Taraklı'nın Meçhul Kelimeleri: Pahil ve Sehabet
Yoksuldur dirliği yüzbin mal ile"
Yûnus Emre
Taraklı, tarihi evlerini muhafaza etmesinden dolayı ehemmiyet taşımaz. Tabii güzelliklerini göz önüne getirip de ehemmiyetli bir yer olduğu kanaatine de varamyoruz.
Termal mi?
Onu müteşebbis efendiler değerlendirip değerini ortaya koyacaklar. Gölet, yayla, hamam, Yunus Paşa'nın mimarisi...
Hayır hayır!
Taraklı'nın ehemmiyeti bunlarla kâim değildir.
Yahudi Kuyumcu ağzıyla konuşan Mümkünlü Reklamları artisti Ş.Ş'nin katkılarıyla Taraklı'nın yeni bir ehemmiyet kesbedeceğini de bize kimse yutturamaz. Adapazarı'ndan habire Taraklı'ya gelen birtakım zevatın: "kültürünüz, kültürünüz!" teraneleriyle ne idüğü belirsiz kültür tanımı kaypaklığı içinde saçma sapan konuşmaları da rahatsızlık verici bir hâl aldı artık.
Peki Taraklı neden ehemmiyetlidir?
Bir dil konuşur Taraklı ki o dil durdukça ve yaşandıkça, Taraklı ehemmiyetini devam ettirmekte; o dilin kelimeleri âtıl kalıp, o dil unutuldukça, hayat sahasından çekilmektedir Taraklı, birçok yerimiz gibi... Çünkü kelimelerle düşünür insan, dil olmadan düşünülmez. Şahsın felsefesini kelimelerinden gayrı göremezsiniz. Dilin bir felsefesi vardır ki o felsefeyi; insanlar, tarih içinde şekillendirmişlerdir. İnsanlardan dile, dilden insanlara akan bir akış, etkileşim oluşmuştur.
O dil ve felsefe yok olursa Yûnus Paşa da yok olur, Allah'ın bahşettiği tabiî güzellikleriniz de...
Burada imkan buldukça, Taraklı'nın dilinde muhafaza edilmiş birtakım kelimelerini yazmaya çalışacağız, diline dikkat çekmeye... Gerçi Taraklı'nın kelimeleri derken, ümmetin Türkçe konuşan parçasının Müslüman dilidir bu. Fakat Taraklı geç modernleşmesi sebebiyle hâlâ bir kısmını muhafaza ediyor bu kelimelerin.
***
Fransızca'dan tercümeler yapan bir hanım efendi, dükkandaki kitapları (Tahsin Saraç ve Pars Tuğlacı'nın Fransızca sözlüklerini) karıştırırken Fransızca'daki "avare" kelimesinin; Türkçe'de "pinti, cimri veyahut hasis "olarak karşılanabileceği, Türkçe'de buna mukabil başka da bir kelime olmadığını söyleyince; bizim Taraklı'daki büyüklerin ağzından çocukluğumdan beri işittiğim "pahil" kelimesini telaffuz ettim hemen.
Kelimeyi ilk defa duyan mütercime, şaşırdı. Kubbealtı Lugatı'nı açıp "bahil" kelimesini gösterdim, tabiî Taraklı'nın ağzında "b-p" değişmesi olacağının muhtemelliğiyle...
Bahil: Eli sıkı (kimse), hasis, cimri, pinti, kazanç olarak elde edilmiş şeyleri tutup vermeyen, bir nevi Kârun... "Bahil olan zelil yaşar" atasözü de var.
Ona "bahil" kelimesinin Kur'ân'da geçtiğini de hatırlattım (Nisâ:37). Bizim orada belli bir yaşın üstünde olan herkes kullanır bu kelimeyi dedim, cimri ve hasislere karşı kullanır.
"Bahillik eden, halka bahilliği emir ve tavsiye eyleyen, Allah'ın lutf u kereminden kendilerine verdiği servet ve ilmi saklayan kimseleri (Allah) sevmez." (Nisâ:37)
İznik'te oturan Eşrefoğlu:
"Sana çün verdi Hak varlık
Dedi Kur'ân ile enfik (infak)
Sakın sen etme bahillik
Cehennem etme cinânın"
Ve tabiî ki Yûnus ve diğer âşıkların mısraları... Kim Kocasu'yun eteklerinde Yûnus'umuzun dolaşmadığını iddia edebilir bize?
"Ali ilmi görünmez hiç bahile
Yoksuldur dirliği yüz bin mâl ile"
Bahil kimseye, ilim beldesinin kapısı,Hz. Ali'nin ilminden hiçbir nasip görünmez; zira maaşı, tımarı yüz bin mal ile gösterilse de hakikatte yoksuldur o. Hayât diriliğinden de yoksundur.
-Şimdi ben "bahil" olarak çevirirsem okuyucu arar durur(!) Bir de dip not bırakmak lazım ya! dedi, gülüştük.
