Arada Sırada... Konuk Yazar Ahi Naci İşsever
İzzettin KÖMÜRCÜ
Yayın:
Güncelleme:
Değerli Dostum, Geçen gönderdiğim denememde Osman’ı daha özentili anlatma gayretindeydim. Ve o, –henüz- sağdı. Hatta anlattıklarım, benim o kadar hoşuma gitti ki, çarşıda pazarda da –sanki- onunla beraberdik. Ancak kendisi ister sağ olsun ister ölü, söz babama gelince, satırların sihri bozuluverip, hevesim pörsüyor. Babamla ilgili ne dersem diyeyim, kendimi “izinsiz” hissediyorum. Onun beldemizdeki gölgesi, önümde ardımda geziniyor. Bir tuhaf çınlama! Demek ki, insan zihninin katmanlarında, -şamandra gibi- konumu sabit ve içeriğini değiştirmeyen yerleşik kavramlar var. Sana neden, “onu anlatayım diye” söz verdiğimi şimdi anlıyorum. Osman’ı anlatmak, babamı da anlatmakla eşdeğerdir. Herhalde mesele bu. Ölüm, bizim bilmediğimiz dilleri konuşan, yabancı bir tercüman olsa gerek. “Bir tütsünün kokusu” sin sin bize duyuruluyor. Ölülerin huzuru, kendimizi huzursuz etmeden, onları anabilmekte saklı… Beraber soralım: Bu kasvetli beyanları, özenerek demlemenin gereği ne? Bunu ben kendime defalarca sordum: Ondan kurtulmam gerekiyordu açıkçası… Denemeleri de silip atmamın nedeni bu. Bunu da sana haber vererek,“Osman’dan kurtuldum!” diye bağımsız hissettim kendimi. Buna karşı sen de bana diyorsun ki; “Osman’ı ecel değil, sen öldürdün!” Çok ağır söz,! demir mi döğüyorsun be kardeş? Örgüye özentiye bak ki, henüz bu satırları yazmayı tasarlarken daha, -biliyorsun- O sağdı. Osman’ı ne denli –zorunlu olarak- anarsam, babamı da anmış olacağım. Sağ olsaydı: “Beni müzümsüz yere lafa bulaştırma!” derdi. … Devam ediyorum: Bu mektubun konusu, kahramanımız, Taraklı’da kunduracı Ömer’in küçük oğludur. Bendeki sicili, polisteki siciliyle çelişen, bu katmerli yapıyı, kusursuz anlatabilirsem, ne iyi? Onun çok temiz biri olduğunu hiçbir savcı fark etmedi. Kararsız genç hâkimler, parmakları kalıba alışmış tahrirât katiplerinin yüzüne baka baka –mütereddit- ceza kestiler. Avukatsız donuk kapılarda direk gibi dikilen mübaşirlerden “bi sigara!” isterdi. Sahipsiz ve çelimsiz mahkumlarla, gardiyanların hukuku üstüne hep sustu. Bunları ve dahasını size de fark ettirebilirsem, hizmetinde olduğumu anlayarak, onunla ödeşeceğim. Çocukluğumda, kunduracı Ömer’in Hanımı’na kadar, bir kez annemle beraber gittiğimizi hatırlarım. Osman daha doğmamıştı . O ev –hâlâ yerinde- ahşap ve yepyeni bir evdi, Taraklı Yukarı Cami’inin tam karşısında. O cami ve minaresinin ahşap olduğunu unutmayan çocukluk hafsalam taptaze. Taraklı’da Yukarı Cami… O günlerde Bayram Hoca’nın okuduğu akşam ezanları, Taraklı’da güneş’in -vukuatsız- battığını, nöbetçi meleklere duyururdu.. Ne elektrik ne hoparlör? Hiçbir teknik kirlenmenin başlamadığı “o sakin günlerin” Taraklı ezanlarında: Çakal Hafız’ın, Müezzin Emmi’nin, Hacı Buba’nın kullandığı yerli makamların, kulağımızın kalıbına akıttığı iksirle bugüne erdik. O ezanlar ki toprağımızı millîleştiren desenimizdir. İster ayakkabım ökçesi kadar, ister mükevvenâta dar gelen toprak. Vatan. Annemle Osmanlar’a gittik dedim ya? Gidişimizin nedeni: Osman’ın Annesi evde yalnız olduğu bir gün, cümle kapısının “çalındığını” işitir. İşittiği de: Kıyık kıytırık, sahipsiz teneke sesi değil. Değdiği yerden alev