Bir Koltuğun Taraklı Seyri
İrili ufaklı, kırık taşların yığıldığı bir koydan seyretti Boğaz'ı. Ne kadar sâdeydi yalılar, ne kadar yakın. Uzansa her birine dokunacak, pencerelerinden sarkan tüllerin mahremiyetine karışacaktı.
Manzarayı görmeye gelenler, aslında manzarayı görmeye gelenler değillerdi. İtiş kakış ve gürültüleriyle rahatsızlık veriyorlardı. Çocuktular, gençtiler, çirkindiler... Daha fazla burada duramayacağını anlayıp taşların sırtından geri geri inmeye çalışırken bir kadının kendisine sokulduğunu hissetti.
Boğaz'ın güzelliğine dâir, ondan bir şey anlatmasını bekleyen bu kadın; konuşmuyor, sâdece bakıyordu... Kelimelerin bütün gücünü, gözlerinde toplayabilmiş sâfî bir nazardı. Bundan dolayı ihtiyaç duymuyordu kelimelere. Lisân-ı hal ile tekrar, ona Boğaz'ın güzelliklerini anlatmasını söyledi kadın.
Garip bir şekilde bildiğim, ama nedense konuşamadığım gizli bir dili remzediyor bu kadın. Bu huzursuz ortamdan uzaklaşmam; ona, yeterli bir cevabı vermeyecek; fakat yapabileceğim başka bir şey de yok sanırım diyerek, taşların üstünden atlayıp az ötedeki ahşap, metruk eski bir mektep binasının kapısından içeri giriverdi.
Kırık, eğri merdivenlerden, döne döne dikkatle çıkıyordu yukarı. Burası, konaktan bozma bir mektep olsa gerek diye düşündü. Karanlık ve dar dolambacın sonu, geniş ve ışıklı bir sofaya açılıyordu. Dikdörtgen tavanın, içe doğru daralıp göbekte, yaprakları kat kat çiçekli bir tabloya dönüştüğünü ve bu tablonun ortasından sarkan paslı bir zincire bağlı kırık bir âvîzenin sallandığını fark etti.
Kapıları birbirine bakan odalarda eğlendi bir müddet. Gömme dolaplar, ahşap kapaklı ocaklar, çatlayan dökülmüş duvar dipleri, tozun yoğun bir tabakayla kapladığı pencereler, sökülmüş kapı kilitleri... Bir sevk-i tabiîyle burada daha fazla oyalanmayıp bir an önce yukarı kata çıkmasının lüzumunu hissetti.
Merdivenler, bir üst katın daha olabileceğinin kanıtı olarak kıvrılıyordu. Fakat bir üst kat yoktu. Çünkü tavan arasına açılan kare bir kapakta son buluyordu basamaklar. Kapağı itince, rengârenk ışıklarla ufka kadar uzanan Boğaz'ın ışıl ışıl içeri dolup taşan parıltılarıyla karşılaştı. Kamaşan gözleri, enginlere doğru akan alev deryasında boğulmuş, sarhoşların mest bakışları gibi bir şeyi seçemez olmuştu. Az kaldı, dengesini de kaybedip düşecekti.
Dizlerini titreten şaşırtıcı müşahedenin heyecanıyla, düzensiz basamaklardan ikişer üçer atlayarak kendisini dışarı attı. Kapı önünde, Boğaz'ın güzelliğini anlatmasını isteyen o esrârengiz kadın, yine mahfî bir dili konuşarak ve yine apâşikâr gözleriyle önceki talebinin bu defa reddedilemeyeceğinin huzuruyla emin olmuş bekliyordu.
Tavan arasından çıkan renklerin âhengi; kelimeleri, bu kadın gibi, benim için de önemsiz kılacaktır artık, diye düşündü: Az önce gözlerimde patlayan ışıktan, bunun böyle olduğu yansımış olmalı ki, ona hiçbir şey söylemediğim halde, peşim sıra geliyor işte...
Merdivenlerden çıkıp sofaya geldiklerinde, kadının eli, onun koluna sımsıkı tutunmuştu. Gözlerinin altında açık renk benekleri olan bu mutlu kadına, hayretle baktı.
Yine bir rüya, dedi Hüseyin.
