Kırmızı Fahri ve Aşûre
İçdedeler Köyü'nde aşûre dağıtacağının haberini aldık. Açtık!
Bir kucak insan tıklım tıklım doluştuk minibüse… Zengin fakir, genç yaşlı, tatlı tuzlu… kim varsa aşûre gibi birbirimize karışarak çıktık yola.
Öldüğün gecenin gündüzünde cebindeki son paranla aşûrelik malzeme alıp yollamışsın köyüne: Kayısı, kuru üzüm, nohut, fasulye, buğday… Toprağın yetiştirdiklerinden yemişler derlemişsin. Şeker ve tarçın koymayı da unutmamışsın poşete.
Unutmamışsın amma...
Kandırmışlar seni!
***
Köyüne gelene kadar herkes arkandan bir şeyler konuşuyordu:
-Hiç evlenmedi. Kimsesi yoktu… Ne iyi adamdı!
-Kimseye muhtaç olmadan gitti işte.
-Geçen gece ölmüş. Kokmadan bulmuşlar cesedini.
-Aşûresinin yapılacağı güne nasıl da dek gelmiş cenazesi…
***
Bilmiyorlardı!
Aşûre ikramını, gömüldüğün bugüne "bilerek" dek getirdiğini bilmiyorlardı. O poşeti bekleyip bekleyip öldüğün gün alıp köyüne yollamanın bir hikmeti vardı. Bunu bilmiyorlardı. Anlamıyorlardı. Senin malûmat sahibi bir adam olduğunu nasıl da unutmuşlardı. Ki biz her şeyi senden öğrenirdik: Kimin başına ne gelmiş, kim kime yardım etmiş, kim ölmüş, kim kalmış, kimin düğünü varmış…
Sen ki hikmet sahibi… Taraklı’nın ayaklı gazetesi…
Birbirinden bîhaber olan insanları birbirlerinden haberdar kılan o geveze ağzın, yaptığın her dedikoduyu ecre dönüştürdü. Senin dürtmenle unutulmuş bir düğüne yetiştiğimiz, unutulmuş bir cenaze namazına durduğumuz, unuttuğumuz öksüz bir çocuğa koştuğumuz çok oldu. Fakat dilin son bir yıldır konuşmaz oldu. Sesin çıkmıyordu.
Hastaydın! Her şeyden haber verdin de sadece kendinden haber vermedin bize.
"Kimseye muhtaç olmadan gitti" diyenler, senin muhtaç kaldığını bilmiyorlardı. Ölmeye muhtaç kaldığını bilmiyorlardı. Bilmek istemiyorlardı.
"Kokmadan bulmuşlar cesedini" diyenler, daha ölmeden kokmaya başladığını bilmiyorlardı. Bakımsız kaldığından kimsenin haberi yoktu.
"Hiç evlenmedi" diyenler, âşık olduğun kızı, sana neden vermediklerini sormuyorlardı.
***
Bizi senden Hisar Muhafızı haberdar kılmıştı. Kurban Bayramı’nda sana hiçbir payın düşmediğini, yakacak odununun bile olmadığını ve daha birçok şeyi biz ondan öğrenmiştik.
O gün bu gün geldik gittik.
Bir esnaf çorap ve iç çamaşırı yollamıştı sana. Bir diğeri seni hamama götürelim diye arabasını vermişti. En son bir sünger yatak istemiştin kesik kesik sesinle. Ve çarşaf, yastık, battaniye ve sünger bir yatak yollamışlardı sana. Biz emanetleri bırakıp gitmiştik merak içinde kalarak… uzaklaşarak!
Senin üzerini kim örtecekti? Kim üzerine titreyecekti? Bir eşin yoktu senin, kızın yoktu ve sen kadın şefkatinden yoksundun.
