Devlet-Toplum İlişkisi (3)
Dış düşmanlara karşı milletçe verilen başarılı bir mücadeleden sonra devletçi elit kesim, İslam’la köklü bir hesaplaşma içine girdi. İslam, sosyal, siyasal ve ekonomik hareketlerin temellendiği formdan çıkarılıp kişilerin vicdanına sığdırılmak istendi. O, inanç ve ahlakla ilgili işlevini sürdürmeli, sosyal, siyasal, ekonomik ve toplumsal misyonunu terk etmeliydi. Devlete de dinin milli karakterini oluşturucu bir fonksiyon yüklendi. Böylece, sosyal ve siyasal alanın dinamik nizamı olan İslam, kişisel düzeyde bir yaşayış biçimi olarak bürokrasinin mutlak kontrolü altına alındı. Din yerine ikame edilen laisizm, İslam’ı bizzat kontrol altında tutan bir manifesto şekline getirildi. Zaten Türkiye’de uygulanan laiklik, iddia edildiği gibi din-devlet ayrımını değil, bürokratların İslam üzerindeki siyasal kontrol mekanizmasını ifade ediyor. Sivil toplumun en yaygın alanı olan dini yaşayış alanı, uygulanan baskılar sonucu güdük kaldı; bu durum toplumun mayasını oluşturan din bağının zayıflamasına ve toplumla devlet arasındaki uçurumun da giderek derinleşmesine yol açtı.
Türkiye’nin, 1930’lu yılların başında edindiği yenilik, onu girme ideali taşıdığı Batı ailesi içinde de zor duruma düşürdü. Türkiye anılan dönemde Batılı devletler tarafından anti demokratik bulundu ve bu yüzden şiddetle eleştirildi. Bu tepkiler karşısında 1930 yerel seçiminde çok partili bir sistemle bu imaj silinmek istendi ve Batıya Türkiye’nin demokratik olduğu mesajı verilmeye çalışıldı. Ancak İnönü’nün 1936 yılında CHP genel başkan vekili sıfatıyla yayınladığı bir genelgeyle, devletin ve hükümetin parti ile fiilen birleştiğini açıklaması; ayrıca CHP’nin altı okunun 1937 yılında Anayasa maddesi haline getirilerek devletin temel unsuru olan Anayasa’nın CHP ilkeleriyle bütünleşmesi Türkiye Cumhuriyeti’ni adeta tek parti devleti konumuna getirdi. Tek parti zihniyetinin, devletin ve milletin tüm kurumları üzerindeki etkisi bugün de ağırlıklı olarak devam etmekte, hatta bazı yönleri sorgulanamaz bir ilke muamelesi görmektedir.
1938 yılında M. Kemal’in ölümüyle baskıcı bir anlayışa sahip olan tek parti zihniyeti, Türk toplumunun üzerindeki mutlak bir hâkimiyet kurdu ve demokrasiden yana olanların sesini büyük ölçüde kıstı. Tabii ki bu yöndeki baskıcı politikalar Demokrat Parti’nin doğmasına zemin hazırladı. Tek parti zihniyeti 1938’den sonra M. Kemal dönemindeki anlamından sapan bir Atatürkçülük ideolojisi geliştirdi. M. Kemal’in ölümüne kadar Atatürkçülük, batıyı model alan, muasır medeniyetler seviyesine çıkmayı hedefleyen, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel bir programdı. M Kemal’in ölümünden sonra bu kavram, tek parti zihniyetinin baskıcı politikalarının ve yaptırımlarının meşrulaştırıcı bir dayanağı haline getirildi.
1940’lı yılların sonuna gelindiğinde, tek partinin baskıcı tavırlarına rağmen Türk siyasal yapısı sivil ve çocukçuluğa dayalı bir topluma doğru gelişme gösterdi. Bütün baskılara rağmen direncini kaybetmeyen sivil toplum unsurları 1950 sonrasına taşınabildi ve siyasi sürece katılarak Türk siyasi hayatını renklendirdi. Ne var ki 2000 yılına girildiği şu günlerde bile, milletin iradesini ve rüştünü yansıtan siyasi gelişmelerin önünün hâlâ birileri tarafından kesilmeye çalışılması, sivil ve çocukçuluğa dayalı bir yönetimden yana olanları ciddi biçimde endişelendirmektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, cumhuriyetin kurucu öncüleri, cumhuriyeti ve demokrasiyi Türk toplumun siyasal yapılanmasında nihai bir hedef olarak tasavvur etmiş olsalar dahi, geçmişteki ve günümüzdeki gelişmelerin pratik sonuçları, tasavvur edilen hedefe arzulanan biçimde ulaşılamadığı açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü bugünkü çok partili dönemde bile hortlatılmaya çalışılan tek parti zihniyeti, Türkiye’deki demokrasinin halka değil belki azınlığa ait siyasal bir rejim; Türkiye Cumhuriyeti’nin de tek parti devletiymiş gibi algılanmasına neden olmaktadır. Bu yanlışlar eyyamcı tavırlarla ömür tüketen aciz kimseler tarafından değil, her zaman dinamik bir ruhla haktan, adaletten ve doğruluktan yana milletin sağduyusuyla düzeltilebilecektir. Yeter ki baştan beri değinilen konular, her türlü ön yargı, taraf ve karşıt olmanın ötesinde dürüst, cesur ve özgür biçimde tartışılıp yanlışlar düzeltilebilsin. Eğer yanlışlar düzeltilmezse yarınların yanlış üzerine kurulması kaçınılmaz olur.
Bkz Tunçay Mete Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyet Dönemi Türk Ansiklpedisi ,C.8
#