sıçratan çekiç sesi, örs sesi gibi ! Bö’le: “tan tan! çın çin!” Kadın korkar, döner bakar ki, kapıda nur yüzlü, heybetli, boyu kapıya denk, elinde âsası olan bir adam. Duyduğu ses de o adam ve beraber görünen avanesinden… Yani ki görünen heybetli, sıradan ve hıradan (küçük) biri değil, senin anlayacağın! Annem de, bu bizim Taraklı’da sık sık anlatılan, “herkese görünmezlerin!” öykülerine meraklı olduğu için, Taraklı’yı haftalardır kasıp kavuran bu yeni evliya öyküsünü, değişime uğramadan birinci ağızdan –sansürsüz- dinleme hevesinde. Ola ki kendi gördükleri ile de karşılaştıracak. “Biz Taraklılıların,“iyi sıhhatte olsunlar”diye, hoş tutmaya çalıştığımız, O herkese görünmezlerle ilgili korku ve merakları, zaman zaman kabı ve kalıbını zorlayıp, zıvâneden çıkabilir de. Doktorların “fenomen” dediği” görüntülere de sıra geldiyse eğer, bil ki Taraklı bunalmıştır. Örneğin: Yunanlılar İzmir’e asker çıkardığında, Taraklı derin bir “şok-a” girer. “Taraklı nere? İzmir nere?” diyemezsin. Taraklı hemen aldırır umursar, aldırmazlık edemez. İşte o günlerin Taraklı’sında: “Onların! -bizi Yunanlılardan koruyacakların- attığı kudret toplarının “güm! güm!” diye gümleyen seslerinin işitildiğini, bizzat ben, birkaç ihtiyardan dinlemişimdir. Bu o denli doğal bir haberdir ki: Valla mı? Sen de duydun mu? Yemin et! ” diyemezsin. Dersen, bir günde ve anında sicilin bozulur. İlk vakit namazında caminin en son safında –belki- yer bulursun. Oysa öğle namazında senin birinci safta değişmez yerin vardı. Hayır, ikâmetiniz camide bile mahduttur. İkbaliniz dürülüp askıya alınabilir. seferde seferberlikte olmuş fark etmez, gerekiyorsa vakit kaybetmeden –anında- çizginin öte yakasına, –dördüncü beşinci boyuta- geçebilen bir beldedir. Hatta kedimiz köpeğimizle de birlik. Bu tür olgular karşısında algılarımız “hayra!” ise, Kur’an okuruz. “Şerre!” ise, sivil savunmaya geçer, yaygın muskalarımızdan –gerekeni- kullanırız. Osman’a dönecek olursak: Onun Babası Kunduracı Ömer Amca, adı üstünde kunduracıdır. Daha önceleri imalatçı iken, İstanbul’dan hazır ayakkabı getirerek toptancılık da yapardı. Taraklı kışları ile baş edebilmek için “mes” üstüne giyilen lastikler, keten ayakkabıları ve Ankara lastiği onun işidir. Neresinden bakarsan bak, Taraklı ölçeğinde sermayesinin çekeri, dikkati çekecek bir tokluktaydı. Babam kunduracı olmadığı halde, Ömer’in dükkânında oturur oldu. Pazar sepetlerimiz ve benzeri günlük işlerimizin o dükkân merkezli, -ve etrâfında- hesaplanmaya başladı. Gelip geçerken fark eder oldum, ikisi yumuşmuş ”bir şeyler” konuşurlardı. Babam ormancı olduğu için, ben bu muhabbete bir anlam veremezdim. O arada, dikkatimi çeken bir şey daha var. Ömer Amca Babama ismiyle değil de, “Muhtar!” diye hitap ediyordu. Gün geldi ikisi de öğle yemeklerini dükkânda yer oldular. Kimi pide söylediler, kimi de Kasap Karabacak’ın dükkânında piyizlendiler. İş sonradan anlaşıldı ki: Nerden akıllarına esti ise, bu kunduracı Ömer Amca ile Babam ortak olarak bir ceviz ticareti yapmaya karar verirler. Taraklı’da alınan bu kararın, oruca namaza niyet eder gibi kalıplı ezberi yoktur amma, aylarca düşünülüp konuşulduktan sonra alınabilecek bir karar olduğu meydandadır. İstanbul Rumları’ndan Tüccar Pedro varmış