Kıyâmet
İstanbul’un her yerine laleler dikilmesine aldanmış biri değilim. Festivallerin geçiciliğiyle amel edecek safdil hiç değil.
Öyleyse neyim?
İspatın öznesi olmaya aday birkaç gün.
Evet, iradem üzerinde değil; irade üzerinde kendini sunan bir kurban olarak hatırlanmak hevesi bu. Rezil ü rüsva olmak, mütevekkil bir adak gibi mûtî olmak arzusu.
Levhalar bunun için, heyecan bunun için, adımlar bunun için, mal u câhı yere sermek, akl u fikri yele vermek bunun için…
Cesâretimizi, cehlimize bağlayan nâdâna sözümüz yok. Zira bilgiyi unutarak yola çıktık: doğrudur. Aklın kaydını çözdük, bu da doğrudur. Fakat bilmeli ki nâdân, biz bütün bunlardan âzâde, gazâ etmişsek; kendi gibilere ahkâm kesmek için tezgâhlanmış bir oyunu yutturma çabası değildir bu. Şecâatimiz, cesâretimiz olmuşsa eğer, özümüze râci olmuştur. Mahallenin köpeklerine gösteri olsun diye değil.
Ne namazın vaktini çıkardık kalbimizden, ne takvanın örtüsünü çektik üstümüzden. Âleme benzedik sûreta, budur günahımız.
İsmail’in boynuna çalındı bıçak. Bekledik kesilsin diye boynunu. Yeniden denendi, bilendi bıçak. Bekledik sessizce olacakları. Bıçak da bekledi bizimle. Bütün bunlar imtihanmış diyerek uzaklaştık. Kesmeyen bizim bıçağımız değilmiş, anladık. Biz bıçak çekemeyecek değilmişiz, bunu da anladık.
Etraf kokuşmuş sofralarda leş tıkınırken; aç dolaştık, el vurmadık haram lokmalara. Sokaklarda, caddelerde beklediysek; karanlık kuyudaki Yûsuf’un üstüne kapanmış kapağı biri kaldırır diye bekledik. Züleyha’nın hanesine varmamak için, haberi bize daha önce geldiği için…
Kopacak tufan ile büyüdük. Kıyâmet okunuyordu ölülerin arkasından. Mademki dedik, kıyâmet kopacak. Kopmadan evvel kıyâmet, kıyâm et! kıyâm et...