İstanbul'u, Tahiyyetü'l Mescide İnkılap Ettirmek
I.
İstanbul, tahiyyetü'l mescide inkılap etmeden daha fazla yaşayamaz. Kötürüm olur gider. İnsanların bütün gazâbı, hoyratlığı, şımarıklığı, azgınlığı birikmiş de: sokaklarında, caddelerinde, çarşılarında patlayıvermiş bu şehrin.
Katranlaşan ruhlara sinmiş, keskin bir koku dağılıyor etrafa. Bu koku, ölülerin de dirilerin de kokusu değil. Yanan Roma'nın is kokusudur âdeta. Ondan vâris kalmış bir zamanı yaşatmanın endişesidir yayılan. Suyu, toprağı, havayı; nefsin ateşinde yoğurup kendi kendini körükleyerek yaratmak iddiasını taşıyan insanların eşiği olmaya namzet bir İstanbul, ancak zulmün beşiği olmaya müstahak olacaktır.
II.
Bu cümleleri kurmama sebep olan şey, bizim Adapazarı-Haydarpaşa tren seferleri birkaç sene inkıtaya uğrayacağı için sanki bir daha İstanbul'a gidemeyeceğim, sanki İstanbul'a yalnız trenle gidilirmiş gibi bir vehme kapılıp geçtiğimiz perşembe günü 07.56 treniyle İzmit'ten İstanbul'a gittiğimde, gördüklerimin ruhumda akseden hâl-i pür-melâlidir...
Ocak ayının yirmi yedisinde idik ve nerede ise bir bahar havası hakimdi İstanbul'a. Fakat bu yalancı bahara aldanıp da görülmesi gereken kerâihten sarfınazar edemezdim. Tevfik Bey'in "Sis" şiirinde, İstanbul'u, bin kocadan arta kalmış bâkir dul ve büyücü kocakarı olarak tavsif etmesindeki âmillerden farklı olarak benim de onu, kaçkın Neron'un Roma'sına teşbih etmeme sebep oldu bu gezi. Zavallı Abdülhamid'e ne kadar haksızlık yapıldığını bir kez daha anladım.
Araç fetişizmine tapınılan bir puthânede hissettim kendimi. Vapurda, iskelede, çarşıda, sokaklarda, üniversitede, mâbedde... Hayata, kameradan yahut bir fotoğraf makinasından bakmak; hafızanın inkırazını tescillemek anlamına geliyordu. Tahayyülü, kurban ediyordu putlarına herkes.
-Affedersiniz. Bir fotoğrafımızı çekebilir misiniz?
(Ben fotoğrafçı mıydım yâhu!)
- Bir de şu caminin kapısında çekilsek... Size de zahmet oldu... Minareyi alıyor mu?
(Biraz da çekinsen!)
Kendi çektikleri yetmiyor. Yolda gördükleri sıradan bir insana da çektiriyorlardı(!)
-Yanlış düğmeye bastınız bayım, deklanşör o değildi, makina kapandı bakınız...
Vızır vızır arabalar, tıklım tıklım tramvaylar, ne idüğü belirsiz, veled-i zinâ yapılar, insanlar insanlar insanlar... Sanki bir çirkin rolü oynuyorlar.
Süleymaniye'nin külliyesinden Vefa'ya doğru giderken bir vakfın önünden geçiyordum ki içeriden güleç yüzlü bir adam beni görüp dışarı çıktı. Yapmış oldukları faaliyetleri hakkında bilgilendirmek amacıyla beni içeri davet etti. Samimiyetinden zerre kadar şüphe duymadığım, bizim Taraklı'yla alâkalı da uzun uzun kelam ettiğimiz bu adamcağız:
-Telefonlara, mp3'lere; isteyene mealini, isteyene Arapça metnini yüklüyoruz. Otobüste, tramvayda, vapurda, her yerde Kur'ân'ı dinlemeye, okumaya bir hizmettir bu. Okuduğunun ne manaya geldiğini bilmeyen cami cemaatinden farklı olmalıyız. Telefonunu ver yükleyelim, bedava!
dedi.
Ben neyden kaçıyordum? Adam, neye davet ediyordu beni...
Yok yok, hayır! dedim, kitapla iktifa etmeye devam edeyim ben.
Oradan da kaçtım...
III.
İstanbul tahiyyetü'l mescide inkılap ettirilmeden kat'iyen kurtulamaz. Biz de kurtulamayız.
Tahiyyetü'l mescid nedir?
Anadolu'nun tarihinde şekillenmiş tüm şehirler gibi: Mâbed-şehirlerdir, mâbedleşen şehirler. Şehrin, yalnız Allah'a kul olduğu şehirler. Mescidlerle hayat bulan, mescidlerin hayat verdiği neş'eyi ruhunda hisseden insanların üzerinde dolaştığı şehirler. Selamın, sevginin, nezaketin, hayrın, huzurun şehirleri.
Şehre hakim olan tekâsürle hesaplaşılmadan, onunla savaşılmadan bu işgalden kurtulamayacağız.
Şehirlerimiz hep işgal altındadır!