Bu kelimenin bir de zıttı vardır onu da kullanır bizim Taraklı, dedim: "Sahabetli." Bahil kelimesinde olduğu gibi burada da Taraklılı, diline uygun biçimde: "v"yi "b"ye inkılap ettirerek ünsüz değişimini yapmıştır: "sahavet."
Ne demektir sahavet?
Osmanlı ulemasından Kınalızâde Ali Efendi'nin (1510-1572) Ahlâk-i Alâ'î isimli eserinden öğrenelim "sehavet" neymiş. Böyle yapmamız, bu kelimelerin, halkın hafızasına lâlettâyin atılmış mefhumlar olmadığını da ispatlamış olur bize.
Kınalızâde, İffetin çeşitleri başlığı altında on iki madde sayıp her birini tek tek açıklar. On ikinci madde de "sahâvet" (cömertlik)tir.
"Sahâvet: Nefse, malı bezl, infak ve harcamakta kolaylık olmasıdır. Lâyık ve gerekli olan miktarı münâsip olan yere sarfetmekte nefsin zahmet çekmemesi sahâvettir. Şu gizli kalmasın ki Şerîat'a akıl nazarında sehâ (el açıklığı, cömertlik) ile vasıflanan kimselerin itibarı pek büyüktür. Sahîlerin methine dair âyetler çok, hadisler boldur. Sehâ'nın methi başlıbaşına bir kitap olarak incelenebilir."
Kınalızâde'nin Ahlâk-î Alâ'i'sini görmeden önce Taraklı, nereden duymuş da öğrenmişti bu kelimeleri diye düşünüyordum? Türk Dili Kurultayları, Türk Dil Kurumu gibi teşekküllerin işi olamazdı bu. Çünkü zaten onlar bu nevi kelimeleri unutturma çabasındaydılar çok zamandır. Zira onların sözlüklerinde bu kelimeler mevcut değildir.
Taraklı insanı, Türkçe'nin bu latif kelimelerini, asırlarca topraklarında kök salmış: camileri, medreseleri, tekkeleri aracılığıyla öğrenmişti. Bir de "Hoca(ha)laları"... Anadolu'nun birçok yerinde olduğu gibi burada da imamlar, âlimler, müderrisler Türkçe'yi, anadilini canla başla yoğuruyorlardı. Mevlid okumaları neyi doğuruyordu?
Taraklı'da, günlük hayatta yerli yerince kullanılan "sahab(v)etli" ve "b(p)ahil" gibi birçok kelime: tarihin, felsefenin, mimarinin, mûsikînin ve hepsini içeren dinin (İslam'ın) hakikat taşları olarak dile (lisana) bir bir döşeniyordu.
Kınalızâde Ali Efendi'nin (1510-1572) Ahlâk-i Alâ'î isimli eserini okurken bir yere geliyorsunuz. İffetin çeşitleri başlığı altında on iki madde sayılıp her biri tek tek açıklanıyor ... On ikinci madde "sahâvet" (cömertlik)tir ki, işte Taraklı ile kuracağımız bağ buradadır.
***
İrehen Kemal Amca anlatıyor:
-Lütfü'nün babası İhsan (Korkut) Ağabey, maaşını alır, öğle namazına giderdi. Sonrasındaysa bir paket bisküviyle kahvehâneye çıkagelir; kahveye giren adamlara ayırt etmeksizin çay ve bisküvi ısmarlardı. Taraklılı, onun bu eli açık durumuna bakarak: "Ne sehabet-halli bir adam" derdi.
Bu insanlar nereden öğrenmişti bu kelimeyi? Onların bu kelimeyi öğrenmesi, kelimeyi günlük hayatında kullanması, aynı zamanda "kelimenin anlam dünyasına" da dahil olmuşluklarının kanıtıydı. İnsanlar bir kelimeyi yaşıyorlar ve yaşatıyorlar. O kelimenin unutulması, kelimenin ardındaki faziletin de yok olmasına sebep oluyor. Sehab(v)et halli insan azalıyor.
Bu bayram, rahmetli Sinem'in dedesi, Dedelerden Durmuş Usta ile parktaki ıhlamurun altında oturmuş konuşuyorduk. Üçüncüyü yaktığı sigarasının ilk nefesini dışarı bırakıp:
-Fakirdik; ama hürdük Mustafa, dedi.
-Zenginiz; fakat mahpusus Durmuş Amca, dedim.
...
***
Kınalızâde, Sehâ'nın methi başlıbaşına bir kitap olarak incelenebilir, demişti. Devam ediyor: "Sehâda sekiz nev'î (çeşit) fazilet vardır:
1. Kerem (çok cömertlik)
2. Îsar (başkasını kendine tercih etme)
3. Afv (bağışlama)
4. Mürüvvet (insanca davranma, mertlik, ihsanda bulunma)
5. Neyl (yardım elini uzatmak)
6. Musâvât (yakınlarına yardım)
7. Semahât (cömertlikle fedakarlık)
8. Müsamahât (kendi malını başkasının faydasına terk etmek)
***
Sehâ, Taraklı'daki Çınardan dökülmüş bir çekirdektir ki kurtuluşumuz ancak böyle çekirdeklerin çatlayıp içerisinden akacaklarla beslenmemize bağlıdır. Gelin okuyalım bu çekirdeği.
