Facebook ve İzdivaç Tv ile de Pıçaklanan Halkım
Kovulmuş Şeytan’ın ve o şeytanî düzenlerin şerrinden inayet ve rahmet sahibi Allah’a sığınırım.
Fincancı katırlarını ürkütelim bakalım. Ürkütelim ki bir önceki İmamı Gazâlî yazımızın neye karşılık geldiğini Taraklılı kardeşlerimiz anlasın.
Dostoyevski, başlığını attığımız meseleyi, daha iyi kavrayabilmemiz için, bize Suç ve Ceza adlı enfes romanında, bu yazıda kullanacağımız anahtar olabilecek bir cümle sunar.
Raskolnikov’a arkadaşı Razumihin: “Namuslu ve duygulu insanlar saflıkla içlerini dökerken, iş adamları kulak kesilir, sonra da bunu çıkarlarına göre kullanırlar,” der.
Evet, bu cümle bizim için önemli.
İsterseniz cümleyi iki parçaya bölerek inceleyelim. 1- Namus, duygu, insan, saflık, iç dökmek. 2- İş adamları, kulak kesilmek, çıkar, kullanmak. Görüyorsunuz ya, her bir kelime, adeta tenasüp (uygunluk) sanatına göre art arda dizilmiş.
Şimdi kolay olsun diye iddiamızı bu kalıba dökerek düşünelim.
Geleneksel yaşamı çözüldüğünde, kalabalıkların arasında yapayalnız bırakılmış felçli bir ihtiyar gibi ağlarken halkım. Onun bu düşkün halini gören kulağı kesikler; akan gözyaşlarını silmesi için, ihtiyarın gözlerine, selpak mendili satabilmenin hesabını yaparlar. Zira onlara toplumda girişimci diyorlar.
Taraklı’ya İstanbul’dan bir cenaze getirdiler bu yaz. Aşağılardan, Taraklı’ya getirilen cenazeler nedense pek hüzünlendirir beni. Merhum, çok uzun zaman Taraklı’ya hiç gelmemiş. Öyle ki dikkat ettim, birkaç yakınını çıkarırsak, cenaze cemaati de (Taraklılılar) mevtayı tanımıyor.
Künyesinden habersiz oldukları bir cenazenin arkasından, kendilerine yüce bir sorumluluk yükleyen Taraklılıların alakasından etkilenmiş üç İstanbul Beyefendisine kulak misafiri oluyorum:
İlki: “Ben buraya yerleşmeliyim kardeşim.” Diğeri: “İnsanlık var burada, gör.” Üçüncüsü: “Aç açık da bırakmaz bunlar seni, hangi evin kapısını çalsan karnın doyar.”
Taraklı’nın hanı, hamamı, restorasyonu, gölü değil; gönlünden bahsediyor bu Boğaziçi Beyefendileri.
ABD ve müttefiklerini Irak ve Afganistan’dan kışkışlayacak Taraklı’dan başka bir yer aramayın. Yunus Paşa buradan taaa İskenderiye Feneri’ni tutuşturmaya, öyle ya da böyle gitti. Büyük İskender bizim için gölge etmesin yeter.
Meselemize devam edelim. Bu üç İstanbullu yalnızlığın dibine vurmuş. Daha tumturaklı bir sözcükle söylersek atomize olmuşlar. Çünkü uluslaştırılan ümmetin çocukları, şimdi miladı dolduğu (son kullanma tarihi geçtiği) için artık ulus treninden de indirilerek, birey birey yaşamaya alıştırılır olmuşlar. Şairin dediği gibi: Çırpını çırpını giden atlardan indik/ girmek için patavatsız yurttaşlar sırasına.
Herkes, yalnız bir dünya. Kendi kendine bir küre…selleşen bir bir bir bir... Dikkat edin Tevhid değil ‘bir.’
Post-modern dünyanın neo-liberal bireyleri, birey birey yaşarken, yalnızlığın altında ezildiklerini hissediyorlar. Keşke bir bir bir dostlarım olsa benim diyorlar.
İşte derde deva cümle, Dostoyevski’nin kahramanından sadır oluyor: “Namuslu ve duygulu insanlar saflıkla içlerini dökerken, iş adamları kulak kesilir, sonra da bunu çıkarlarına göre kullanırlar.”
