Câmide Kaybolan Çocuk
Salât-ı vitre niyet için cemaat ayağa kalkmıştı. Ramazanda böyle oluyordu. Sâir zamanlarda vitri, son sünnetin peşinden kendimiz kılarken; bu ayda, iki rekatlık son sünneti edâ edip ardından yirmi rekatlık terâvihi kılıyorduk. Vitr-i vâcib de imamla kılınan, câmideki en son namazımız oluyordu.
Duayı etmiştik. Cemaat hep bir ağızdan, allahümme salli alâ muhammed deyip ayağa kalkarken; müezzin, salât-ı vitre niyet ihtarıyla hangi namazı kılacağımızı hatırlatıyordu ki arka saftan, titrek bir ses yükseldi:
-Torun yook!
Hep birden döndük arkaya.
-Torun yok, torun yok, dedi son safın duvar kenarında bulunan; kambur kısa boylu, kır sakallı ihtiyar amca.
Cemaatte bir homurdanmadır başladı. Aklını yitirmişçesine bir hâli vardı adamın. Sağa sola bakınıyor, torun yok, torun yok diye tekrar edip duruyordu. Buna mukabil, durumu anlamaya çalışan şaşkın cemaat birbirine dönerek: "ne olmuş, ne olmuş?" diye soruşuyordu.
Kargaşaya mahal vermemek için safları yara yara arka safa yaklaştı imam:
-Hayırdır Ethem amca, neyin var?
-Görmüyor musunuz, torun yok... kayboldu, dedi.
Mahallemizin bir senedir restorasyon gören câmi, ramazan ayında açılmıştı. Büyük depremde hasar almış bu caminin artık köklü bir tadilata alınması zaruri idi. Caminin içi dışı hep elden geçirilmiş, kiremitlerinden ses sistemine dek her şey yenilenmişti.
Eski döşemeler sökülerek taban, ahşapla kaplanmış, pencerelerin doğramaları çürüdüğünden yeni doğramalar takılmıştı. Kapılar ciladan ayna gibi parlıyor, tavan verniklenmiş lambrilerle ışıl ışıl yanıyordu. Badanası, tezyinatı, avizesi, hattıyla câmi, bakanların içine bir ferahlık veriyordu.
Yeni kürsü yapılmış, müminlerin ayaklarına yekpâre kırmızı bir halı serilmişti. 48.000 btu/h kapasiteli salon tipi bir klimanın gelişi de terâvihleri, üç safa kadar çıkarmıştı. Yoksa otuz derecede, her akşam bu sayıyı yakalamamız muhal idi.
Cemaatin ortak aklı, çocuğun, kimseye fark ettirmeden dışarı çıkmış olabileceği kanaatine vardığından; yaşlılar, câminin giriş kısmına bakmaları için mahallenin gençlerine işaret buyurdular. Büyük ağaç kapıya doğru atıldı birkaç genç. Gerçi bu büyük ağır kapının, küçük bir çocuk tarafından nasıl açılmış olabileceği bir soru işareti oluşturuyordu. İhtiyarların dahi bir yardım eli uzanmadan çekmeye tâkat getiremedikleri, çift kanatlı, cüsseli birkaç asırlık kapının pirinç halkasından tutmak için çok küçük bir çocuk olmamak icap ediyordu.
Avlunun ötesine berisine, ayakkabılığın arkasına, kadınlar mahfeline çıkan merdivenin altına bakan gençler:
- Yok hocam, baktık, dediler.
İmam, cemaatin orta yaşlılarına sokularak, Ethem amcanın işitemeyeceği taraftan:
-Amcanın yanında bir çocuk var mıydı ki, dedi.
Belli ki, Ethem amcanın sıhhatinden tereddütlüydü.
-Vardı hocam. Dört yaşlarında sarı bir çocuk. Torunu olur emminin.
-Terâvihin on ikinci rekatı bittiğinde görmüştüm, dedi öbürü.
-Ben on altı bittiğinde gördüm. Oradaydı, dedi beriki.
İmam, kavuğunu oynatıp parmaklarını alnına götürerek Ethem amcaya bir nazar etti. Zavallı adam, avluda yana yakıla torununu arıyordu. İmam, perdenin ardındaki kadınlara seslenmek için başını kaldırmıştı ki birden durdu, çocuğun ismini sordu cemaate.
Herkes birbirinin yüzüne bakıyordu. Gençlerden biri, Kağan, dedi. Hoca tekrar kadınlara dönerek:
-Kadın cemaatimizin arasında Kağan isminde bir çocuk var mı? Varsa çocuğu aşağı gönderin, dedesi arıyor, dedi.
Zaten baştan beri, kadınlar mahfelinde de olan biteni anlamaya dair bir uğultu yükseliyordu. Ancak birbirimizi görmediğimizden, biz onların meseleyi ne kadar anladıklarını bilemiyorduk.
Perdede bir dalgalanma oldu. Sıyrılan beyazlığın altından yaşlı bir kadının başı, aşağı doğru sarktı:
-Kağan, anasının yanında değil. Anası burada, ama o da bilmiyor çocuğunun nerede olduğunu.
Dede, elinde salladığı bir çift küçük papucu göstererek avludan içeri bağırıyordu.
-Ayakkapları buradaysa, bu çocuk nerede?
Gençler ve cemaatin bir kısmı sokağa çıkmış, mahallenin çocukları da seferber olmuş, küçük Kağan'ı arıyorlardı. Kadınlar camiden çıkıp mahalleye dağıldılar.
Kayıp çocuğun annesi de caminin arka sokağındaki evlerine bakmak için gitmişti. İmamsa, minareye tırmanıyordu:
-Minarenin kapısı kilitli değil, belki yukarı çıkmıştır çocuk. Basamaklarda uyuyup kalmasın, dedi genç müezzin.