Bize Yûsuf Bey Mahallesi'nin sâhibu'l hayrâtı, Hüseyin Ağa'dan gelmiş üç asırlık bir mektup olarak telakki edip açıklamalarıyla birlikte, su gibi okuyalım:
1. Kerem: Menfaati umumi ve faydası tam olan işlerde maslahata göre çok malı kolaylıkla vermektir. Diğer bir ifadeye göre kıymetli şeyleri nefis hoşnutluğu ile vermek demektir. Kerem, fıtraten yüksek yaratılışta olan kişilere has bir meziyettir.
2. Îsâr: Mal ve mülke ve buna götüren sebeplere kendi muhtaç iken başkasının ihtiyacını görüp ona harcamak, kendi ise sabredip tahammül göstermektir. Bu, çok büyük bir fazilettir. Bu faziletin eşsiz bir örneğini Medineli yerliler "Ensar" imanları uğrunda mal ve mülklerini feda ederek Allah rızası için Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirlere göstermişlerdir. Bunu Cenabı Hak Kur'ân-ı Kerîm'inde Haşr sûresinin dokuzuncu ayetinde belirtir: "... Kendilerinde fakr u ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha üstün tutarlar."
3. Afv: Cezalandırmaya ve intikam almaya gücü var iken terk etmek demektir. Bunun zıddı intikamdır ki acı çıkarmak demektir. Yani kendisine karşı işlenilen fena bir muameleden dolayı kalbinde beliren yarayı dindirmek için yine ona karşı fenâ bir muamele ile cevap vermektir. Dinimizce övülmüş olan affetmektir. Affın zevki intikamın zevkinden daha güzeldir. Allah Resûlü, afv faziletini benimseyen kişinin, Allah'ımızın onun şerefini yükselteceğini beyan eder. Bir kimseye karşı kalpte beliren zarar verme arzusuna "kin" denir ki bu da kötü bir huydur.
4. Mürüvvet: Başkalarına çok ihsan etmekle, kalpleri yaralı, ellerinden tutulması gereken kişilere yardımla nefsi süslemek ve insanlara bir faydayı ulaştırmak hususunda dikkatli ve tertipli olmaktır. Açıkça yapılmasından utanılacak bir şeyi yalnızken de yapmamak mürüvvet duygusunun eserindendir. Kendisine yapılan bir iyiliyi unutmayıp fırsatını bulunca karşılığında iyilik yapmaya çalışmak da mürüvvet eseridir. Bunun aksi "nâmertlik"tir. Nâmert insan fırsat olduğu halde kendisine muhtaç olanlara iyilik etmez. Ve muhtaçların sıkıntılarına seyirci kalır.
5. Neyl: Dost ve ahbaplara, yaşamak için zaruri ve mühim olan ihtiyaçlarına karşı yardım elini uzatıp, mal ve kazanma yollarında onlara yardımcı olmak demektir. Dost ve ahbapları devamlı himaye ve gözetmek anlamına gelen bu fazilete sahip olmak şüphesiz ki pek büyük bir meziyettir.
6. Musâvât: Sadık dostlarını, akrabasını ve kardeşlerini gözetip taltif etmek, sahip olduğu ilahi nimetlerden onları da hissedar kılıp faydalandırmaktır ki pek büyük fazilet ve şereftir.
7. Semahat: Harcanması lâzım ve vâcip olmayan şeyleri hüsnü rıza ve kalp temizliği içinde bezletmektir.
8. Müsamahat: Terki lâzım ve gerekli olmayan şeyleri başkasının faydalanması ve memnun kalması için, gönüllü olarak, kendi isteğiyle terk etmektir.
***
Evet, Yusuf Bey mahallesindeki Çınar'ın yanı başındaki Hüseyin Ağa Çeşmesi bunu söyleyerek akıyor neredeyse üç asırdır. Bildiğiniz gibi Kelime-i Tevhid'den sonra, klasik harflerimizle çeşmenin üzerindeki kitabede şu yazılıdır: "Bu çeşmeden mâ (su) içen SEHÂ/ Sâhibu'l hayrât Hüseyin Ağa fatiha/1147 (1734-1735)."
Yusuf Bey Mahallesi'ndeki Hüseyin Ağa Çeşmesi'nde klasik harflerimizle yazılmış kelime "sad"la değil de "sin"le mi yazılmalıydı? Belki bu bizi yanıltmış olabilir; fakat halkın dilini yanıltmaz.
Daha ne söylemeli, Ramazan Bayramı geçti, bir daha Ramazan'a vâsıl olacağımızsa ne malum?
"Ey sehâbet-halli insanlar!"
#