaçık kötülüklerin bile mistik kılıflarla sumen altı edilmesi… Meclis/meşveret kültürünün pasivize edilerek ortak aklın devreden çıkarılması… Tüm bu çelişkiler karşısında halka biatçı bir anlayışın dinmiş gibi dayatılması… İmam Maturidi’nin, aklı öne çıkaran anlayışının, bugün bu mezhebi takip edenlerce ne kadar ihmal edildiğini tekrar tekrar düşündük.
***
Türbenin bulunduğu sokakta yoğun bir restorasyon çalışması devam etmekteydi. Köhne, gecekondu tarzındaki binalar yıkılarak, tarihi yapıların öne çıkarılmasına ilişkin çalışmalar sürmekteydi. İşçilerin bir kısmı öğle paydosundaydı.
***
Selamlaştık…
***
Türkiye’den geldiğimizi öğrenen işçilerden biri, yerinden fırlayarak hepimize tek tek sarılmak istedi. Arkadaşlar ona yaklaşmaktan kaçınmıştı.
***
Delice bir hâli vardı, kokuyordu; genzi yakan acı bir koku…
***
Kibrit çakılsa tutuşacak bu adam, belli ki bir şeyler söylemek istiyordu. Herkesin başından savmaya çalıştığı bu adamın hâlinden Serkan anladı. Hararetle bir şeyler anlatmaya çalışan işçinin, kaba saba el kol hareketleri vardı. Bu hareketlerinin peşi sıra, sin-kaflı küfürlerle bir şeyler haykırıyordu:
***
-Amerika ve İsrail Filistin’i mahvetti. Ama Türkiye hepsinin… diye başlayan sözlerini argo kelimelerle bitirerek coşkuyla Türkiye’den beklentisini kendince ifade etmeye çalışıyordu.
***
Yazık ki gerçekleri göremeyecek kadar sarhoştu.
***
Aklı başında değildi.
***
İktidar eliyle tertiplenen güdümlü mitinglerle bir şeyler yaptığını zanneden bizimkiler gibi…
***
Yürümeye devam ettik.
***
Bir önceki gece, uzaktan seyretmekle yetindiğimiz Registan Meydanı’nın bu kez arkasından dolanarak gişelerin bulunduğu kısma geldik. Biletlerimizi aldık ve içeri girdik.
***
Ve işte şimdi kum ülkesi anlamına gelen Registan Meydanı’nın tam ortasındaydık. Solumuzda 15’inci yüzyılda inşa edilen Uluğ Bey, önümüzde 17’nci yüzyılda inşa edilen Tillâ-Kâri ve sağımızda yine aynı asırda inşa edilen Şir-Dor medreseleri vardı. Farklı dönemlerde inşa edildiği halde boyutları ve motifleriyle birbirini tamamlayan bu medreseler, mimari açıdan birbirinden farklı özellikler de taşıyordu.
***
Çinilerle bezenmiş çeşitli geometrik şekiller ve rengarenk bitki motifleri; bu medreselerin kubbelerini, minarelerini, duvarlarını ve taç kapılarını süslüyordu. Özellikle Şir-Dor Medresesi’nin taç kapısı üzerindeki figür yine dikkatimizi çekti: Kaplanın yemek istediği bir ceylan ve bu kaplanın sırtından bakan güneş içerisinde bir insan sureti… Bunun replikasını Taşkent’teki Minor Camii’nde de görmüştük. Bu sembolik resme dair hepimiz bir şeyler söyledik. Güçlü kaplan ve zayıf ceylan neyi sembolize etmekteydi? Güneş içerisindeki insan kimdi?
***
Gerek klasik gerek modern dönemlerde hükümdarlar, devletlerinin ihtişamını ve sahip oldukları gücü, mimari eserlerde tecessüm ettirmek isterler. Timur ve ardılları da bu coğrafyada inşa ettirdikleri devasa yapılarla bu yarışı sürdürmüşlerdir. Ne var ki bu abidevi yapılar, devletin gücüne bağlıydı. Devlet, eski ihtişamını kaybettikçe bu yapılar da ayakta durmakta zorlanacaktı ve hatta yıkılacaktı.
***
Bu binalar, hem Sovyet dönemindeki hem de günümüzdeki bir takım restorasyon çalışmalarıyla ayağa kaldırılmıştı. Fakat özellikle Timur’un torunu, devletin 4’üncü hükümdarı Uluğ Bey döneminde astronomi, matematik, fizik ve İslami ilimler gibi alanlarda dünyada nam yapmış ilim adamları açısından cazibe merkezi haline getirilen Semerkant’taki bu binaların, ne şekilde kullanılacağı noktasında Özbek yönetiminin de kafası karışıktı.
