Ihlamur
I.
İnsan ya yolcu etmeli ya da yolcu edilmeli. İkisi arasında kalmışlar ne kadar bedbahttırlar.
Bir dostu yolcu edeceğim.
Otobüs bekliyoruz durakta. Geliş vaktini çoktan aştı otobüs. Söylenenlerin söylenebilmesi için aştı.
Bağlıyoruz biz de...
Bir şeyi, başka bir şeye bağlamak kadar insanı eğlendiren ne olsun ki şu dünyada?
Kardeşim, on beş gün evvel ayrıldığı annesini yâd ediyor ki anacığı rahmetle dolsun. Onun aziz hatırası karşısında, can bahşedici rûhun takdirine tevekkül etmiş bir acziyetin bilinciyle hafızasından süzülenleri bir bir anlatsın:
-Hastaneye kontrole getirmiştik. Çok yürütmüştük o gün. İşte şuracıkta, çimenlere oturmuş, köfte ekmek yemiştik. Ben ısmarlayacağım, dedi. Peki, dedik. Yürüyen merdivenlere binmekten korkmuştu da ne kadar zor tırmanmıştı... Üst geçidi zor aşmıştık. Pertev Paşa'ya nazar edip, Mimar Sinan'ın eseridir bu, dediğimizde; ağlayıvermişti oracıkta anacığım. Ne hissetmişti Mimar Sinan'dan, neyi hatırlatmıştı o mimâri?
Peş peşe durağa yanaşan otobüslerde: bezgin yüzler, buna(l)mış alınlar var. Zamanı poşet yapıp şeffaf bir eldiven gibi geçirmişler ellerine; kimi evine, kimi işine giden pencere kenarına oturmuş yolcular... Sövgü karışık patlıyor sözcükler pencerelerde. Çünkü dostum hiddetlendi...
"Hiddeti dâî olan umûr-ı meşrûada eser-i gadâb irâe etmeyenler himardır." (Hiddeti dâvet eden meşrû işlerde kızgınlık eseri göstermeyenler eşektir) diyen İmâm-ı Şâfiî'nin hikmetli kelâmında paylaşıyorum dostun hiddetini.
Dostum, hayatın içinden konuşuyor çünkü:
-Kalabalıktan ben de hoşlanmıyorum. Çevreden ben de rahatsızım. Ama kulak tıkayamazsın bütün bunlara. Kulaklık takıp göz yumamazsın âleme. Bir telefon, bir kulaklık; insanın dış dünyasına vurduğu sahte kilitler manzûmesi, üste çekilmiş hayal perdesi... İnsansan, yüzleşmek zorundasın bu hayatla; görmek, işitmek mecburiyetin var, mesuliyetin. Biri caz dinliyor, diğeri ilahi; hepsinde aynı vurdumduymazlık. Aynı bilinç körlüğü, gaflet.
Beklediğimiz otobüs yanaştı durağa. Uğurladım onu. Sokağın başına doğru ağır adım yol aldım.
II.
Gözlerim kızarıyor, hapşırıyorum. Çiçek tozları hem dost hem düşman bana.
Çiçeklerden yayılan zerreler burnuma latif kokular taşıyor. Beynimin tanıdığı ve tanıyamadığı koku demeti; haziranla daha coşkun, daha yoğun, keskin bir tesire dönüşüvermiş, zayıf solunum yolarıma dokunan binbir göze.
Haziran, sokağımıza ıhlamurlarla gelen bir misafir, ıhlamurlarla da gidecek... Üç ağaç ıhlamur, üçü de altın renkli meyvelerle tezyin.
Yirmi, yirmi beş metre boyları var bu ıhlamurların; sütunu andıran kahverengi gövdeleri, dallarlarına asılmış yelpaze yapraklarıyla boylu boyunca çevreliyorlar apartmanları...
Üst dalların yola doğru eğilmesi, kubbemsi bir yeşilliğe bürüyor sokağı. Safran yıldızların ışıltıyla sarkan göz alıcı küpeleri, ağacın gölgesinde neşeyle parlıyor.
Yaprağın kalbe inkılabı, ıhlamurda tecessüm ediyor.
Tabiatın tekrarlanan inkılabında betona bir yaprak da düşebiliyor, sonbaharı beklemeden de düşebiliyor.
