Demircilerin Pîrinden Madan Mehmed Usta'ya...
I.
Geleneğimizde demirden, demirciden bahsedilirse Hazreti Dâvûd'dan da bahsedilir. Çünkü demiri işleyip çeşitli eşya ve araçlar yapan zanâatkârların pîri odur. Zira "Ona sizi savaştan korumak için zırh yapmayı öğrettik." "Geniş zırhlar yap diye ona demiri yumuşak kıldık." mealindeki ayetler bunu yansıtır. Fakat bu iş, göründüğü gibi bir iş olmasa gerek.
Anâsır-ı erbaa, maddî âlemin esası addedilen dört unsurdur: Su, hava, ateş, toprak. İşte bunlarla kurulan ünsiyet, Dâvud'un mesleğinde, zanâatın hikmeti aradığı meslek-i nebevînin hünerli ellerinde maarifetle tecessüm etmiştir. Bu yüzden Dâvud'un demirciliği, basit bir zırh zanâatının icrâsı değil, hikmeti arayış vesîlesidir.
"Dâvud'la demirci oldum Örse çekiç urageldim" diyen Pîr Sultan'ın;
"Yanan kömür kızan demir Örse çekiç salan benim" diyen Yûnus'un neşîdeleri, ehl-i irfânın ocağından neş'et etmiş hikmete dâir işâretler olarak okunabilir.
II.
Bir sırrı fısıldıyormuşçasına: "Sevgi olmadan hiçbir şey olmaz." dedi. O güne kadar birçok yerde okuyup işittiğim alelâde sözlere benzer bir sözdü bu. Ama nedense kelimeleri olağan karşılayamıyordum. Cümleyi kurarkenki tavrı: ilim, sezgi ve tecrübeyle yüklü ağır bir ifadeyle karşı karşıya olduğumu hissettirmişti. Yine de bu durum, merâmı hakkıyla anlamayı, murâda vâkıf olmayı sağlamıyordu. Çünkü neydi sevgi, olmak, ya olmamak?
Şairin: "Cevher-i nûr-ı mahabbettir esâsı âlemin" dediği, muhabbet nurunun cevherinin, âlemin esâsı olduğuna dair bir işaret mi vardı burada?
O günden sonra irtibatımı hiç kesmedim kendisiyle. Sık sık evine ziyarete gittim. Cumartesileri ikindi vakti, Kadir Güneş ağabey'in kahvehânesinde buluşurduk. Bir poşet dolusu limonu masaya, yanı başına bırakmış, gazete okurken bulurdum onu. Çayları ben söylerdim, zarif çakısıyla limonları o keserdi. Bu çakının arkasındaki halkaya bir kablo bağlıydı. Ucu kemer bağına dolanan ilginç bir kablo... Çayların üstünde yüzen küçük limon parçacıklarının damağımızda bıraktığı kekremsi tatla birkaç saat geçerdi. Sonra akşam ezanına yakın bir araba bulup evine götürmeme müsaade ederdi.
III.
Ne mânidar bir lakap!
Kasaba halkı, "maden" kelimesini, kendine has telaffuzuyla "madan"a dönüştürerek Mehmed Amca'nın işine münasip bir alâmetle anılmasına karar vermiş. Muhitte, Madan Mehmed Usta olarak tanınmıştı.
Çocukluğumda, kapımızın önünden akşamları bir at arabasının geçtiğine şahit olurdum. Beyaz tek bir atın çektiği, tekerlekleri demirden bu arabada; yüzlerinde sükûnun ve huzurun rengini gördüğüm, bir dünyadan başka bir dünyaya geçen masal kahramanları zannettiğim birbirine o kadar benzeyen Madan Mehmed ve muhterem eşi olurdu.
Odasında oturduğumuz bir vakit, Mushaf’ı açıp yanına çağırdı beni. Bir ayeti göstereceğini sanmıştım. Oysa sayfanın kenarına iliştirdiği el yazısını ve tarihi işaret ediyordu. Sevgili eşimin vefat tarihidir diyerek düşülen o günün notu, yaşlı gözlerinde silinmemecesine duruyordu.
Emsallerinde pek az rastlanır bir meraka sahipti. Başucu kitapları vardı mesela. Gerçekten başının ucunda, yatağının yanında duran kitaplardı. Elmalılı'nın Kur'an Dili, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'nin Marifetnâmesi, Mushaf’ı. Sabah akşam bu kitapları hatmediyordu. Okumasam yaşayamam, diyordu. Bir de son zamanlar atlaslara merak salmış, kıtalar haritası karıştırıyordu. Güney Amerika'da ve Afrika'da bir yerlere takılmış kafası. Garip bir tecessüs...
Camide düştüğü günden sonra evinden çıkamayıp, oğlunun ve merhametli gelininin şefkatli himayesine teslim olmuştu. Odasındaki teknik âletleriyle meşguliyeti belli ki evdekileri tedirgin ediyordu. Demiri ısıtacak bir ocağı yoktu, fakat piknik tüpünün ateşinde, ev halkını da korkutarak kendine mahsus işleriyle uğraşmaktan vazgeçeceğe de benzemiyordu.
Kuvvetli kolları, geniş omuzları, zekâ saçan gözleriyle aklın ve tecrübenin hülasası olduğunu ispatlar bir edası vardı. O, demirin sertliğine meydan okuyan kalın bilekler, çekici kavrayan geniş avuçlar, nal büken iri parmaklar değildi sadece; ateşi canlandıran körük gibi rûha da o denli tesir edebilecek, gönlü yumuşatabilecek itinalı kelamıyla sakin sakin konuşan, mahabbeti inceltebildiği kadar inceltebilen: "Alâkanızdan dolayı teşekkür ederim." diyen bu toprakların bir ecdadı idi.
O, eslâfın: latîfe latif gerek dediği; nüktelerin, şakaların kırıcılıktan uzak olması telkinini hâliyle hatırlatan, hasbihâlinde kararı, ölçüyü şiar edinmiş Madan Mehmed Amca'ydı. Düşüne düşüne konuşurdu. Tanımayanlar bu durumda sözünün karşı taraf için anlaşılmadığı zannına kapılabilirdi. Oysa az sonra cevabınızı net olarak alabilirdiniz. Soğukkanlıydı. Îmâlâthânesindeki güçlü bir patlama sonrası yanına gelenlere: "Bir şey yok, teknik bir hata oldu" diyerek tebessüm etmesi halkın hafızasından silinmeyen bir sahneydi.
Son görüşmemizde, sesimi duyurmakta epey zorlanmıştım. Kâğıt kalem istedi oğlundan. Daha çok yazarak anlaştık. Kahve içtik. Gece yağmur yağıyordu kasabaya. Salyangoz mevsimidir diyerek tavada salyangoz yemeği tarifini güldüre güldüre anlatmıştı.
"Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal" diyen şairin mısrasını ne zaman işitsem, sadece Hazret'i Dâvûd'un demirciliğiyle değil, Yusuf Bey'deki müezzinliğiyle de ruhları okşamış Madan Mehmed Usta aklıma gelir.
Mevlâm rahmet eylesin…
#