Tevhidin Muhtevası Ve Farklı Tevhid Söylemleri
Tevhit, Allah’ın birliği bildirisi, risalet de tevhidin dilidir. Tevhit, Allah’ı bir ve tek olarak kabul etmekle başlayıp Onun büyüklüğü karşısında tam bir teslimiyet ve bu yönde gönüllü bir irade beyanıyla devam ettiğinden tevhit inancı, imanla beraber bu imanın eylem ve ahlakla(Salih amelle) desteklenmesini de ihtiva ve ifade eder. Kur’an’ın oluşum sürecinde İslam’ın, “iman ve Salih amel”le birlikte birbirine bağlı bir bütün olarak zikredilmesi de bu tespiti destekler. Nitekim erken dönemlerde iman, canlı ve dinamik bir süreç olduğu için insanları sürekli amele sevk ediyor, insanlar da bu imanla İslam’a girince gerçek anlamda mümin ve Müslüman oluyorlardı. Demek ki kelime-i tevhit ve şahadet, hiçbir bedel ödemeyi gerektirmeyen bedava ve kuru bir söz değil, aksine fikir ve düşünceyi, amel ve ahlakı da içeren yüksek bir değerdir. İnsan, nazari tevhitten ameli tevhide ulaştığı zaman bu inancın bedelini ödemeye hazır hale gelir. Allah da kendisine layık kul olma liyakatini taşıyanları sever ve başkalarına sevdirir. (Meryem 19/96)
Tevhit, bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri vahiy kaynaklı hak dinin özü, temel tezi ve ortak ilkesi olduğu gibi, inançla ilgili İslam mezheplerinin görüş ve söylemlerinde de en başta zikredilen ortak bir ilkedir. Mesela, Ehlisünnet mezhebi, imanın altı şartı olarak belirlediği “Amentü”nün ilk ilkesi olarak tevhidi öngörür. Mutezile, iman edilmesi gereken beş temel esasın (Tevhid, adl, vad ve vaîd, el menzile beyne’l menzileteyn, emri bil ma’ruf nehyi anil münker) başına tevhidi yerleştirir. Şia da dinin esasları olarak kabul ettiği beş esastan (Tevhit, nübüvvet, imamet, mead ve adalet) ilkinin tevhit olduğunu söyler. Görüldüğü gibi dinin diğer esaslarının öncelik sırası farklılık arz etse de tevhidin “ilk ve en temel ilke” olduğu konusunda tam bir ittifak vardır.
Farklı Tevhit Söylemleri
Tevhidin, hak dinin ilk ve temel ilkesi olduğu konusunda Müslümanlar arasında tam bir ittifak bulunmasına rağmen, maalesef İslam tarihinde hakkında ihtilaf çıkan ilk konulardan biri “iman” olmuştur. Zira kimi ekollere (mesela haricilere) göre iman, bedensel amellerin bir parçasıdır. Yani amel, imandan bir cüzdür. Bu yüzden büyük günah işleyenler tekfir edilmelidir. Kimi ekollere (Mürcie ve Ebu Hanife’ye) göre de iman sadece inanılacak şeyleri bilip tasdik etmekten ibarettir. Amel, imandan bir cüz değildir. Bu durumda iman, Hz. Muhammed’in vahiyle bildirdiği kesin hakikatleri tasdik etmekten ibarettir. Bu söylem, tarihi süreç içersinde “amentü”ye indirgenmiş; kelime-i tevhit ve şahadetle de formüle edilmiştir.
Ebu Hanife’nin ve Mürcie’nin, Haricilere bir tepki olarak “iman” ile “amel”in hem dil bakımından hem de mahiyet olarak birbirinden ayrı şeyler olduğunu söylemeleri, elbette doğru ve isabetliydi. O günkü şartlarda böyle bir söylemde bulunmak da gerekliydi. Fakat yanlış olan imanı kesin tasdike (inanca) indirgeyip amel-iman arasındaki bağlantının önemini yeterince vurgulamamaktır. Zira Mümin ve Müslüman olmak için sadece tasdikin yeterli görülüp amelin daha ziyade “kemal” için gerekli olduğunun söylenmesi, giderek halk yığınlarının amele karşı kayıtsız kalmalarına yol açmış; insanların da tahkiki iman yerine taklidi iman yoluyla mümin olmaları geçerli ve yeterli kabul edilmiştir.
Bu sebeple son dönem İslam düşünürleri, imanı Kur’an’a dayanarak yeniden tanımlama ihtiyacı duymuşlardır. Onlara göre iman, fikri ve ilmi bir çaba ile birlikte bunu aşan iradi ve ahlaki bir kararın ürünüdür. Çünkü Kur’an’da söz konusu edilen iman, hem bilgi ve tasdiki hem de insanın akli, iradi, kalbi ve bütün varlığıyla hissedip gerçekleştirdiği bir fiili/ Salih ameli ifade eder.
İmanda yaşanan ihtilaf ve buna bağlı olarak geliştirilen farklı tevhit söylemleri, zamanla ibadetlerde de çok ciddi bir anlam kaymasına yol açmıştır. Bunlardan biri, ibadetin sadece “Namaz, Oruç, Hac ve Zekât” gibi belirli bir şekle, vakte ve miktara bağlı olup “ibâdât-ı mersûme” denilen ritüellere indirgenmesi, ibadetlerin bunlardan ibaret sanılması; ikincisi, alışkanlık ve adet haline dönüştürülmesi; üçüncüsü de ibadetlerin büyük ölçüde ruhunu, hikmetini ve ahlaki içeriğini yitirmesidir. Dinin bütünlüğü içersinde Namaz ve oruç gibi ibadetlerin elbette önemli bir yeri vardır. Fakat ülkemizde oldukça kabarık bir kitle dini namaza, oruca, hacca, camiye ve cenazeye indirgemiş durumdadır. Bunun için dinin özünü oluşturan ferdi, sosyal ve siyasal ahlak oldukça zayıflamış; “Paranın dini olmaz”, “ticarete ve siyasette ahlak aranmaz.”, “aldatmak zekâ hakkı olduğu için günah sayılmaz” gibi tevhitle asla bağdaşmayan söylemler, adeta slogan haline gelmiştir. Oysa Kur’an, tevhit ilkesine bağlı, adalet ve ahlakın egemen olduğu bir toplum oluşturmayı hedeflemiştir. Ne var ki İslam dünyasının hemen her yerinde görülen “adalet boşluğu ve ahlaki zaaf” giderilmeden bu hedefin gerçekleşmesi mümkün değildir. Peki, bu adalet boşluğu ve ahlaki zaaflar nasıl giderilebilir? Bize göre bu soruya en doğru ve doyurucu cevap, genellikle bütün peygamberlerin, özellikle de Hz. Peygamber’in tevhidi söylemindeki ayırt edici özellikler tespit edilerek verilebilir.
#