Altın tellerle işlenmiş top top çiçeklerin kenarından kıvrım kıvrım uzayan açık yeşil yaprağın, hafif rüzgârda nazenin titreyişi; baygın kokulu çiçeklerin, yaprağın kulağına bir sırrı fısıldamaya hazırlandığına delalettir diyorum, kulak kabartıyorum söylenenlere:
"Bin nihân olsa da miskin çıkar elbet kokusu
Râz-ı aşkı ne kadar saklarsa âdem duyulur"
Sokağın mahreminde devam ediyor yolculuğum. Üç apartman arayla sıralanmış, mekânın tabii bekçileri üç ıhlamur. Üç kardeş: On, on beş, yirmi yaşlarında üç ağaç phlamouri.
III.
Araçların tek yönde seyredebildikleri bir sokak burası.
Araçların tek yönde seyredebildikleri bir sokakta, arkasından gelebilecek tehlikeden emin olmuş adımlarla yürüyen uzun boylu, sırt çantalı genç adama, yirmi metre mesafeden gitgide yaklaşıyorum.
İkimiz de yoldan yürüyoruz. O, yolun ortasından geliyor bana doğru; ben yolun kenarından... Ters istikamette yürüyoruz; fakat bu durumda, konumu daha üstün olan benim. Çünkü gelecek araçları gözlerimle karşılayabilirim göz erimi. Arkasından gelecek bir araba içinse onu uyaracak sadece bir çift kulağı var. Arkasına dönüp bakmadığı müddetçe onu kollayabilecek tek hassası kalıyor: kulakları.
Aramızdaki açık kapanıyor. Yolun başından metalik bir araç, sabit bir hızla geliyor bize doğru.
Gözün kulaktan üstün olduğu âşikar. Çünkü görüyorum onun duyamadığı mesafeden aracı. Küçük bir açı dahi oynamıyor genç adamın ayaklarında.
Otomobiller çok sessiz çalışıyor artık. Yanındayken bile çalışıp çalışmadıklarını anlayamıyorsunuz. Sessizce işliyor makineler. Sinsice mi demeli? İçten yanmalı değil, içten pazarlıklı sanki...
Otomobil adımlarımızdan daha çabuk kat etti mesafeyi. Genç adamla aramdaki on adımlık yol henüz kapanmamışken otomobilin genç adama beş adım kala korna çaldığını da işitiyorum şimdi.
Hiç de umurunda değilmişçesine istifini bozmuyor genç adam. Israrla kesik kesik, kornasına basan sürücü, yolundan çekilmeyen adama daha bir yaklaştırıyor otomobilini.
Otomobilin burnu, adamın bacaklarına o denli yaklaşıyor ki bu durum, sürücünün iyiden iyiye asabının bozulduğunu da kanıtlar nitelikte. Sağlı sollu park edilmiş araçların daralttığı yolda, genç adamın yanından otomobilin geçebilmesi denenemeyecek kadar imkânsız. Orta çizgide ısrarcı bir yürüyüş devam ediyor, ardından otomobilin huysuz takibi…
Genç adamın, arkasından gelen bu otomobili hemen duyamaması birinci ihtimaldi bendeki, sonra umursamadığını, burnu düşse eğilip almaz cinsinden bir adam olduğunu düşündüm; şimdiyse işitme engelli olabileceği kanaatine vardığım bu genç adamla işte nihayet yüz yüze geliyoruz.
Artık her şey aydınlanıyor adamcağızın tepkisizliğine dâir.
Kulaklarında cızırdayan bir çift kulaklığı var onun, müziğin tutulmuşluğuyla tutuk, kötürüm bir idraki. Gecenin zifiri karanlığında güneş gözlüğü takmak gibi garâbet bir hâl onunki.
Genç adamın tam karşısına dikiliyorum, bana bakan meraklı gözleriyle göz göze geliyorum. Kulaklarıma kaldırıyorum işaret parmaklarımı ve arkasındaki arabaya bakmasını sağlayacak tüm pantomim yeteneğimi kullanarak vaziyeti kurtarıyorum.
Çaresiz mimiklerle buruşturup alnını, şaşkın adım çekiliyor kenara genç adam.
Otomobil yanımızdan geçerken sürücünün dudaklarındaki kıpırtı, bir hâli sessizden okumayı da öğretiyor bize. Üçümüz arasında cereyan ettiğini sandığım hâdisenin, balkon sakinlerince komedyaya dönüşmüşlüğü sonra sonra dikkatimi çekiyor. Sahne kapanıyor.
...II.
Başımın üstünde sarı güller ıhlamur.
Zerkârî fistan içinde râyiha
Salkım sarı bir humma
Hamdulillah
"Şeh-i mülk-i tevekküldür
Gönül dünyaya gâlibdir"