ipin ucunda. Petro dediğim, birkaç yıldan beri Taraklı’ya dadandı. Çoğu tüccar da onun sâyesinde kazandı. Avrupa’ya ihracatçılık yapıyor. O sıralarda da, bir Gayr-i Müslimle ticâret yapmak, yapabilmek öylesi bir ayrıcalıktır. Nitekim bizimkiler de, “o ayrıcalığa” mazhar oldular. Ellerindeki bütün nakdi kullanarak, hatta Ömer Amca nakdi çekerinin üstüne, civar köylere borçlanarak, o sezon harıl harıl ceviz toplayıp, içini çıkarttırdıktan sonra, Pedro’ya gönderdiler. Kamyon kamyon. Ceviz kırıldı da kırıldı, ayıklandı da ayıklandı. Bütün kış evlerde Taraklılı kadınkara “iş” çıktı. Ancak “mutlu ortakların”, ellerini kavuşturup oğuşturmaya sıra geldiğinde, -sezon sonunda,- faturaların ödenmesindeki hassasiyetin gevşediği, geç fark edildi. “Pedro’nun Atina’ya kaçtığı!”, haberi geldi. Böylelikle sermayelerini kaptırıp iflas etmiş oluyordu bizimkiler. “Görüyorsunuz: Bu roman ve filimlerimizin “dolandıran tüccâr resmi”, uzun yıllar berber dükkanlarımızı süslemiştir. Taşbasma renkli bir resimde, “borç veren tüccâr”, dirseği dizinde tasvir edilir, açık ve bomboş kasası başında, cılız, incecik görünümüyle tıraşı biten müşterilere konuşacak “yeni şeyler” düşündürürdü. Anadolu mekanlarının uzun kış gecelerini kapsayan geniş bir konudur. Masallarımızın “bezirgânları ” ve onları soyan “harâmiler” bu kez Taraklı’dalar. … Akşam ezanı yaklaştığında Taraklı çarşısı, eğreti kilitlerle kapanırdı. İşi yoğun olan imâlathanelerdeki usta ve kalfalara, örme sepet içinde veya sefer tasında kendi evlerinden yemek gönderilirdi. Bazı bazı da çarşı fırınlarına ısmarlanan pide, güveç de söz konusu olurdu. Ömer Amca işte bu üç satırlık “ sakin esnaf huzurunu” ve en önemlisi sermayesini, gelenekle didişen yaratılışı yüzünden kaybetti. Çünkü hem kendisi hem de babam ikisi de anladıkları işin –kendi işlerinin- kırmızı çizgilerini çiğnemiş oluyorlardı. Hepsi gitti! Ne dükkanda kalfası ne de sefertası. O Taraklı deyişiyle hani ikisi de: “gümledi” Taraklı’nın sosyal yapısında, “işini kaybedenimizin”, Taraklı’yı terk etmek gibi bir karakter çatısı olup oluşuyor. Demek ki biz Taraklılılarda “işini kaybetmenin içeriği,” dükkânın levhasını değiştirmek değildir. Bizde ekmek kavgasının, “imajımızla” yakın ilgisi olduğu kesindir. … Ömer Amca da Taraklı’yı kahren terk ederek cibilliyetimize sadık kaldı ve yakışanı yaptı. Demek ki yayıldığı harman, onun kantarında, Taraklı kadar ağırdı. Yakışanı! yaptı diyorum, “gerekeni!” diyemiyorum. Çünkü Taraklı’da, “gereken ertelenebilir ama yakışan ertelenemez. Ortağı babam direndi. Ne de olsa bu iflasta babamı Petro’nun tırpanı, “borçsuz senetsiz” sıyırmıştı. Olan olduktan sonra, sıra yorumlara gelir ya? İşte tam bu tavda babam , Taraklılı ağır topların verdiği bir ziyafet sofrasında atasözü gibi bir söz söyler. Kendisine: “zaten olacağı belli idi, Petro’ya fazla güvendiniz, Gavur insana acır mı? diye laf çakıştıran, “sermâyesi sağ, fakat sığ kalmış” arkadaşlarına der ki: “Arkadaşlar lütfen sözü fazla bıdıklamayın, “biz Ömer!le ikimiz düz yaptık eğri yaptık, kaybettik. Bırakın bunun peşini. Yalnız sizden ricam:” Evet nedir rican? “Para mara değil, selamınızı kesmeyin!” Kurşun gibi söz. Hatta sözü sağarsan, Ömer Amca’nın terk-i diyâr edişiyle, yavaş yavaş kesilmeye