Vâridat-ı Beled-i Taraklı
Bu sokaktan geçmek beni: suya karşı, toprağa karşı, eve karşı, aranan fermanlı bir kölenin bu sokaktan geçme ayrıcalığına karşı zengin kılar. Avuç avuç toprak atarım gökyüzüne, çemrek parmaklarıma rençperliği öğreten kim? Bu sokak toprak kokar, beni var kılan kayra, içime sızdırmaz bu kokuyu. Ona râm olurum, kul olurum ve bunun için fermanlı bir köle olmanın kutsal beratını taşırım gururla.
Bilirim, toprağın da suyun da vahdeti, fermanımın şiarıdır. Okurum okurum, tekrar tekrar hecelerim. Değirmenler göğü akıtır, ben değirmenime akarım; bir su akar, bir de gök. Gece değirmenime yıldızlar akar. Her biri, bir umut aşılar: “Kalk gidelim yahut uyu, geceyi burada bize bakarak geçir. Rüyana akalım, bilmek istemez misin ötenin fısıldaşan ruhlarını?”
Ak, derim. Ak da yunsun gecenin karanlığı. Suya vursun kırgın aksim. Beni, geç uykuların beşiğinde sallarsınız; sonra bir gece kuşunun hûsu çalılıkların ardında. Ölüm, suyun berisinde; ben, öte yakada gidip gelen beng ü bâde.
Vuruşup da sulhu, Salih olmayanlar yapamaz. Ve özgürlük anılacaksa, yaklaşmasın soframıza kongre zabitleri. Çünkü kutsal balığın pulları dökülür necis parmaklarda. Bay Kral, konuk bir put olarak kadehinin doldurulmasını emreder. Emre itaatsizlik, îtikattan doğar. Çünkü sofra… Gök sofra… Doru bir atın getirdiği haberin heyecanını kutlayan bir sofra…
Şimdi yıkıl Kral! Ve onun yaltak ibrikçileri…
Başka kimler var burada?
İşte makbul bir misâfir… Ne kadar ilginç onun Kral’dan sonra gelmesi! Anlamadın mı yoksa? Eyüp, bu bahçede sade bir mezarlık olarak algılanmaz. Çünkü komşumuz olan bu güleç misafir, Kral’ı sevmemekle meşhur bir misâfirken, bizi sever de gelir buraya. İnfaz koruma memurlarını utandıracak mührüyle, tahta sandığını burada açtırma ihtimalinin etrafa yaydığı korkuyu güleç yüzüyle dağıtarak gelir. Bana güler. “Deli olmasan anlayamazsın.” İşte, ben Kral’ı sevmeyen bir deliyim. Sense beldenin Kral’ı sevmeyen tek tüccarı...
Sırtından akan cerâhat, mâlûm günlerin ifrazı olmalı. Ve hâlâ kabuk bağlamayan yara, çocuklarını öldürüyor bir bir. Çocuklar, elde patlayan bomba, açılışlı- törenli... Ve bir şairin dediği gibi: “ben öyle bilirim ki yaşamak / berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır.” Bitti dendiği anda, bir savaşı başlatmak yazıldı hepinize. Kader…
Bu ağacı senin için silktim, semeresi boldu bu yıl; en yüksek dallardan da kuruttuk, pestil yaptık. Ey misafirimiz, sen beklenmedik bir halde ağlıyorsun, ben mihmandarın oluyorum. Emrin, emirdir bize. Sunaklarımızı, gecenin ağrıyan yanlarına süreceğiz. Henüz erken…
Bağda gezenleri tanıyorum. Kısık fener çapa vururken toprağa, şahit oluyorum zamanın bağda devrimine. Perde aralandı, hem sonsuzluk akıyor hem mâsivâ. Ama kerpiçler süklüm püklüm dökülüyor iken duvardan, pencereleri dârülaceze bir oyunu oynuyorken hanların, kırık aynadan siluetini seyreden evvel zaman kadını, oracıkta bırakıyorken aksini ânın kadınına. Zor olan hem aynada, hem de karşında… Bir de unutulan içindeki ayna…
Ve kendimi anlatayım sana.
Üzerimde her gün değişen bu hırkanın, hangi iklime münâsip dikildiği sorgusu, artık hırkadan çok, kendi varlığıma bağlı parçalanacak bir göğsü hak ettirmiş kılıyor. Buna hazır olmayan ten, ruh, kan hesap soruyor. Çoğa ait ne varsa hesap…
Son demlerini yaşayan bir hastanın penceresinden… konuşamayan, işitemeyen uzuvlarıyla arıyorum. İkindi vaktine denk geliyor. Senin olmadığın, hastanın olduğu, bir de iki çocuğun ölümü…
Bak bu evden bir tavus kuşu uçuyor. Ayakları vahşi bir hayvanınkine benzer. Ve altında Âl-i Osman’ın armalı aynası parlıyor. Kazanlarda salça, tablalarda erik kurusu... ve doksanlık bir ihtiyarın mâdenî lakabıyla el sıkışıyorum.
Gün akşama evrilirken, karşıdan senin görünen geçmiş zamanını heyecanla karşılıyorum. Mâzîyi, hâli, âtîyi kuşağıma sarıp, karışıyorum ramazan muştusuna.
Çocuğum!
Sana böyle dersem, bil ki kendimi aynanda seyredişimdendir. Çocuk, neye karşılık gelir dilinizde, yaşı belirgin aralıklarla çizdiğiniz bir grafik midir? Sen oku, beni okut. Çünkü noksanım sensin bugün bilimler akademisinde.