Şapka mı Sorun Başörtüsü mü?
“Biz mahkeme binasına (İstiklâl Mahkemesi) girince evvela alt kat sahanlığında veya odaların aralığında bir yerlerde oturtulduk. Yukarıda bir takım hareketler oluyordu. İnenler, çıkanlar, getirilenler, götürülenler vardı. Fakat bir aralık yukarıda kopan bir gürültü, bütün hareketleri durdurdu. İri yarı, pehlivan yapılı bir mahkeme üyesi, merdivenin başında bağırıyor, tepiniyordu. Başında kocaman bir kalpağı vardı. Hasır şapkalı bir gencin yakasına yapışmış tartaklayıp duruyordu:”
-Nedir bu kepazelik? Bu şapka da ne oluyor? Baban da mı şapka giyerdi? Anandan mı şapkalı doğdun?
“Sonra sözler, muameleler daha da sertleşti. Arkasından kuvvetli bir tekme yiyen genç, merdivenlerden aşağı tekerlendi. Çantası bir tarafa, şapkası bir tarafa gitti. Fakat heybetli üye hâlâ hıncını alamıyordu. Basamakların başında boyuna birtakım küfürler, ağır tabirler savuruyordu. Şapkasını, çantasını güç bela toparlayan genç, kendini sokağa attı. Artık bu tabirleri işitemeyecek kadar uzaklaşmıştı. Bu genç bir gazeteci idi (Hikmet Şevki). Şapka giymenin henüz kanunlaşmadığı, fakat bazı atılganların şapka giyebildiği günlerdi. Bu genç gazeteci de başına hasır bir şapka geçirmiş ve mahkeme binasına haber derlemek için şapkayla gelmişti.”
…
“Aradan bir zaman geçti. Gene mahkemeye çağırıldık. İstiklâl Mahkemesi’nin iki katlı kerpiç binasına girdiğimiz zaman evvela gene aynı sahanlıkta oturtulduk. Yukarıda yine aynı hareketler, getirilenler, götürülenler vardı. Bir aralık üst sahanlığın başında aynı iri yapılı üye göründü. Fakat şimdi başında bir hasır şapka vardı. Mahkeme salonundan çıkarılan bir hükümlü grubunun merdivenlerden indirilmesine nezaret ediyor, bir sıra emirler veriyordu. Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o sıralarda yayınlanan Şapka Kanunu’na muhalefet etmekti. Fakat bu suç, birtakım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü (idam) yemişti.”
“Hocanın (Fatih müderrislerinden İskilipli Atıf Hoca) yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor çağırıyordu. Acaba hocayı bir tekmeyle merdivenlerden aşağı yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızlarının arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken dudakları gene kımıldıyordu.”
…
“O zaman, başına kanundan önce şapka giydi diye genç bir gazeteciyi merdivenlerden yuvarlayan adam, aradan kısa bir süre geçince, ünlü bir müderrisi şapka giymedi diye darağacına verebiliyordu…”
“Almanya’da inkılap olmaz. Çünkü kanunen memnudur (yasaktır) diyen Heine’nin sözünü, biraz değiştirerek bizim için de söylemek kabildir:
-Türkiye’de her inkılap olur, fakat ancak kanun yoluyla… “
Meramımıza örnek teşkil etsin diye alıntıladığımız yukarıdaki satırlar, rejimin sadık aydınlarından Şevket Süreyya Aydemir’e ait. Yazarın, Suyu Arayan Adam ismiyle kitaplaştırdığı hayat hikayesi; bize Osmanlı’nın son dönemiyle, Cumhuriyet’in ilk dönemlerini, samimi bir şekilde ve aydın perspektifinden yansıttığı kaynak eseridir.
Birinci Cihan Harbi’nden önce Edirne’de muhacir, dindar bir çocuk. Harbin patlamasıyla Doğu Cephesi’ne koşan fedakar bir vatan evladı. Kafasında büyük Turan ideali… çok geçmeden bu ideal yolunda Kafkaslara koşan, az sonra kendisini Sovyet Devrimi’nin ateşli taraftarları arasında bulan bir “Aydemir”… Rusya’da üniversite öğrenimi ve Lenin sonrası Stalin’in revizyonist devlet siyasetinden kaçış...
Türkiye’deki on sekiz aylık hapis hayatından sonra, günahlarından yunmuş bir şekilde devletin âlî mertebelerinde bulunuveriyor yazarımız. Arkadaşlarıyla İnkılabın emrinde bir “Kadro” dergisi çıkarır, Yaban yazarının biçimlendirdiği aydın zümrenin dergisini. İnkılabı, halk için, fakat halka rağmen hedefleyen bir fikriyatın neşriyatını. Sonrası, yazarın emeklilik hayatı felsefesi, Epiktetos...
Konumuz eseri ve yazarı eleştirmek değil bu yazıda. Fakat eserden alınmış kesitlerden yola çıkarak biraz düşünebilmek.
Gazeteciye şapka giydiği için kötek atan zatın, daha sonra aynı muameleyi şapka giymediği için müderrise uygulaması, keyfi bir uygulamanın garabeti değil, çünkü bu ülkede bilinçli bir dönüşümün köşe taşları, darağaçlarında kuruldu. Zaman, çınarın gövdesinde, kesim motorunun dişleri gibi çabuk ve etkiliydi. Zaten bunun böyle olacağını bilen eski kuşak ittihatçılar da göre göre, bir bir ortadan kaldırıldılar.