başlayan bu eş dost selamları arasındaki ilgi de fark edilebilir. Yani: Taraklı dibe çöker. … İşte kahramanımız Osman, babasının hem sermayesini, hem de imajını kaybettiği o alafatlı iflas günlerinde, o “isi” ziftleşmiş bacayı yangın sarıp, çatıyı çökerttiğinde, henüz on yaşında bir çocuktu. Onun çocukluk dünyası, eve her akşam sıcak ekmek ve keten helvası getiren imparatorun: Taraklı’yı neden terk ettiğini kavrayamadığı, bir kafes içinde geçti. Taraklı’yı terk etmekle Ömer Amca, Etrafı yün sicimle kuşatılarak sıkıştırılmış, çaresiz bir akrep gibi, iğnesini kendine batırmış oluyordu. … Gene Taraklı’da ağır topların bulunduğu o masalardan birinde babama bir zarf uzatılır ve denir ki: “Muhtar al şu parayı. Git memleketi elekle (3), Ömer’i bul. Biz ona sermâye de vereceğiz. Geri gelsin.” İşte Babam, o zarf ile arkadaşını Türkiye genelinde aramaya çıkarken, “küçücük” Osman’ı da yanına alır. Otobüsle İzmir’e giderler. Babamın kafasında İzmir’de Eteksiz Ali’yi bulmak vardır. Ömer Amca’nın ne de olsa ona uğrayacağını tahmin etmektedir. Etmektedir çünkü Eteksiz Ali de, zamanın dehrinde, “Taraklı’yı yok saymış, sayabilmiş” bir önceki Ömer’dir. Bana bir gün anlattı: “Çocukla -Osman- İzmir’e vardık. Len, daha otobüsten inmeye kalmadı. Bir de baktım Ömer, bağıra çağıra İzmir garajlarında çığırtkanlık yapıyor.” “Bir kıyıya çekildik. Arkadaşların dediğini ona haber verdim. Ne dedi biliyor musun? Ne dedi? “Muhtar! şunun şurasında “Aydın- Manisa” diye bağıracak yarı nefesim kaldı. Geldiğiniz arabayla geri gidin. Yoksa başıma bir hal de gelebilir “ . Yani? Kendini öldürecek! Tehdit ediyor. Babam da bana anlatırken: “Na-pa-can? (ne yapabilirsin) Biz de çocukla kalktık “tös tös”(5) geri geldik. Çocuğa tembih de ettim ki: “Biz aradık ama babamı bulamadık.” diyelim. Taraklı’ya gelmişler, “öyle de” demişler ama; Osman kendi kadar küçük, “bu yalanı da” iki gün bile taşıyamamış. Ağzından kaçırmış. Nitekim Ömer Amca, İzmir’de bir okul kantininde “poo’ça” satarken öldü. Beni çok düşündürmüştür. Tercihlerinin asaletinden söz edilebilir mi , yoksa o tercihler “bir akrebin cibilliyetine eşdeğer” intihar mıdır? Ben ona, kırk yıl sonra rastladığımda o, ellili yaşlarında idi. Beni tanıdı. “Abi sen nerelerdesin beni tanıyabildin mi? “Hey gidi günler! “ dedi. “Sadettin Amca, benim de babamdı.” Zaman zaman hepimizin burun gediğinden sızan, “o insan özü” –gözyaşını- elinin tersi ile gizleyerek sildi. Daldı, yere göğe baktı. Taraklı pazarına getirdiği kelepir ayakkabıları dizmeye yumuldu. Vakti yoktu, olsaydı bir kuytuya çekilmenin tavındaydı. Gözünü gözümden gizleyemez oldu. Bohça genişliğindeki ırgat mendilini, arka cebinden sıyırdı, gözlerini eşgârî –apaçık- sildi... Sonra da: “Abi, evi bir karıştırsan, arasan da, babalarımızı dolandıran Petro’nun borç senetlerini bulabilir miyiz?” dedi. Yok, o iflasla ilgili evde hiçbir kayıt, makbuz, senet sepet yok Osman, dedim. “Biliyorum Abi ben bir ara babanızdan da istedimdi de el sallayıp güldüydü”. Çözülür gibiydi, anlattı da anlattı. Hatta, kafasına taktığı, “olmayacak” işlerden bile! Benimle konuşurken omuzlarını, “bir sırdaş özentisi vererek” büzüyordu. Dalgın ve bunalgındı. “Abi ben bu dünyaya Hz. İsa gibi kendi kendime gelmişim. Neye