Müstakil Bir Adrese...
Kısa kesecek kadar benim de vaktim yok galiba!.. Zaten ezelden beri yer durur kendi kedini vakit; hiç sönmez yani zamanın kendisine çaktığı kibrit…
Beklemek ibadettir ki… Ben hep huşu içinde bekleyebilirim “Mavi” göklere kavuşacağım günleri… Ha bir de sevmek, hep aynı standarttadır yaratıldığı günden beri; değişmez ki onun kalitesi. Sahi nasıl oluyor sevmenin “adice” si?..
Size göre “Dümdüz”sünüz güya!.. Fakat sizi düz ve ince bir çizgi olarak düşünsem de, sizi yine mavinin başlangıcı ve sınırsızlığı olarak görüyorum. Lakin düşüncelerimi sizde başlatıp kanat kanat yükselmeye başladıkça, gökyüzünde buluyorum kendimi. Ve duygu okyanusumun derinliklerine kulaç kulaç inerken, yine mavi oluyor yolculuğumun -keşfedilmemiş- akıbeti…
Hem sonra yanlış anlamayın; benim sizi komik karşılaştırmalarla; cinslerle bağlantılandırmak gibi bir ereğim de yok! Sadece yakıştıramam size cibilliyetsizliği… Sahi gerçekten de gönderecek misiniz “iç”inizin fotoğrafını? Merak ediyorum derinliklerinizden geçen -hakkımdaki- sanılarınızı…
Benim de işi-gücü bırakıp “kendimi aramak” gibi bir meşguliyetim oldu zamanında. Yine -zamanla- vazgeçtim ama. Şimdi sadece yanıyorum boşa geçen zamana. Boşunaymış kendimi arayışlarım. Lakin kendimi sizde buldum ki ben. Ve umuttur yüreğimde biriken. Ve ilk kez hicapla soruyorum: “neyi ifade ediyor berken?”. Hem (belki) de tuzlu sularınız oluyorken. Ve yine ilk kez biliyorum; çok erken!..
Üçgen, dörtgen, dikdörtgen…
“Fark etmiyor benim için geometrik şekiller” derken;
bedenimin taşıdığı ruhumun hangi şekilde olduğu takılıyor aklıma! Her şeyden öte, ruhum bedenim kadar çirkin mi acaba? Siz ölü taklidi yaptınız ama, bu halinizle haşri yaşattınız duygularıma. Dahası mı? düşüncelerime de verdiniz -yeniden- yaşam hakkını…
“Alıngan” mıyım, yoksa “algı” gücü yüksek bir deha mı? Nitekim “Al” kökü de bırakamamış cami avlularına çocuklarını. “Alınganlık” ve “algı”! Nasıl da birbirlerini çağrıştırıyorlar değil mi? Peki ben şimdi -iki kardeşin- hangisinde bulacağım kimliğimi? Nasıl sonlandıracağım bu ikilemi?
(Çok güzel deli taklidi yapıyorum sanırım!)
Ve ben hem “o” hem bu” iken, nasıl sadece “başkası” “ol”acağım?
Ya Rabbel Alemin! Bu düşünce tufanında boğulacağım…
“Peygamber” dedim işte! “Nuh” beynimin neresinde?
Ve…
Bitirmek istemesem de…
Ben mesela o geceden beri, doğarken görme(miş)dim güneşi! Ama şimdi?..
“Bitiremiycem gibi!”
Çocukluğumun, denizi-gökyüzünü keşfeden gözleri; nasıl da sevmişlerdi maviyi…
Büyüdüğümden midir, bilmem! Hani büyüdükçe insanın gözlerine perde iner de; göremez ya insan -en çok- olan şeyleri… Aslında gereken sadece birilerinin hissettirmesiydi. Neyi mi? Maviyi tabii ki…
Bana, çocukluğumu hatırlattığınız ve yaşattığınız için teşekkür ederim. Ve ben -şu an- çocuğum, ama -çok- değilim! Herkes hatırlar ama yaşayamaz çocukluğunu! Kendi kirliliğimi bile sergileyecek kadar saflaştırarak çocuklaştırdınız beni. Ve yeniden gösterdiniz bana bütün mavilikleri…
Biliyor musunuz?
Ben Mevlana’yı çok seviyorum; çünkü biliyorum, günaha giriyorum…
Bu en masum günahım fakat!
Ve Eyüp’ün sabrının -tarafınızca- küfre dönüşmesini istemiyorum…
Ve Hasan’la Hüseyin gibi tekrar tekrar öldürülse de duygularım; hislerimin -yine de- haşrolulacağını biliyorum…
Etleşmediğimim için İsa benden intikamını almayacak! Biliyorum…
Ya da sadece -sanırım- “biliyormuş” taklidi yapıyorum…
Kendimi anlatmaya yetemiyorum!!!
Bu sebepten nekahet beklemiyorum.
Ve diyorum ki:
Düşüncelerimizin izdivacından doğan fikirlerimizle çoğalacak idelerimiz.
Okuyarak ve okutarak yani…
Yalandan da ziyade, pişkinlik mayalamış “adice sevme” yi!
EKLEDİM derdime bu Mavi derdi.
Affedin beni!
Affedin “Beşinci Mevsim”i…
#