Guantanamo Pakistan
Habab Çetin Akdeniz'in son kitabı "Guantanamo Pakistan" dün elime ulaştı. Kitabın yazarı da bir araştırma için gittiği Pakistan'da El-Kaide paronayası ile tutuklanıp Pakistan hapishanelerinde misafir (!) edilmiş binlerce müslümandan biri. İnsanın suçlu olduğunda başına gelecekleri kabul etmesi daha kolay oluyor. Lakin hem suçsuz yere, hem de bir din kardeşin tarafından hakaret ve işkencelere maruz kalması herhalde en büyük işkence. Kitap Habbab Çetin Akdeniz'in ifadesi ile "bir borcun, Pakistan hapishanelerinde suçsuz yere yatan mahpushane arkadaşlarına karşı, yerine getirilmesi" inden yola çıkılarak kaleme alınmış. Kitapta yazarın ve diğer mahkumların yaşadıkları travma anlatılmaya çalışılmış anlayabilene. Asıl önemli nokta ise tüm yapılanların arkasında var olan unsuru görebilmekte. Gerçi bu unsur(lar) yazar tarafından gösteriliyor gösterilmesine ama hani görmek istemeyenler olur diye söylüyorum. Kitap yazarın ifadesi ile bu unsurları göstermek için de kaleme alınmış, sanırım işkenceleri yapan eller biraz da din kardeşi hassasiyetiyle ( bu durumu yazarın inceliği olarak görüyorum) gönül kırbacıyla dövülmüş.
Kitap bu zulüm ve işkencelere maruz kalmış bir kişi tarafından kaleme alınması hasebiyle bir kanıt niteliği taşımaktadır. Neyin kanıtı: "İslam adına Müslümanlara yapılan işkencelerin, dünya kamuoyundan nasıl gizlenmeye çalışıldığının bir kanıtıdır." Sözde demokratik ve insan haklarına saygılı ulusların kendi kanunları elvermediği için başka ülkelerde kurdukları gizli hapishanelerin var olduğunun kanıtıdır. Müslüman kimliği ile dolaşan ama Müslüman’a zülüm yapmaktan çekinmeyenlerin münafıklığının kanıtıdır.
Gerçekte kitapta ortaya konulan kanıtların birçoğunu biz Irak'ta, Afganistan'da hatta hatta ülkemizde görmedik mi? Ama içine konulduğumuz akvaryumda ekmeğimiz elden, suyumuz ise gölden yaşamayı tercih ettik. Bilerek veya bilmeyerek akvaryumunun dışına sıçrayanların veya akvaryuma hiç girmeyenlerin başına gelenlere tebessüm ettik.
İşte yazar bizlere birazda, bizim sandığımız, akvaryumun asıl sahiplerini göstermeye çalışmış. Tabi görmek istemeyen gözlere, idrak edemeyen zihinlere, işitmek istemeyen kulaklara kısacası kuklalara hangi kanıtları sunsanız da ne fayda. "Hak ve hakikat ne kadar açık olursa olsun, engelli kulaklara ve perdeli kalplere giremez. Gözler bakar, kulaklar işitir, fakat hiçbir şey görmez ve duymaz.(En'am 25)"
Mevla’m herkese gören göz, işiten kulak, idrak eden bir beyin nasip etsin.
Kitaptan bir bölüm: Sıvatlı Ebu Hanife
“Ebu Hanife elli beş yaşlarında kendi halinde Sıvatlı bir Müslüman Peştu. Peştucadan başka bir dil veya şive bile bilmiyor. El-Kaide mensubu olmakla suçlanarak gözaltına alınmış ve işkence görmüş. Kimseyle konuşmazdı. Tuvalet ihtiyacını bile dile getirecek ne cesareti ne de takati vardı. Secdeye vardığında o kadar uzun dururdu ki, acaba bayıldı mı diye endişelenirdik. Bir ya da iki kez Mekki ile konuşmuş ve gardiyanların sert tepkisinden sonra bir daha kimse ile konuşmamıştı. Ne zaman Avdal’ın inlemelerini, ağlamalarını duysa kapıya yanaşır ve onunla birlikte içten içe ağlardı. Avdal’ın iniltilerine hangimiz ağlamazdık ki…”
O Sıvatlı biz İstanbul, Erzurum veya Sakaryalıyız peki aramızdaki fark ne?