Bana Dünyalar Gerekmez (Türkistan Notları-7)
Sevmiştik…
***
Bir aşığın sevgilisini sever gibi…
***
Bilmiyorduk, etrafında dönüp durduğumuz bu deli divane halimiz, onun için ne ifade ediyordu?
***
Sokak sokak takip ederek izlerini, kapı kapı sorarak ismini, koşuyorduk baş döndüren bir kokunun peşinde…
***
O, gizleniyordu yüksek duvarların, perdelerin ardında; sessiz ve bilgece…
***
Kim bilir, belki o da bizi izliyordu; mütebessim, alaycı…
***
Bir çocuk gibiydik. Öylesine mahcup, öylesine talepkâr…
***
Ve tam yakaladık derken kaçıyordu yine; acemi, ürkek ellerimizden…
***
Ayaklarımız patlasın, omuzlarımız düşsün yorgunluğunda.
***
Varsın kaybolalım…
…
Takılıp kaldığımız, kaybolduğumuz Semerkant sokaklarından Tacik çocuklar çıkardı bizi. Biz değil, çocuklar tuttu ellerimizi…
***
Vakit daralmıştı.
***
Türkçe anlaşamadığımız, Farsçanın bir lehçesini konuşan bu Tacik çocuklarla, ancak Kürtçe konuşabildik ve çocukça anlaşabildik. Küçük harçlıklar sıkıştırıp ellerine, ayrıldık çocuklarla.
***
Türkistan coğrafyasının kadim milletlerinden biri olan Tacikler, Semerkant nüfusunun çoğunluğunu oluşturmaktaydı. Ana yurdu Horasan ve Maveraünnehir olan bu insanlar, bölgenin diğer şehir ve ülkelerinde de asırlardır varlık göstermekteydi.
***
Tacik çocukların bizi çıkardığı Gûr-i Emir Külliyesi’ne taksiyle sonradan geldi Haşim. Zira eşyalarımızı bırakabileceğimiz herhangi bir yer yoktu. Eşyalarımızı taşıyan taksinin ücretini ödemek istediğimizde:
***
-Siz mihmansınız, buna gerek yok, dedi taksici.
***
Bu gani gönüllü taksiciye:
***
-Rahmet, diyerek teşekkür ettik.
***
Akşam namazını, vaktin sonuna yetiştirerek, yatsıyı camide bekledik.
***
Reyhan, yasemin, kurtuba, nesim, sedir, zambak ve Semerkant…
Çeşit çeşit kokuları, küçük ahşap bir tezgâh üzerinde sergileyen bir delikanlı karşıladı bizi, avluya çıktığımızda. Ufacık, parlak cam şişeleri, elinde şırınga ile damla damla dolduruyordu. Herkes kendi zevkince bir koku seçti kendine.
***
Ama her şeyi seçemiyorduk.
***
İnsanlar, mesela nerede ne yiyeceklerine kendileri karar verebileceklerini zannediyorlar.
***
Oysa yanılıyoruz.
***
Bir akşam önce memnuniyetsiz ayrıldığımız aynı yerdeyiz. Kafeslerinde çeşit çeşit kuşların çırpındığı, acemi garson Zühreddin’in mekânında…
***
Nasıl olduysa yine geciktik; yemeği yine geciktirdik. Her yer kapalıydı; burası hariç…
***
Çok da beklentiye girmeden yüksek sedirlere kurulduk yine. Zühreddin, aynı Zühreddin:
***
-Beş değil, dört tane dedik.
-Zühreddin, salata istemedik.
-Oğlum karabiber değil, tuz tuz…
-Kaybetmezsek işi fena bulduk.
-Tam bir bön bu çocuk.
***
Önce söylendik sonra eğlendik yine. Bizi, masaları dolaşan çalgıcının ritimleri de iyiden iyiye keyiflendirmeye başlamıştı zaten. Hem Rusça hem Özbekçe şarkılar eşliğinde telleri yorgun tarıyla masamıza yaklaşan bu ihtiyar müzisyene verdiğimiz küçük bahşişler, Zühreddin’in ilgisini çekmişti. Demek ki tahmin ettiğimiz kadar bön değildi.
***
Aramızdan bazı arkadaşlar Zühreddin’in yorgun olabileceğini söyledi. Bazımız da:
***
-Zühreddin bu işi yapmak istemiyor. Mutsuz görünüyor, dedi.
***
Haşim dayanamadı, sordu:
-Sen öğrenci misin?
-Evet, öğrenciyim.
-Burada kaç saat çalışıyorsun, ne kadar kazanıyorsun?
- 13 saat falan…
***
Zühreddin’in aldığı ücret, kazanç denilemeyecek kadar küçük bir ücretti. Öylesine düşük bir ücretti ki müzisyene verdiğimiz bahşişe göz ucuyla bakmasını anlayabiliyorduk. Biraz öncesine kadar yorgun ve solgun bir yüz ifadesiyle dolaşan Zühreddin’in, şimdi gözleri parlıyordu. Bize ilgisi artan Zühreddin, sormadığımız halde:
***
-Ben gitaristim, isterseniz gitarımı getirebilirim, dedi.
