Cennet Bahar Muştusu
I.
Martın marifetini gösterdiği günlerden biriydi. İstanbul, tüm marifetine karşı martın, iltifata tâbi olmuş bir nazarla, sakınmaksızın açıyordu kapılarını seferber gönüllere.
Cümle kapılarından içeri girmeyegörelim. Hayretzede olmuş mestler gibi ayaklarımızın altında değil, başımız üzre dolaşan yollar, kıpır kıpır damarlarımızda dolaşan kana meczup hatlar kuruyorken, bir çizgide seyreden araçlardan teberri, rüzgârla yoldaşlık düşüyordu payımıza.
Kimdik ve kime elçilik edecektik bu şehirde? Unutkan adımlarla sektikçe taşların sırtında, bir işaret elbet belirir diyorduk.
Nereden çıkar karşımıza ve nasıl hatırlatır kime, ne için geldiğimiz sorularının cevabını, bilmiyorduk.
Kaygıya bulandı gönül, tasaya düştü. Mavide boğulmadan, yanmadan sarıda, tükenmeden sesin letafetinde; yanımızda açıverdi civanmert bir bahar.
Eyvah dedik! Eyvah ki yandı bahar. Ve rüzgâr elimizdeki pusulayı da uçurdu. Kalakaldık mı martın acımasız ellerinde, ayazda bir başına.
Üzülme dedi bahar. Müjde getiren elçileriz. Zeval ere üzerimize ki kemal bula topraklarımız.
…
II.
Rüştiye önündeki dibeğe taş doldururduk.
Ormancı Burhan Amca’nın değirmen suyunda yüzen ördeklerini, iki doncağın arasında, bir aşağı bir yukarı yorulana kadar kovalardık.
Mantar tabancalarımız vardı cebimizde. Ama birbirimize hiç atmazdık. Darılmadık hiç. Kırılmadık.
O hep gülerdi, neşe dolu bir ağzı vardı, gülümser bir yüzü. Kahkahaları patlattıkça, karnının oynadığını görürdüm.
Ağzından çeşitli sesler çıkarır, hayvanların çok güzel taklidini yapardı. Gülüşürdük.
Tombulcaydı yanakları. Koştuğunda kızarır, kıpkırmızı olurdu yüzü ve hemen terlerdi.
Yaz tatilinde Taraklı’da olurlardı. Anneannesi halamızdı. Babaannesi de halamızdı. Akraba hesabı yapabilecek yaşta değildik; ama bağlılığı, çocukça bir sevgide yaşatır, elimize tutuşturulan salçalı ekmeklerin dudaklarımızda bıraktığı işaretlerden sezerdik hısımlığın ne olduğunu.
Beraber dayak yedik bir gün:
Belediye Parkı pek yeniydi o zamanlar. 1988 belki de 89… Bizim evimiz hemen karşısındaydı parkın. Mehmet Erkal Hoca’nın evinde kiracıydık.
Elinde kamyonuyla gelmişti parka. Kürekli, damperli, küçük bir kamyon… Bir taraftan boşaltıp öte taraftan doldurarak kumları; o zemini temiz, beyaz taşlarla döşenmiş parkta yürütüyorduk tıkır tıkır kamyonumuzu.
Tam dört tane eldik biz kamyonun kasasına abanan.
Tırnakları kumlarla dolu, yirmi tane parmak…
Sonra birer tane de kulağımızın olduğunu öğrendik zabıtadan.
Nereden geldiğini fark etmedik Zabıta …’nin. Önünde diz çöktüğümüz kamyonun damperi gibi kulaklarımızdan ağır ağır kalktık, havaya savrulduk. Testinin kulpunu tutar gibi iri, kemikli elleriyle körpe kulaklarımızı kıstırmış, bir türlü bırakmıyordu. Kafalarımızı çarptı nihayet birbirine. Ve parktan öylece fıydırdı ikimizi, uğrattı.
Parka zaten birkaç adım olan evimizin kapısında bulmuştum kendimi. Kamyonunu alabilmiş miydi o, bilmiyorum. Fakat ağlamamıştı. Bense arkama bakmadan ağlayarak evin kapısını tekmeliyordum.
Şimdi dahi o zabıtayı gördüğümde, garip bir korku kaplar içerimi.
…
III.
Biz bu dünyada pek garibiz Dostum. Ve hep gurbetten azat olanlar hatırlatırlar garabetimizi.
Siz, çözülmüş iplerle serazat koşarken doludizgin, bize de hüznü bırakırsınız artlarınızda. Garipliğimizin üstüne hüzün boşalır bir de.
Biz bu dünyada pek şaşkınız Dostum.
Mevsimleri şaşırdık, yılları unuttuk, günleri kaybettik saatlerin, dakikaların, saniyelerin arasında boğularak.
Sen, yüce bir buyruğa teslim olurken, âlemi duyurdun çevrene. Hikmet oldun okunan. Felah olup uçtun sonsuz hakikat deryasına doğru.
Biz bu dünyada pek garibiz Dostum…
Sen cennet-bahar muştusu…