Müslümanların Birlik Olma Zorunluluğu
Müslümanlar hangi ırktan ve dilden olurlarsa olsunlar, birbirlerinin kardeşi ve dostudurlar. Birbirleriyle dayanışma içinde bulunup bir birlik/ümmet oluşturmak zorundadırlar. Yine onlar, her türlü aşırılıklardan uzak durup örnek bir toplum olmakla da yükümlüdürler. Ayrıca kendi aralarında böyle olması gereken Müslümanlar, gayri Müslimlerle mutlaka “düşmanlık ve savaş” durumunda olmak zorunda değillerdir. Kendi kimliklerini koruyarak onlarla her türlü ilişkiye girip barış içinde yaşayabilirler.
Ne var ki İslam toplumunun son siyasi birliği olan Osmanlı imparatorluğu, başka etkenlerle birlikte özellikle milliyetçilik akımının yükselmesiyle birlikte parçalanmış; 19. ve 20. yüzyıl, “ulus devletler” çağı olmuş, siyasi yapı oluşturmanın kriteri din olmaktan çıkmış, bunun yerini “dil, ırk ve toprak/vatan” almıştır. Bunun sonucunda İslam dini, Müslüman milletleri bir arda tutan mıknatıs olmaktan çıkmıştır.
Nitekim Osmanlı devleti, Hristiyan gayrimüslim devletlerle (İngiltere, Rusya, Macaristan vb.) savaşırken bazı Araplar Osmanlıdan kopmak için İngilizlerle işbirliği ve dostluklar kurmuşlardır. Gel gör ki Araplar, Osmanlıdan ayrıldıktan sonra kendi aralarında da bir birlik oluşturamamışlar; aksine her bir Arap devleti, kendine bir gayrimüslim devleti dost edinmiştir. İmparatorluğun ardından ancak Anadolu’yu elde tutabilen Türkler de cumhuriyeti kurduktan sonra ilişkilerini tarihlerinden ve Müslüman çevrelerden keserek gayrimüslim çağdaş Batı uygarlığına yönelmişlerdir. Oysa Batıcılık bir aydın ütopyasıydı. Batıcıların yeni dediği de Avrupa’nın eskisiydi.
Her ne ise artık tespihin ipi kopmuş, her bir tane bir yere dağılmıştı. Hristiyanların ilk işi, İslam dünyasının ve Arapların bağrına bir Yahudi devleti dikmek oldu. Ardından da Arap dünyasının altında keşfettiği petrolü sömürmek için bu dünyayı abluka altına aldı. İkinci dünya savaşından sonra Avrupalılar, ulusçuluğun faşizme dönüşmesinin faturasını çok pahalı biçimde ödeyerek bundan ders çıkardılar. Dıştan seküler gözükse de özünde “ümmet” bilinciyle aynı mantığa sahip olan “Avrupa Birliği”ni kurdular. Türkiye de şimdi bu birliğe girmek istiyor. Ama hiç kimse bu birliğin “dini ve kültürel çimentosunu” gündeme getirmiyor.
Müslümanlar, gayrimüslimlerle adalet ve hakkaniyete dayalı iktisadi ve askeri antlaşmalar yapabilirler. Nitekim Hz. Peygamber, Medine’ye hicret edince oranın yerlileri olan Yahudi ve diğer din mensuplarıyla güvenlik amaçlı askeri bir antlaşma yapmıştır. Ancak Müslümanlar gayrimüslimlerle “dostluk antlaşması” yapamazlar. (bkz. Mâide5/51 ) Çünkü dostluk ancak ortak kimlik, tarih ve kader birliği olan toplumlar arasında gerçekleşebilir. Bu yüzden Avrupa ve Amerika kendi tarih ve kültürleri açısından birer dostluk örneğidir.
Sonuç olarak Müslümanlar İslam’ın birlik (tevhit ve vahdet) ilkesini terk ederek hem izzetlerini hem de servetlerini yitirdiler. Üstünlüğü İslam’a uymada değil, gayrimüslimlere tabi olmada aradılar. Oysa birlik oluşturmanın ideal formu bellidir. Aynı dine inananlar ırk, renk ve dil ayırımı yapmaksızın birer kardeş olarak İslam toplumunu oluştururlar. Müslümanlarla aynı ülkede yaşayan gayrimüslimlerse İslam devletinin güvencesi altındadır. Canları, malları, dilleri, dinleri ve namusları dokunulmazdır. Bugün de aynı ülkede bulunup dinleri ve dilleri farklı olan insanları birlik ve uyum içinde yaşatabilecek en uygun idari ve siyasi sistemle metafizik atmosfer bu olmalıdır.