***
Ve ağır hareketlerine alıştığımız Zühreddin, gitarıyla yanımızda bitiverdi. Biz kendisinin çalmasını beklerken; bize, mekânın ortasındaki masada kalabalık bir grupla oturmakta olan bir adamı gözleriyle işaret etti ve gitarı bize uzattı.
***
Ne yani biz mi çalacaktık! Anlaşılan gitar falan çalmayı bilmiyordu.
***
Birkaç aydır gitar dersi alan Resul, küçük küçük bir şeyler çalmaya başladı. Zühreddin, işi gücü bırakmış ilgiyle bizi takip ediyordu. Biz ise parçalara eşlik ediyorduk. Birkaç parçanın ardından çalmayı bırakan Resul, gitarı Zühreddin’e uzatarak:
***
-Çalabiliyorsan sen çal da biz dinleyelim, dedi.
***
Zühreddin başıyla aynı masayı işaret ederek bu kez konuştu:
-Patron var, kızabilir.
***
İşaret ettiği… Kadınlı erkekli ondan fazla kişinin bulunduğu, üzerinde çeşit çeşit mezelerin yer aldığı masaya baktık. İlk gözümüze çarpan; kırk yaşlarında, orta boylu, siyah saçlı, ablak suratlı bir adamdı. Masanın merkezine kurulmuş, etrafa karşı ilgisiz, kaşları çatık bu adamla göz göze geldik. Bekliyorduk. Bir söz, bir mimik, olumlu ya da olumsuz herhangi bir işaret… Adamın hiçbir şey ifade etmeyen donuk bakışlarından anlam çıkaramıyorduk.
***
Öylece bekliyorduk.
***
Patron, yemekte olduğu kurutulmuş balıktan bir parça koparıp masasını bekleyen garsona uzattı. Garson, aldığı parçayı; kırmızı, yeşil ve sarı tüyleri olan dev papağana verdi. Duvarı dekore eden ağaç dalının üzerinde duran bu büyük papağan, kocaman gagasıyla uzatılan lokmayı tek hamlede yuttu.
***
Öylece bu sahnenin bitmesini bekledik.
***
Göz ucuyla Zühreddin’e bakan patron, belli belirsiz küçük bir baş hareketiyle nihayet onay verdi. Tedirginliğini üzerinden atan Zühreddin, gitarı Resul’ün elinden kaparak karşımızda bir sandalyeye oturdu ve gitarın tellerine vurmaya başladı. Bir taraftan perdeler arasında hızla dolaşan parmaklarını takip etmekte zorlanırken diğer taraftan gitarın gövdesine vurarak tuttuğu ritmi yakalamaya çalışıyorduk.
***
“Bana altın, zer gerekmez.
Bana dünyalar gerekmez.
Bahtım için annem olsa…
Gözümün nuru annem.”
***
Karşımızda alelade bir sokak çalgıcısı değil, bir virtüöz vardı. Olağanüstü yeteneği karşısında büyülenmiştik. Zühreddin gerçekten gitaristmiş.
***
Yanılmışız. Karar vermekte ne kadar acele etmişiz. Meğer Zühreddin’in dikkat kesildiği şey, ondan bundan gelecek üç beş kuruşluk bahşiş değil, bizim müziğe olan ilgimizmiş.
***
“Derdimi bilmez misiniz,
Görücüler yüzünü kapar.
Ben gölgesinde dururken
Kızını beye satar!”
***
Zühreddin, art arda söylediği parçalarla coşturuyor; biz coştukça mekânda bulunan diğer insanlar da bu coşkuya dahil oluyordu. Patron bey hariç… Onun ilgisi ne müziğe ne de insanaydı. İlgisi, omuzuna aldığı koca gagalı Amerikan papağanınaydı.
***
Öyleyse Zühreddin’e yaptığımız alkış ve tezahüratlarımıza başka bir anlam katmalıydık. Avuçlarımız patlarcasına alkışlıyorduk. Ama bu, artık sadece sanatçıya olan alakamızla açıklanamazdı. Mekânın merkezinde bir devrim yapmak istiyorduk. Her bir alkış darbesiyle patronun ve papağanın saltanatını yıkmalıydık.
***
Bir önceki gün aldığımız bendirimizi çıkarmanın vakti gelmişti. Resul, bu bendirle sadece ritim tutmuyor, vurduğu her bir düm-tekle merkeze doğru adeta yaylım ateşi saçıyordu.
***
Patron artık bigâne kalamayacak kadar zayıflamıştı. Zühreddin, söylemeye devam ediyordu:
***
“Gören derdi ki:
Şahtır, sadece tahtı eksik.
Sana çok sıkıcıydı
Bu vatanın başkenti.”