***
Bu yapılardan klasik dönemdeki işlevlerini beklemiyorduk. Ancak müze olarak tanımlanan bu yerlerden, en azından tarihi ve kültürel mirası yansıtacak medeniyet izlerini taşıyan eser ve envanteri sergilemesini beklerdik.
***
Dünyada bilim merkezi konumuna erişmiş bir medrese/üniversite düşünün ki içerisindeki bölümlerde işportacılık yapılsın. Ziyaretçilerini kolundan tutup magnet, anahtarlık ve sair ürünler almaya zorlasın. Bu manzaralar karşısında üzüldük. Restorasyon çalışmalarında büyük gayret gösteren Özbek yönetiminin, ortak mirasımızın korunması ve yeni nesillere aktarılabilmesi açısından Türkiye’nin müzecilik tecrübesinden faydalanması gerektiğini düşündük.
***
Çıktık. Bir yorgunluk kahvesi içmek istedik. Kahve eşliğinde sohbet edecektik ki kafeteryanın arka tarafından tenor bir ses bizi kendisine çekti. Hepimiz masamızı terk edip bu sese doğru yöneldik. Bir opera sanatçısı profesyonelliğinde icra yeteneğine sahip bu kadını dinlemeye gelenler, etrafında küçük bir halka oluşturmuştu.
***
Yerel şarkıların yanında klasik batı müziğinden parçalar da seslendiren bu sanatçı, farklı milletlerden olan turistlerin arasından bize dönerek “Yakamoz”u söylemeye başladı:
***
“Ay ışığı, der durursun… Yakamozsun sen.”
***
Akşam olmak üzereydi. Arkadaşların bir kısmı, Registan Meydanı’nın üst tarafındaki çocuk dans gösterilerini izlemeye gitti. Biz de meydanın tam karşısındaki basamaklarda oturmuş, az sonra yapılacak ışık gösterisini bekliyorduk. Bu esnada 30’lu yaşlarda bir kadın yaklaştı yanımıza. Elindeki dosyalardan anketör olduğunu sandığımız bu kadın, umut vadeden bir tavırla:
***
-Amerika için greencard başvurusu yapmak ister misiniz, diye sordu.
***
- Biz Amerika’ya düşmanız hanımefendi…
***
Kadın şaşırdı. Verdiğimiz bu cevabın kendisine yönelik kaba bir davranış olduğunu düşünmemesi için hemen ekledik:
***
-Biz Amerika’yı değil, burayı seviyoruz. Onun için buradayız.
***
- Ben de bu işi sevdiğimden yapmıyorum zaten. Çalışmak zorundayım. Türkiye’den mi geliyorsunuz?
***
-Evet, İstanbul’dan.
***
-Ben de İstanbul’da yaşadım. Kadıköy’de…
***
Kadıköy’deki bir turizm acentesinde çalışmış olan bu kadın, uzun zaman önce eşinden ayrılmış. Şimdi çocuğuyla birlikte Semerkant’ta yaşıyormuş. Türkiye’den ayrılış sebebini sorduğumuzda:
***
-Yetişme çağındaki oğlumu Kadıköy’den ve kötü arkadaşlarından bir bakıma kaçırmak zorunda kaldım. Oğlum artık benim sözümü dinlemez olmuştu, dedi.
***
Kadına, İstanbul’da en çok nereyi beğendiğini sorduğumuzda ise aldığımız cevap bizi şaşırtmıştı. Ne gariptir ki dönüşüne sebep olan Kadıköy, hâlâ gözdesiydi…
***
Işık gösterisi başlamak üzereydi. Bu sohbetin ardından arkadaşları çağırmaya gitmiştik. Böylece seyretmekte oldukları çocuk dans gösterisinin sonuna biz de yetişmiş olduk. Yerel dansların yapıldığı bu gösterinin içerisine dünya müzik piyasasında popüler olan Kore’nin yapay K-Pop’u, garip kıyafetlerle nasıl yediriliyordu? Anlam veremedik.
***
“Semerkant’a gelenler Registan’daki ışık gösterisini muhakkak izlemeli.”
***
Gördüğümüz; turist zihniyetiyle gezen çoğu insanın beklentisini karşılayan bu oryantal, arabesk manzaraydı işte. Mekanların kaybedilen manevi atmosferi yerine, göz kamaştıran ışık oyunlarıyla modern ritüeller koymak ne kadar sahtece…
***
Ezan sesinin duyulmadığı Registan’da akşam namazını eda edeceğimiz küçük bir mescit de yoktu.
***
En yakın camiye ulaşmak için yürüdük. Yine kilometrelerce yürüdük.