Seni birey yapanlar, birey olmanın dayanılmaz acısını sağaltacak bir yöntemi de sana sunarlar: FACEBOOK!
“Benim hiç arkadaşım yok!”
İş adamları kulak kesilirler bu söze.
“Senin farkında olmadığın o kadar çok arkadaşın var ki(!)” “Biz postmodernist İş Adamları Derneği’ni kurmadan önce, modern ulus-devletleriniz sizi okullarda topluyordu şimdiki gibi. O toplanan yığın, sizin dost ve arkadaşlarınızdı, unuttunuz mu?” “Hepinizi Facebook’ta yığıştırıyoruz şimdi, tıkıştırıyoruz.”
Tanıdıklarınızın varlığı, tanışlarınızı da çoğaltacak ve tanıklarınız da buna tanıklık edecekler Facebook’ta. Nasıl mı? İki kişinin üçüncüsü Facebook, dört kişinin beşincisi Facebook, bundan az veya çok…
Bireyin acısını aldı Facebook. En azından iki vakte kadar…
“Tecessüs etmeyin,” diyor İslam. Merakınızı celp eden, kışkırtan şey nedir dostunuz adına? Sıla-i rahim mi? Sağlığı, borçları, ailesi, işi, psikolojisi-sosyolojisi, hayatı-ölümü… Yapmayın, hiçbiri sizi kendinizi eğlendirmekten daha yüce bir mevkide bulunamaz!
Kendi yüzüne bakmaya utanan insanların, dostlarının yüzüne bakması, eğer o hakikatli bir dost ise, ne kadar mümkündür? Böylelerinin, dostun yüzüne bakmak için imkan araması değil, dostunun cemalinden kaçması tek seçenektir. Yani kendi yüzünden.
Kendine yanaşamayıp, kendinin uzağında kalanın, dosta yanaşabilmesi ne mümkün!
Yanında olduğu kendi, bu kadar mesafeyi açmışken kendine, dostu yanı başında bulmak hayal üstüne hayaldir. Hayır, dosttan ayrı kalanın hayali de tahayyül edilemez.
Kendini öteleyip dostu beride bulacağını uman Facebook kafalılar, şunu anlamalılar evvela: Yüzüne bakmaya hicap ettiğiniz bir dostunuz yoksa; saçma bir sahnede, sahte bir oyunu oynuyorsunuz (oynatıyorlar) demektir. Bu eğlenceyi bilerek devam ettiriyorsunuz, kendinizi kandırıyorsunuz.
Evlenmek istiyorsunuz; fakat bireyliğiniz buna engel oluyor. Çünkü Büyükleriniz öldü. Mahalleniz öldü. Savaşlardan geriye kalan dullar gibi inliyor halkım! Merhem, bir pencere kadar yakın: TV’de izdivaç.
Bu bir savaş ve bu savaşta pıçaklanan halkım kanıyor dembedem. Can çekişiyor. Palyaçoya dönüştürülüyor. Birey birey öldürülüyor. Burnundan ümmet ümmet çıkarılıyor kanı.
Ayakta durmak isteyenlere: camiden, cemaatten, cemden, cumadan, cümle uzak bir birey derneği kurduruluyor devlet tarafından. Toplanın diyorlar, toplanıyoruz. Şairin de dediği gibi: Düşmanı gösteriyorlar, ona saldırıyoruz/ siz gidin artık/ düşman dağıldı dedikleri bir anda/ anlaşılıyor/ baştan beri bütün yeniklerle/ aynı kışlaklardaymışız.
Partizanlaşan beldemin partizan insanları: muzafferiyetlerinden ve mağlubiyetlerinden mağrur, bu hallerinde devam ederlerse; altın biriktiren kadınları da avurtlarını zekilere has şişirmeye devam ederlerse, onlardandan bahsetmenin sıkıcılığını yaşayacaktır soyları.
Ey veren elin alan elden üstün olduğunu takvim yaprağından okuyup; fakat bunun tevilini (yorumunu) neo-liberallerden alan halkım benim! “Yoksulluğum övüncümdür” diyen kimdir?
#