-Ne zaman bu koltuğa otursam uyukluyorum ve her defasında bir başka rüya ile zengin olmuş uyanıyorum. İhtişam ve sefâlet...
Kaybettiklerini düşündü: îtibârı, zenginliği, ailesi, çevresi, sağlığı... Hiçbir şey olarak döndüğü çocukluğunun kasabasında, belediyenin tahsis ettiği bekâr evinde, üç arkadaş kalıyorlardı artık.
Sonra Osman'ın kaybı...
Osman'ın ölümünden sonra kalması ne kadar mümkündü ki bu evde?
Kendisininkine benzer, müşterek bir kaderdi Osman'ınki. Bu kasabanın çocuklarıydı ikisi de... "Cesur olamamıştı Osman benim gibi veyahut cüretkâr..." dedi.
Son son ondan kalan işbu kırmızı koltuktu. Ölmeden bir ay öncesinde: Bu koltuk sana yakışıyor Hüseyin, serde patronluk var ya, al götür odana, deyip vermişti.
Hüseyin'e başka bir ev tahsis etmişti belediye.
Küçük bir ailenin rahat rahat kalabileceği bir evdi bu. Onun içinse tek bir odayı kullanmak yeterli geliyordu. Diğer odaları kullanacak ne bir eşya ne de insan vardı. Bir yatak, bir koltuk, soba, televizyon ve sehpa hepsi buydu.
Beyin damarlarındaki tıkanıklık, gözlerine ve kulaklarına vurmuştu. Hepten âmâ ve sağır olmamıştı, fakat pek farksız görmüyordu kendisini...
Kardeşinin İstanbul'dan gönderdiği kulaklığı takarak yakınına geçtiği televizyonunu seyrederken, koltukta uyuyakalıp türlü türlü rüyalara dalıp çıkıyordu. Hâfızası iyi olsa unutmamak için onları yazmayı bile düşünmüştü.
Kafasını meşgul eden şuydu: Yatağında uyuduğunda pek seyrek rüya görürdü. Rüyaları ise ya hatırlamaz ya da üzerinde durulacak cinsten olmayıp, herhangi bir tesiri yaratmayan rüyalar olduğundan, pek dikkate almazdı.
Ama şu kırmızı koltuk öyle miydi?
Sırtla beraber başı da geriye yaslayabilmeyi sağlayan bir yüksekliğe sahipti. Bir üçgenin tabanı gibi öne doğru genişliyordu. Koyu kırmızı bir kadifeyle kaplanmıştı koltuk; bu kadifenin bugüne dek solmamış ve dökülmemiş olması, kumaşın kalitesinin ispatıydı.
Koltuğun etrafını beyaz bir ahşap dolanıyordu. Kadifeyle ahşabın birleştiği yerleri ise gri renkli pililer bir şerit gibi geçip sınırlandırıyordu. Kolların dayandığı yerlerin ortaları, yine kadifeyle bürünmüştü ve küçük yumruklar gibi kıvrılarak avuçların ortasında yer eden cilalı ahşabın; elin elimin üzerinde, dercesine kayboluvermesi, koltuğu sanki canlı bir varlık kılıyordu.
Kavisli ayaklar, yere temas ettiği noktada öylesine inceliyordu ki koltuğa oturmadan evvel, kişinin bu zayıf ayakların üstünde emniyette olduğundan şüphe etmesi pek tabiî idi. Fakat cevizin, usta dülgerin elinde sağlam bir zerâfete dönüşerek koltuğun ayaklarında tecessüm etmesinden bu güne, yarım asırdan fazla bir zamanın geçmiş olduğu düşünülürse; şahit olduğu birçok ömür, koltuktan, onun zarif ayaklarından sorulabilirdi.
Günün belli vakitlerinde bu koltukta uyuyakalmak mûtadı olmuştu Hüseyin'in. Havuzun fıskiyelerinden rüzgâra karışıp yüzünü öpen damlalar, bahar havasının müjdecisi olmalıydı. Henüz uyanmış mahmur gözlerini, şefkatle okşayan sevecen damlacıklara karışıp kubbelerden seyre dalmıştı İstanbul'u.
Evet, o bir damlaydı. Kubbenin aleminden sarkan yalnız bir damla...
