Doğrudur; Çoğu Kuru Gürültü!
Erol AFŞAR
Yayın:
Güncelleme:
Önceki gün gazetemizin manşetiydi;Sivil Toplum Örgütleri Kuru Gürültü mü?
Haberin içeriği; Sakarya Üniversitesi, Sakarya'da bulunan bin 300 dernek, 30 sendika, 29 vakıf, 73 meslek örgütünün günlük yaşama katkılarını incelemiş.
Özeti;
Sakarya'daki STK'ların yüzde 91'ini dernekler, yüzde 5'ini meslek örgütleri, yüzde 2'sini işçi ve memur sendikaları, yüzde 2'sini de vakıflar oluşturuyor.
1300 civarında dernek var; ancak bu derneklerin yüzde 35'ini cami yaptırma, yüzde 28'ini yardımlaşma dernekleri, yüzde 15'ini okul, yüzde 14‘ünü spor, yüzde 4'ünü sağlık, yüzde 2'sini hemşeri, yüzde 2'sini kültürel dernekler oluşturuyor.
Derneklerin çoğunluğu kamu derneği niteliğinde meslek odaları da bağlı oldukları yasalar itibarıyla yarı kamusal özelliğini aşamıyor.
Yani sözde gönüllü kuruluşlar ama etkinliklerini kamudan bağımsız icra etme şansları yok gibi…
Ve sonuç;
"Bazı istisnaları dışarıda bırakırsak Sakarya'da güçlü bir sivil örgütlenmenin varlığından söz edilemez. Mevcut STK'ların bu haliyle kamu gücünü elinde bulunduranlara karşı bir baskı grubu oluşturmaları mümkün değildir…"
Rapor, işçi sendikalarının kamuda örgütlenemediğin, memur sendikalarına ise ilgi olmadığının da altını çiziyor.
Velhasıl örgütlü toplu değiliz…
İstatistikler ortada;
İskandinav ülkelerinde bir kişi ortalama altı sivil toplum örgütüne üyeyken, bizde yaklaşık 1
milyon kişiye 1 dernek düşüyor.
Peki, neden değiliz?
Henüz, sivil toplum örgütlerinin ve örgütlenmenin önemini kavrayamadık.
Örgüt kelimesi bile çoğumuz için itici, tehlikeli ve sabıkalı bir kavram.
Maalesef sendika denilince de akla ya ekonomik ya da ideolojik sabıkalar geliyor.
Mevcut yasalar cevaz verse bile ‘devlete karşı örgütlenilir mi lan, sen komünist misin anarşist misin' tepkileriyle karşılaşabiliyorsunuz.
Ve ilginç bir anekdot ki kimlerin daha iyi sendikacılık yapacağının bile baştan planlandığının göstergesi adeta;
Henüz yasal bir dayanağımız bile yok ama gümbür gümbür sendikacılık yaptığımız yıllar, MHP'de iktidar ortağı…
Milli eğitim Müdürlüğü'nün emekli öğretmenler için düzenlediği bir yemekteyiz.
Protokol masasında oldukça yaşlı bir emekli öğretmen, heyecanla ellerime sarılıyor, ‘seni takip ediyorum, çok iyisin, benim oğlum da falan üniversitede öğrenci lideri, iyi devrimci, seninle tanıştıracağım' diyor.
İyi de amca, diyorum; Ben Ülkücüyüm…
Amcanın yüzündeki şaşkınlık ve hayal kırıklığı hala gözlerimin önünde...
Bir de yapı önemli…
Her ülkenin siyasi rejimi, tarihi, sosyal, ekonomik ve kültürel ve kurumsal yapısı belirliyor örgütlenme oranını…
Şeriatın kestiği parmağın acımadığına ikna edilen bir toplumda da örgütlenme ancak bu kadar olabiliyor.
Peki, yönetenler istiyor mu?
Hiçbir yönetici iktidarını ve yetkisini paylaşmak istemez.
Paylaşmak zorunda kaldığında da bunu ancak kendisine yakın yani partisinin arka bahçesi durumundaki sözde sivil toplum kuruluşlarıyla yapar.
Muhalif apartman yöneticilerine bile tahammülü olmayan AKP, bu paylaşımı kendince iyi yaptığı içindir ki devri iktidarlarında, alternatif sivil toplum kuruluşları(!) her alanda palazlandılar.
Ülkemizde sivil toplum örgütlenmesinin geldiği nokta nedir derseniz, durumu en iyi Yeşilçam klasiklerinden Şener Şen, Kemal Sunal ve İlyas Salman'ın, genellikle maraba-ağa çelişkisine dair filmleri anlatır.
Tiplemeleri hatırlayın;
Şener Şen, her zaman ağa…
Kemal Sunal, daimi maraba…
İlyas Salman, ağanın ajan-provokatörü, ağa ile marabalar arasında mekik dokuyan iki ayaklı köpek…
Veya sütünü deviren inek…
Tıpkı, özellikle son dönem sendikalar örgütlenmeler gibi…
Bilmem anlatabildim mi? #