Kemal Tahir, Kurt Kanunu isimli romanında eski kuşak bir İttihatçının ağzından anlatır olacakları:
“Biz İttihatçılar için en büyük felaket noldu bilir misin? İmparatorluk yıkıldıktan sonra, yeni bir ideal bulamamak… Bizim amacımız imparatorluğu kurtarmaktı. Her ne yaptıksa bu amaca varmak için yaptık. Siyasi cinayetler, kitle halinde katliamlar hep bu amaç için göze alındı. İyi kötü bir özürdür. Böyle bir amaç olmasaydı, hiç kimse bunları göze alamazdı. Hatta imparatorluğu batıran Dünya Savaşı’na girme deliliğinin özrü de buradadır. Cumhuriyet’in karşılaşacağı en büyük tehlike nedir bilir misin? İmparatorluğu kurtarmak için bizim tasarladığımız çareleri, yeni devlet için geçerli saymak… Anladın mı? Başka bir amaç için düşünülmüş şeyleri o amaç kesinlikle ortadan kalktıktan sonra uygulamak.”
Siyasi cinayetler, kitle halinde katliamlar…
Frenk Mukallitliği ve Şapka (Batı taklitçiliği ve şapka) adlı eseri, Şapka Kanunu’ndan yaklaşık bir buçuk sene önce yazılmış olmasına rağmen (Şapka Kanunu 1 Kasım 1925) eser gerekçe gösterilerek İskilipli Atıf Hoca, idama mahkum edildi. 4 Şubat 1926’da karar infaz edilerek şehit edildi.
Hoca, niçin asıldı?
Hoca, bir dil konuşuyordu ki o dil: insan hakları, özgürlük, sivil toplum, liberalizm, platform, dernek, sendika, çoğulculuk, statüko, demokrasi gibi kavramlardan oluşan seküler (dünyevi) bir dünyanın dili değildi.
“Halik (Allah)’a isyan olan işte, mahlûka itaat olunmaz, hadisi gereği; ne müctehidin, âlimin , şeyhin, ne de halifelerin, emirlerin, hakimlerin filozofların; itikatlara, ibadetlere, muamelelere, ahlak ve âdaba dair sözlerine, fiillerine tâbi olmak, uymak, taklit etmek, onlara benzemek kesinlikle caiz değil. Nerde kaldı ki küfrün şiarı olan konuda gayrimüslim milletleri taklit etmek caiz olsun, bu kesinlikle caiz olamaz.”
“Bu halde bir müslümanın, küfür alameti ve şiarı sayılan bir şeyi zaruret olmadan giyinmek ve takınmak gayrımüslimleri taklit etmesi ve kendisini onlara benzetmesi, şer’an nehyedilmiş, yasaklanmıştır. Bu hususta icma-yı ümmet de vardır. Bunda şek ve şüphe yoktur. Zira Resûl-i Zîşan Efendimiz (s.a.v): şöyle buyurmuşlardır: Bir kavme benzemeye özenen o kavimdendir.”
Hoca’nın cümlelerinde geçen “şiar ve alamet” anahtar kelimelerdir. Lügatimiz bu kelimeleri: Ayırıcı işaret, bir şeyi benzerlerinden ayıran özellik; belirli bir şeyi, bir fikir ve inancı ifade etmek için kullanılan herhangi bir işaret, remiz, sembol olarak açıklıyor.
Hoca ise, gayrimüslim milletlerin yol ve “şiarı” ne olursa olsun, Müslümanlar o yol ve şiarda kendilerini onlara benzetmekten ve onların tavır ve âdetlerine uymaktan nehyolunmuşlardır diyor.
Mesele külah davası değildir. Şapkanın temsili olan kafir medeniyete karşı asırlardır savaş vermiş insanların can pahasına direnişidir. Salîbe karşı hilalin varolma mücadelesi.
Şimdi merhum İskilipli Mehmet Atıf Hoca’nın meselesini tersten bir okumayla kendimize uygulayalım.
Başörtüsü Allah’ın emri olmanın yanında, Müslüman kadının “şiar”ıdır. Başörtüsünün görünür kılınmasından rahatsızlık duyanlar, aslında İslam’ın, Şerîat-ı garranın temsili olmasından rahatsızlık duymaktadırlar. Her ne kadar bunun farkında olmasa da muhafazakar güruh, bu böyledir.
Form, içerikten haber getiriyor. Can sıkıcı, rahat bozucu bir haber…
Sembolü olduğu şeyin bir gün geleceği ve bütün bu olan bitenden hesap soracağı korkusu bir tarafı sarmışken; beri taraftakilerin, bu haklı korkudan gafil bir serkeşlikle demokrasi ve insan haklarından dem vurması, başörtüsünü çözümsüz kılmaktadır ve kılacaktır. Başörtüsüyle birlikte içselleştirilecek modernitenin, İslam dışı bir çözümü sunabileceği umudu da liberallerde yanmadan sönmüştür. Çünkü örnek aldıkları Avrupa bile bu konuda kafası karışık durumdadır. Amerika’nın Afganistan heyulası onu da kaplamıştır.
O zaman Müslümanlar sözü eğip bükmeden, şehit Atıf Hoca’nın diliyle konuşabildikleri müddetçe; “devlet merkezli bağlayıcı zihniyet”ten kurtulup İslam merkezli dil ve zihniyete dönmüş olacaklardır. Bu dil, okula başörtüsüyle çocukları zorla sokabilme mücadelesiyle kazanılmaz; belki çocukları okuldan nasıl uzak tutarız fikriyatının güncellenmesiyle oluşabilir; veyahut velayetin kimin hakkı olduğu sorusunu sormakla.