Rüzgâr, uçurdu sonra yüksek bir mezarlığa onu. Bir servinin en âlâ dalına. Çok geçmedi bir kumru gagasında buldu kendini. Oradan döküldü bir çeşme kurnasına. Tam suya karışıp kaybolduğunu hissetmişti ki, fıskiyeden parça parça dağılıp kendi yüzündeki bir katreyle uyandı.
Gene rüyaydı.
Az önce uyanmıştı hâlbuki. Rüya üstüne rüya görüyordu. Sol gözünden aşağı yürüyen bir titreme hissetti. Bir damla yaşın yanağından gömleğine süzüldüğünü...
Bu nasıl rüyaydı böyle?
Hangi damla gerçekti, rüyadaki mi bu mu? Tahayyülü zor bir durumdu.
Hayatının acı gerçeğine muhalefet eden bu rüyalar; geçmişin keskin muhasebesinden onu ırak tutmak istercesine, ayrı bir âleme çağırıyordu. Sorulması gereken hesapların, kavgaların uzağında, başka bir âleme...
Bu işe bir son vermek gerekiyordu. Yoksa gerçeğin, hayale; hayalin, gerçeğe karıştığı bir hayata hiç dayanamayacaktı.
Aklı karıştıran şu ilginç rüyalarına sebep, bu koltuktan başka bir şey olamazdı. Koltuğun arkasına baktı. Eğildi, altına baktı. Çevirdi, bütün cephelerini kontrol etti.
Evet, dedi. Yerini değiştirmeliyim bu koltuğun.
Televizyonu, yatağa yaklaştırıp; koltuğu, televizyondan boşalan yere yerleştirirsem; koltuk, hem sobadan hem de televizyondan uzaklaşmış, yalnız başına kalmış olur, diye düşündü. Televizyonu yatağında seyrediyor, koltuğa da artık ihtiyaç duymuyordu.
Birkaç gün rüyasız ve düşüncesiz geçti. Ama koltuk, boş durduğu yerde ağır bir mevkie, mekânın kalbine dönüşüyordu günbegün. İnsan gibi benden selam bekliyor sanki dedi.
Bir yabancı gibi mütereddit adımlarla yaklaştı koltuğa. Oturulmaya oturulmaya tozlanan koltuğun kaba yerlerine, zerreciklerini uçuracak şekilde, eliyle birkaç kez vurdu. Mutfakta hafif ısladığı bezle yeniden koltuğa eğildi. Bezin temas ettiği yerlerde, çizgi çizgi koyu kırmızı bir iz çıkıyordu. Koltuğun her tarafında dolanan ıslaklık, dalgalı bir kırmızıya çaldı rengini. Koltuğun köşe bucağını dolaşan toz bezi, küçük bir kâğıda ilişiverdi. Evin her yerinden çıkan ilaçların koparılmış karton kutularına alışık olmasından dolayı, yere bıraktı bu kâğıdı. Sonra koltuğun ahşap kısımlarını silmeye devam etti.
Koltuğun son ayağını da elden geçirmişti ki yere bıraktığı kâğıdın üzerindeki çizgiler dikkatini çekti. Çizgi değildi aslında bunlar, fakat yazılar, uzaktan bir çizgi olarak görünüyordu Hüseyin'e. Gözüne daha yakın tutarak yeniden baktı kâğıda. Altıgen kesilmiş bu küçük kâğıt parçasının üzerinde Kur'ân yazısı olduğunu çözünce, besmele çekip sehpanın köşesine, acemi parmaklarıyla koyuverdi. Hatta aşağıda durmasından sakınıp, bu defa sehpada duran sürahinin üstüne bıraktı.
Aman Allah'ım, muska!
Öğle vakti yaklaşmıştı. Bir yandan abdest alıyor, diğer yandan da bütün rüyalarının müsebbibi olan koltuğun muskalı bir koltuk olmasından dolayı garip bir ürperiş peyda oluyordu bütün uzuvlarında.
Acaba büyülenmiş miydi?
Muskayı alıp caminin imamına göstermenin uygun olacağını düşündü. Rüyaları kendisine musallat eden her kim ise, hocanın bundan haber verebileceği, hatta şifâ bulması için birkaç duâ öğretip rüyalarını tâbir dahi edebileceği umuduyla çarçabuk evinden çıktı.