***
Söyleyip çaldıklarıyla hayat neşesi açığa çıkan Zühreddin, kendini bulmuştu. İnsan, kendini ancak aşkla buluyordu. Sevdiği şeylerde…
***
Ayran getir, tuzluk getir, ekmek getir Zühreddin!.. Kimden, neyi istiyorduk? Buyurgan isteklerimiz karşılanmadığında ne kadar acımasız olabiliyorduk…
***
Gecenin sonunda kul, şah olmuştu; şah ise kul… Zühreddin’i gerçekten sevmiştik. Ama gösterdiğimiz alakayı bilerek abartıyorduk. Onunla resimler çektiriyor; onu kardeş bilip bağrımıza basıyorduk. Patronun ise abus çehresine hiç bakmıyorduk. Bu da verdiğimiz savaşın son hamlesiydi.
***
Şimdi aşk bizi nereye götürecekti?
***
Şah-ı Zinde’ye…
Devrim, her zaman devirerek mümkün olmuyordu. Bazen devrilerek de devrimi gerçekleştirebiliyordun. Tıpkı Hazreti Hüseyin ve onun süt kardeşi Kusem bin Abbas gibi…
***
Saat gecenin 12’siydi. Trenimizin kalkmasına 3 saat vardı. Taksileri çağırıp O’na doğru yola çıktık.
***
Etrafı mezarlıkla çevrili, içerisinde birçok türbenin, dergâhın, medresenin bulunduğu bu görkemli kompleks yapının bu saatte açık olması mümkün değildi. Ama zorlamak gerekti. İkna edilmesi zor gözüken güvenlikleri, dört koldan sarmıştık. Merdivenleri tırmana tırmana yalvar yakar abidevi 1’inci taç kapıdan içeri girdik.
***
Yeşil kubbeler, firûze taşlar, Türkistan motifleri, semboller… Gecenin kör karanlığında bize açılan ışıkların yardımıyla 2’nci taç kapıdan da geçmiştik. Yukarıya doğru basamak basamak yükseliyorduk. Sağımız solumuz türbelerle doluydu: Şâd-ı Mülk Aka Türbesi, Emir Burunduk Türbesi, Emirzâde Türbesi… Etrafımız, göz kamaştıran bitkisel bezemeler ve geometrik şekillerle tezyin edilmiş, sanatsal bir ihtişamla çevriliydi.
***
Ve Efrâsiyâp Tepesi’nde 3’üncü taç kapı…
Şâh-ı Zinde… Yaşayan Sultan… O’na en çok benzeyen, O’na en son dokunan, O’nun kabrinden en son ayrılan…
***
Hazreti Peygamber’in amcası Abbas’ın oğlu Kusem bin Abbas…
Annesi, Hazreti Hatice’den sonra Müslüman olan ilk kadın…
Hazreti Ali döneminde Mekke valiliği ve hac emirliği yapan Kusem bin Abbas’ın hayatını kabri başında yeniden okuduk:
***
Muaviye’nin, hac emiri olarak Ruhavi’yi atamak istemesine muhalefet etmişti. Ne acıydı ki Yezid, onun haklı muhalefetini kırmak için ordusuyla Mekke’ye yürümüş; buna rağmen Hazreti Kusem, itirazına devam ederek itiraz ettiği şahsın hac emiri olmasını engellemişti.
***
Kusem, Horasan civarındaki fetihlerde gösterdiği kahramanlıkların ardından Semerkant’ta şehit düşmüş; İslamiyet’in Semerkant ve Türkistan’a ulaşmasında ortaya koyduğu yüksek fedakârlık nedeniyle burada yüksek bir makam tutmuştu. Ve nihayetinde Kusem’e, Şah-ı Zinde sıfatı layık görülmüştü.
***
Üç taç kapıdan geçerek ulaştığımız Hazreti Kusem’in kabri, üst üste konmuş üç mikaptan oluşan yaldızlı hat ve firûze mavisi çinilerle tezyin; karşımızda durmaktaydı.
***
Mahzunlaştık… Makberin çevresinde sebebini anlayamadığımız bir hüzün kapladı içimizi. Az sonra çok sevdiğimiz Semerkant’tan ayrılacağımız için mi? Yoksa Kusem’in hayat hikayesinin bizde bıraktığı etkiyle mi? Belki hepsi… Ve belki de buna ek olarak hep kendini dünyanın merkezine alan ve hakkı söyleyenlere karşı hep aynı saldırgan tutumu sergileyen, zamanın Yezidlerinin bir türlü bitmek bilmeyişine...
***
Dünya iktidarı için ortaya konulan saldırgan politikalar, dünyayı çok yordu. Dağları, denizleri, nehirleri, bitkiyi ve hayvanı… usandırdı insanı.
***
Bu gece aşk, bir şey söyletti bize; bir çocuğun ağzından:
***
“Bize altın, zer gerekmez.”
***
Öyle ki sevmiştik bu şehri… Bir aşığın sevgilisini sever gibi…
***
“Bize dünyalar gerekmez.”