Üç günlük odunun kalmıştı yine. Devlet kömür vermişti ama sen kömür yakamıyordun. Kömür yakmıyordun. Kömür sana dokunuyordu…
Geçenlerde sana odun alan o arkadaş, atölye sahibiyle kavga etmiş. Seni anlattığı hâlde odunda hiç indirim yapmamış. Odun çuvalının sabit bir fiyatı varmış ve bu fiyatta oynama olmazmış. İşte o odun kafalı zenginin gönlü olana kadar canın çıkmasın diye..!
İnan ki o arkadaş kendi annesine, kendi köyünde odun yaptırıyordu sana.
Getirecektik… Gelecektik!
***
Beklemedin!
Yerini yadırgamış olmalısın ki süngerde bir hafta yatabildin.
Duyduk ki cebindeki son parayı da, ölmeden önce acımadan, kıskanmadan aşûrelik malzemeye vermişsin. Elinde kala kala bir canın kalmış ve öylece harâbene çekilmişsin. Ve onu da kıskanmadan, acımadan, gözün kalmadan sahibine teslim etmişsin. Canın yanmadan…
Bugün gömdük seni!
Virânende hiçbir şeyin ölçüsü yoktu ya hani… Hani evinin döşemeleri çürük, merdivenleri kırık, mertekleri kalkıktı. Her şey karmakarışıktı. Bugün simetrik bir mekân kazdılar sana. Dört dörtlük bir mezar kazdılar dört köşe olacağın. Mertek tahtalarını özene bözene döşediler tek tek.
Ağlayanın yoktu yalnız. Eşin yoktu, kızın yoktu ve sen kadın şefkâtinden yoksundun. Arkandan gözyaşı döken bir kadın yoktu. Bilirsin er kişiler ağlamaz zaten! Tâ ki cemaatin ısınması için mezarının başında yakılan kucak kucak odunları fark edene kadar… Bugün mezarının başında misafirlerin üşümesin diye bol bol odun yaktılar.
***
Üzülme! Seni toprağın anaçlığı sıcacık bir şefkatle kucaklayıp basacaktır bağrına. Geceleri üstüm açılır diye sakın korkma! Hiç kıskanmadan/kısmadan bütün açıklarını topraktan bir yorganla kapattık bugün. Gökyüzü ise sana tertemiz bir kefen dokudu. Kar yağıyordu.
Hem topraktan daha kadın, daha dişil, daha anaç başka bir varlık mı var? Dünyaya gelirken topraktan yaratılan bir annenin rahmine düştün; şimdi de toprağın kendisinin rahmine… “Allah gökten -kar yerine- bir su indirir de onunla ölümünden sonra toprağa yeniden hayat verir.”
Baharı bekle!
Kırmızı rengini çalan bu soğuk kış, sararıp solan rengini baharda yeniden geri verecek sana.
Kendi gözümle gördüm bugün. Mezarının üstünde biriken öbek hâlindeki toprağının, hamile bir kadın gibi karnı şişti. Gördüm ki toprak sana gebeydi. Seni kırmızı yanaklarınla, taze bir gençlikle yeniden doğurmak için…
Ve arkandan İhlâs okudular, duymuşsundur:
“Samet olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan sadece Allah'tır” diye… Senin bize olan "muhtaçlığını" ilân edercesine…
İhlâs okudular sana:
“Doğurulmayan, doğurmayan; böyle şeylere muhtaç olmayan sadece Allah'tır” diye…
Öyleyse yeniden doğmaya "muhtâcız" hesap vermek üzere.
Seninle hesaplaşmaya muhtâcız!
Köyüne gönderdiğin aşûrelik malzemeyle dolu o poşetin içine şeker ve tarçın koymayı unutmamışsın… Ama galiba kandırmışlar seni. Ya da sen bizi kandırmışsın.
Şeker yerine tuz, tarçın yerine karabiber koymuşun poşete.
Haberin olsun ki ağız tadıyla yiyemedik aşûreni. Ağzımızın tadı kaçtı!
Neyse canın sağ olsun!
Kurtulduk ya senden…
Tuzu biberi olsun!
#