Yürürken gömlek cebinde duran kâğıdın, kalbinde durup bütün kanını çekmesi mümkün müydü? Bu vehim ile git gide zayıflayıp, tansiyonun düştüğünü, takatinin tükendiğini zannetmişti. Ezan okunmaya başlayınca bu hâlini bir an unutup camiye yetişme kaygısıyla adımlarını hızlandırdı.
Yûnus Paşa Camii'nin cümle kapısından girip mezarlığa baktı. Rüyasında İstanbul'da bir damlacık olup yaşadığı o küçük mâcerâsını anımsadı. Güzel bir rüya idi; keşke yine bir damlacık olsam, kubbeden sarksam, kurnalarda boğulup rüzgârda dağılsam, dedi.
Camiden içeri girdiğinde, kadınlar mahfeline çıkan merdivenlere baktı. Metruk mektebin basamaklarından tırmandığı ânı hatırladı. Kimdi o kadın, neydi tavan arasını aydınlatan ve ufka açılan temâşa? Keşke o kadın da görebilseydi tavan arasından yayılan güzelliğin o mûcizevî tecellisini, dedi.
Namazda aklına hiç gelmedi muska. Tâ ki Hoca'nın tesbih için yüzünü cemaate döndüğü vakte kadar...
Muska, dedi, endişeyle. O hâlâ cebimde!
Dışarı çıktığında bütün cemaat dağılmıştı. Mezarlığın yanında durup bekledi Hoca'yı. Çok geçmeden yanına yaklaşan ve elini sıkan bu güleç yüzlü Hoca'nın elini bırakmayıp: yardım edin, dedi.
Tabiiki dedi Hoca. Birbirimize yardım etmeliyiz.
Öyle değil Hocam, dedi. Bu muska evdeki koltuktan çıktı. Benim düşmanlarım daha bitmedi mi Hocam?
İncelediği kâğıdın arkasını çevirip, neyinden rahatsız oldun bu kâğıdın dedi Hoca.
Rüya görüyorum bu koltukta. Hem de çok rüyalar, dedi Hüseyin.
Rüyaların, korkunç rüyalar olup olmadığını sorunca Hoca.
Hayır, dedi. Aksine güzel rüyalar; fakat ne bileyim, bir çocuk gibi oluyorum bu rüyalardan uyandıkça. Aldatılmış bir çocuk... Sonra her şey eskisi gibi oluyor ve aldatıldığımı, defalarca ve defalarca aldatıldığımı hissediyorum. Bildiklerimle yüzleşmenin acı gerçekliğini yaşadım bu hayatta; dışındaki her şeyi avutucu bir düşman görüyorum. Rüyalarımı da... Onlar hayaller zinciri, benimse hayallere bağlayabileceğim hiçbir umudum yok! Kim yapmış bana bu menhus muskayı? Ne yazıyor üzerinde Hocam?
Ellerini, Hüseyin'in elleri üzerine bırakan Hoca:
-Bildiklerimiz kuru bir zann'dan ibarettir Hüseyin, hayatımızı dolduran tecrübelerimiz de bakmışız, anlamsız hikâyeler yığınına dönüşmüş... Bak ki bir şâirin, Fuzûlî'nin dilinden şunları konuşuyor senin muskan:
"Işk imiş her ne var Âlem'de
İlim bir kîl ü kâl imiş ancak"
Hoca, Hüseyin'e mütebessimâne baktıktan sonra: kimse muskasının arkasına ismini yazmaz, fakat senin muskanın arkasında bir de isim var, dedi. Yazanı belki de odur: Hafız İrfan Çakır. Tanıyor musun?
Babasının kadîm bir dostu olan İrfan amcasının koltuğunu, çocukluk günlerinde babasıyla gittiği Göztepe'deki evden hatırladı. Evet, İrfan amcanın bizi misafir ettiği odasında, babam Hâlim Hafız’la karşılıklı oturup hasbihal ettiği, kahvesini içtiği koltuk, işte bu kırmızı koltuktu, dedi.
Sırtını dayadığı mezarlığın taş duvarına baktı. Taşların yarıklarında biriken suya dalıp dalıp çıkan, bir kumrucuğun kırmızı göğsünden damlayan gümüşî katrelere karışıp seyretti yüzünü. Ve esselâtu hayrun sedâsı eşliğinde, koltuğundan yeniden uyandı.