elimi uzatsam yarım kalıyor. Ona diyordum ki: Metanetli ol. Osman için o anda, “bu metanet önerisi kadar lüzumsuz, gereksiz, işe yaramaz, kuruş etmez” başka söz olabilir miydi? Neden iki çift ayakkabı ver diyemiyorum? Bu metanet önerisine bizimTürkçemiz: “keyf bağışlamak diyor” diyor. Kırk yıl sonra, daha dün ara verilmiş bir sohbete böyle sımsıcak devam eden birine benim: “metânetten başka” ekleyecek başka bir şeyim yoksa, bizimkiler iflas etmekte gecikmiş sayılır. O da bu tür sözlerle tıkanmış kulağını bura bura: “Ana rahmimde bile hakkımı sindirip sömürmemi çok görmüş felek!” diye ezberini okuyordu. Hatta bu dünyada çektiklerini, “dünyaya ikinci gelişinde anca ödeşeceğini” söylüyordu. O nedense aklını “Hz. İsa’nın gökten ineceği ikinci gelişine takmış, o gelişinde kendini kurtaracağı umuduyla gün geçirir olmuştu. Ben de ona: “Osman cahil cahil konuşma, Hz. İsa’nın hangi işi yarım kaldı ki? Çok kahrediyorsun, şükretsen daha iyi olur, türünden dediklerime: Abi, bu senin dediklerin, “ayak üstü imam ezberi” diyor ve devam ediyordu: “Benim sizin aranızda dolaşmam, nafile ibâdet gibidir.” Dedi durdu. Bu yorumunda kendisinin ana rahminde iken, babasının saltanatını imâ eden bir incelik sızladı durdu. Velhasıl: Bu, “dedim dedi muhabbeti” ikimiz arasında mırıl mırıl, Taraklı’nın tenha köşelerinde sürdü gitti. Ne hikmettir bilemem onunla konuşurken: Bir gün gene anlattı: “Abi, babalarımızı dolandıran Pedro’nun izini tam kırk yıl sürdüm. Kuşandım –ne demekse- hazırlandım. Hesap soracağım gün apartmanın kapısından süslü bir tabutta “ölüsü” çıktı.” Ona dedim ki: Osman bırak bu kırk yıllık alacağın peşini! Neden Abi? Zenginin borcu bu dünyada zor ödenir. O da bana: “Allah vermiş, Allah alır diyorsun; ama, kazın ayağı ö’le değil!” derdi. Peki, nasıldır o kazın ayağı dediğimde de: Parayla ödeşemezsem şeceresi öder. Adamın varislerini bulacağım. Var mı ki? Olmaz mı? Neden Olsun? “Çünkü zengin! Hatta ve hatta!... Varisin biri de benim”, diyor Osman. Osman, bu senin dediğinin iki adı var, dediğimde de: “Ne gibi?” Senin “gönlün çok zengin”. Başka? İkinci adı da, “züğürt tesellisi.” “Niye ben züğürt müyüm Abi?” Ne demek Osman, sendeki bu gönül var ya? “Biliyorum Abi, lütfen kes! Senin sağ kalman lazım.” Hayrola Osman! demeye kalmadan aklım başıma geliyor. … Benden hiç mi hiç beklemediği, Bu umursamamazlık ve kapı arasından kaçası kaypaklığımı yüzüme vurmadan: “Abi lütfen kes!” dedi. Demek günül defteri hayli zamandır tam takır kurumuş. Onu umursamayanlara, gönlünü mezar etmiş. Ben onu hiç aramadım ama, o beklemiş. Onunla konuşurken kullandığım alager sözleri geri toplamak geldi içimden de, mürailik zor, utandım. Osman’a “sevdiği hiçbir şeyi” sağ bırakmamaya kararlı İcra, gene kapıda sayım yapmaktadır. Belli ki beni –ya daa birini- varsayıp, kırk yıl beklemiş. Kendini bekleyen bir kişi olmadığını bile bile. Bu icrâdan kurtulmayı düşünmüş. … Keşkapan Hasan’nın dükkânı önünde siftindiğimiz bir akşam Osman, -ne işi varsa- : “Benim İstanbul’a gitmem gerek” gayısı -telâşı- çıkardı. Sözüm ona beş on çift ayakkabı alıp gelecekmiş de, “peki!” dedi hasan Hamarat esnaf çalımıyla : “Hadi bana eyvallah, iki gün çekmez gelirim. Sultanahmet’te de iftara yetişeceğim” dedi. Başı kalabalık