Hattat Saim Özel
Çocukluğumun yazlarında, her Taraklılı çocuk gibi; camiye Kur’an öğrenmeye giderdim. Ezberim fena sayılmasa da Kur’an’ı yüzünden okumakta istenen seviyeye bir türlü ulaşamazdım.
Dedem bu sebepten Hattat Saim Özel ve Hafız İrfan Çakır ile görüşmüş, onlar da ders vermeyi kabul etmişlerdi.
Muayyen vakitlerde evlerine gidip ders dinlemek, oturmak, sohbet etmek, onların dünyalarını biraz olsun tanıma imkanını sunuyordu bana.
İki İstanbul beyefendisi… Süleymaniye ve Göztepe Camii'nin kubbelerinde Taraklı’nın sesini aksettiren iki çelebi…
İrfan Hoca’yla, komşuluğumuz münasebetiyle daha çok beraber oluyordum. Onun üzerimdeki ağırlığı, sanırım son nefesime kadar beni bırakmayacak… İrfan Hoca, sanatın daha çok musiki kanadında, Saim Hoca ise hat kanadında yükseliyordu.
İrfan Hoca, Saim Hoca’nın babası Hafız Hüseyin’den, hafızlık beratını aldıklarını latifeyle anlatırdı: “Ben Hafızlığa çalışmaya başlamasam, Saim’in çalışacağı yoktu. Benim vesilemle Hafız olmuştur.”
İki dostun latifelerini ilgiyle dinlerdim.
Tarih, her vesileyle, onların hafızalarında canlı bir şekilde yaşıyordu: Menemen, İstiklal Mahkemeleri, Şeyh Said, İskilipli Atıf Hoca, Şapka Kanunu, Erbilli Esat Efendi, Terakkiperver, Harf İnkılabı, Tanrı Uludur, Kubilay, Bediüzzaman, Mehmet Akif, Adnan Menderes, Vahdettin, Mustafa Kemal, İsmet Paşa, İttihat ve Terakki, Neyzen Tevfik, Kazım Karabekir, Fethi Okyar, Takrir-i sukûn, Celal Bayar… çocuk aklımda o zaman tuttuğum isim ve olaylardan bazılarıydı.
İşittiğim bu karmaşık olaylar zincirinin halkalarının, onların dudaklarından sessizce, Yunus Paşa’nın kapısında dillendirildiğine şahit olurdum. Ders kitaplarından ezber bozduğum zamanlardı.
Yeni alınan bisikletimi, bir sabah, penceresinden gördüğünde, Saim Hoca’nın çok heyecanlandığını fark ettim. Eve girdiğimde, derse başlamadan önce, bisikletimin hayırlı olmasını dileyerek, kendisinin de eskiden, İstanbul’da buna benzer bir bisikletinin olduğunu, Eminönü’nde onunla dolaştığını, hatıraların hafızasında bıraktığı bir gölgelik gibi anlatmıştı.
İstanbul, ona neyi hissettirirdi bilemiyorum?
Saim Hoca’nın şefkatli eşi, her seferinde güler yüzle karşılar, ikramda bulunurdu. Vakit öğleye yanaştığında; kahvenin, şekerin ve meyvenin damakta bıraktığı tatlarla, çevremdeki sülüs yazıların rikkatinin zihnimde bıraktığı letafeti yanıma alıp ayrılırdım.
Saim Hoca, kendi hat sanatını beğenmezdi. Eşi her ne kadar onun bu yönüne karşı çıksa da sanatçıların kendilerini yeteri kadar beğenmemeleri, onların başat karakterleri olsa gerek. Tabii Hoca’nın mütevaziliği de göz önünde bulundurulmalı.
Bir gün, üzerine Kelime-i Tevhid yazdığı bir levhayı getirip, benden hatıra olsun, dedi. 1418 tarihini atmıştı altına. Sonradan kaybettiğim bu levhayı, kütüphanemi düzenlerken bulmam, beni ziyadesiyle sevindirmiştir.
Günler geçiyor, hatim ise bir türlü tamamlanamıyordu. Ne zaman, diye sorduğumda. Penceresinden uzanan ihtiyar asmayı işaret edip: “Bu üzüm salkımları kararınca, sen de Kur’ân’ı bitirmiş olacaksın, o zaman sana bir salkım ikram edeceğim” cevabını vermişti. Kur'ân'ın bitimsizliğinin farkına henüz varamadığım yıllardı.
Üzümler karardı, hatim indirildi. Kendi elleriyle kesip sunduğu üzüm salkımı, her sene veren meyveler gibi insanlığın kalbine inen Kur’ân’ın feyiz ve bereketine bir nişane olarak yendi.
Yunus Paşa’da bir ikindi namazı sonrası, ayakkabılığın yanı başında, Rahman sûresinin tekrarlanan ayetinin anlamını, ilk defa o fısıldadı kulağıma: “Şimdi Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz.”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, kucağında kedisi olan fotoğrafı ne zaman karşıma çıksa, Saim Hoca’nın parlak tüylü kedileriyle sokak kapısında, merdivenin önünde, sırtını güneşe vermiş oturduğunu hatırlarım.
#