Birkaç dakika sonra elleri boş bir şekilde inince minareden imam:
-Hocam, çocuk kayboldu diye hoparlörden ilan mı versek? Bulan camiye getirir dedi, yine müezzin.
-Hele gelsin şunun annesi, ne havadisle gelecek; eğer evden çıkmazsa, mikrofonla bağırırız. Ortalığı velveleye vermeyelim hemen, dedi Hoca.
Az sonra elleri boş, gözleri yaşlı kadıncağız görününce:
-Dikkat dikkat! Mahallemizde, Kağan isminde dört yaşlarında bir çocuk kaybolmuştur. Bulanların camimize getirmesi ricâ olunur. Tekrarlıyorum...
Zaman, hızla akıyordu. Anlaşılır şey değildi bu. Mahallede herhangi bir kötülüğün olabileceğini kimse aklına getirmezdi. Bu sebepten polis, burada en son düşünülecek merciî idi..
Karakol, yürüme on beş dakika uzaktaydı. Ahali, bisikletli birini, durumu polise bildirmesi için gönderdi. Cemaatin en yaşlıları dış kapının önündeki sundurmanın altında oturmuş, eksik kalan tesbihatlarını tamamlıyorlardı, tabii arada vakayı da çeşitli yönlerden değerlendirmek gerekiyordu:
-Geç kalındı, baştan haber verilseydi ya karakola.
-Ne bileceksin böyle olacağını, görülmüş şey midir?
-Çocuk kaçırıyorlar hergün, gazete de mi okumazsınız siz?
- Oldu bir kere, hayra açın ağzınızı da dua edin; Allah muhafaza eder, çocuktur ya!
-Virtri de kılamadık...
-Onu da evinde kıl! Lâ havle...
-Yâhu Ethem ağa nerede, o da kaybolmasın...
-İçeriden çıkmadı ki hiç...
İhtiyar amca, hummaya tutulmuşcasına caminin içerisinde torununu araştırmaya devam ediyordu. Perdeleri sıyırıyor, gömme dolapları açıp açıp kapıyor, imamın odasındaki masanın altına eğilmiş rahleleri altüst ediyor, hem arıyor hem de söyleniyordu. Kızı Ayşe hanımın, ağlayarak:
-Baba, görüyorsun, yok camide, dışarı çıkmış olmalı, haber verdik, şimdi polis de gelecek, bulurlar inşallah demesi, Ethem amcanın vaziyetinden bir şeyi değiştirmiyordu.
-Şuracıkta benimle beraber namaz kılıyordu. Bir anda yok oluverdi! Ya ben aklımı yitirmedim ki o kadar! Deli etmeyin beni! Sübhanallah...
Küçük burun deliklerini oynatarak derin derin nefes alıyordu dede. Cami buz gibi soğuktu. Telaştan klimayı kapamayı da unutmuştu imam. Dede, klimaya doğru birkaç adım atarak:
-Evlâdım burada işte. Bu aldı onu, dedi.
Camide herkes birbirine baktı. O sıra, imam da içerde olduğundan, zaten sıhhatinden şüphe ettiği amcanın büsbütün kötüleştiğine kanaat getiriyordu artık. Koluna girerek:
-O nasıl söz Ethem amca, klima bu, canlı varlık mı ki Kağan'ı çekip alsın... bildiğin makina!.. Unutmuşuz durdurmayı... Kapatayım, diyerek cebinden çıkardığı kumandanın kırmızı tuşuna basıp cihazı susturdu.
Neredeyse iki metreye yakın, kocaman bir klimaydı.
-Yok yok, dedi, eğilmiş omuzlarının arasından çıkarıp başını. Yanımızda sadece bu meret vardı. Ondan başkası olamaz. Torun, mutlaka makinanın içinde. Sökün bunu, yoksa kırarım dedi.
Çıldırdığından şüphe edilmez bir hâl idi. Belki çocuğu az sonra bulup getirecekti polisler; ancak amca eski sıhhatine kavuşabilecek miydi? Eliyle klimanın plastik kapağına sertçe vurdu:
-Açın şunu, yoksa kıracağım.
-Amcacığım, sen eve git istirahat et, polisler bulmuşlardır Kağan'ı. Şimdi getirirler. Hem bak, bunun kapağı vidalı. Senin torun nasıl girsin, içine sığmaz ki dedi İmam.
-Benim torun girmez zaten... Ama üflerken üflerken, ben görmeden içine çekiverdi, kaptı çocuğu. Ya sökersiniz şu aleti ya da kırarım alimallah.
Klimaya âdeta yapışmış, sağına soluna vuruyor, kimsenin sözünü dinlemiyordu. Ethem amca'yı klimanın yanından ayırmak, ancak polisin zoruyla olabilirdi.
Gözlüklerinin üstünden bakan muzip bir ihtiyar:
-Klima çaptı Etem ağayı, dedi.
Durumu değiştirmenin mümkün olamayacağını fark eden imam, Ali Usta'ya seslendi:
-Şu kapağı sökebilir miyiz usta?
-Varsa yıldız tornavidan getir hocam, dedi Ali Usta.
Genç müezzin, imamın odasından tornavidayı getirip Ali Usta'ya uzattı. İki dakika sonra klimadan sarı saçlı, uyku mahmuru mavi gözleriyle, küçük Kağan çıkıverdi.
Ethem amca, sırtındaki ince yazlık yeşil yeleğini torununa sarıp:
-Üşümüş yavrucak. Kolları da buz olmuş baksana. Al, eve götür de uyusun diyerek annesine uzattı Kağan'ı.
#