bir tüccar gibi, estire estire, şen şakrak gitti. Hasan dedi ki: “Durur durur böyle eser bu adam. Gör bak yarın gene bur-dadır.” İki gün geçmedi, Osman döndüğünde bu kısa esnaf seyahâtinin özetini beklediğimizi bildiğinden özenerek oturdu: “Bu akşam çaylar benden”. “Yahu acele etme, yavaş yavaş anlat.” dedik. “Bana ayakkabı va’deden muhterem çiğ çıktı, boş geldim Abi.” ”Canın sağ olsun Osman”. “Ama yanlış anlamayın, aldığım paraya el sürmeden geri getirdim, buyur Abi!” Hasan dedi ki: “Ayıp oluyor Osman, biz seni para için mi bekledik ?.” “Biliyorum Abi de, ben esasen…” Evet Osman! “Ayakkabı için değil, İstanbul için gittimdi. İyi ki de gitmişim.” Nol’du? “Çağırışından belli idi, bu gidiş son gidişimdir.” Gene gideriz. “Sanmam. Sultanahmet’ten Köprü’ye kadar yürüdüm, ikimiz yan yana”. Kim o ikinci? “Ben ve İstanbul Abi. Koca şehir beni ağırladı da uğurladı da”. “İstanbul’un hiç işi kalmamış da, seni mi ağırlayıp uğurlayacak?” “Evet, sizin aklınız ermez! Benim de hayatta aklımın erdiği “tek şey!” budur, karasevdamdır.” Ne yani? “Tek şey! diyorum anlasanıza, kapkara ama temtek kara sevda!” “Sana kara görünürdür, hocalar o karaya “nur” diyor” . “Ben gittim , İstanbul’dan bilet aldım”. “Nereye kalkıyor vapur?” “Rabbim’e. Gerisine sizin aklınız da, eliniz da ermez”. “Hoş geldin Osman” dedik. Bön bön bakındık. Osman’daki bu nerdeyse şiirleşecek “İstanbul sevdasından” ilk kez haberimiz oluyordu. Sustum dondum kaldım. “Güle güle” demeniz gerek” deyip, hanesine çekildi. Ertesi gün İzzettin: Odasına girdiğinde, nerden dekleştirdiğini kimsenin de bilmediği sandalyası üstüne Osman, sanki İstanbul’a gitmeye hazır bir ayakkabı tüccarı olarak, yeşil kartını, nüfus cüzdanı ve ikâmetgah ilmühaberini dizmiş. Şiltesinin üstüne kendi uzanmış. Hatta İzzettin : “Yahu bu adam daha dün gitti İstanbul’a, gene ne demeye gidiyor ki?” diye düşünmüş! Ancak, kızdığıyla kalmış. İzzettin aydığında, Osman, çoktan ölmüşmüş. Oracıkta, bir ayakkabı tüccarı olarak kurulduğu iskemlesi yanında. İşte sayın okuyucu –biliyorsunuz- Osman öldü. Eski Taraklı olaydı: Son oturumda ondan sızan İstanbul’a dair yorumlarını evirir çevirir: “Öleceğini bildi valla!” der, ona türbe onardık. Onu İstanbul’a son kez çağırıp veda eden Sultanahmet’teki hısım akrabasını sorar, kimlerle düşüp kalktığını öğrenirdik. Bana sorarsanız onların hepsi de Taraklılıydı; ama siz tanımazsınız. Tahtasız Saimler, Koca Fa’riler, Süleyman Çavuşların Hüseyin ve emsalleri. Biz onu garip ve sahipsiz sanıp aldandık. Ya da o aldattı bizi. Aldanmasaydık: O İstanbul’dan boşanırken kendini uğurlayan eşi dostuna: “Osman nerde?” diye yol yordam sorardık. Sur içinde mi, nur içinde mi yattığı üstüne, menkıbeler salardık. Kabri başına çömelelim desem, beyhude pişmanlık! Bütün unutulmuşlara “yatır” diyen memleketim, Osman’ın kabrine de yakında çapıt bağlar. Sahipsiz sanılmasın diye Osman, kendi türbesinde, kendi kendine ağlar. Merak etmeyin: Öykümüzün başında Osman’ın anası’na, “o gece görünen” kapıdaki nur yüzlü “mübâreğin”, bu dünyaya gelmeden , “o alemdeki Osman olduğunu” da, menkıbemize ekleyecek biri çıkar. Onların ellerinde kaderin tığı oya örer , bizi oyalarlar. Hatta: “Nâr içinde yaşadı.” Nur içinde yatası” , derler Ahi Naci İŞSEVER #