İnsanın Macerası: Yaşnâmeler
Hem murada hem de maksuda eresin
Celal Güzelses
I.
Çocukken radyodan dinlediğim Celal Güzelses yorumu bir “yaşnâme”nin beni epeyi hüzünlendirdiğini hatırlıyorum. Yaşnâmelerin, üzerimdeki tesirinin aynı şekilde ve hatta artarak devam etmesine bakıyorum da bu durum, insanın doğrudan kendisini, varoluşunu ilgilendiren bir eser ile karşı karşıya olmasından kaynaklanan derûnî bir hâlin tezahürü imiş gibi görünüyor.
Zaman, üzerinde rahatça konuşabileceğimiz bir kavram değilken; insan hayatının tasnifinde kullandığımız “yaş” mefhumu, çözümü güç bir düğüm olan “zaman”ı, bize yaşanmışlığın üzerinden konuşma imkânı sunmaktadır.
Zamanın soyutluğunun üzerine, insan hayatının rengi çalındığında, görünmez zamanın görünür kılınması mümkün olmaktadır. Yaşnâmeler, geleneğimizde âdeta ebemkuşağı rengindeki insan hayatının her bir safhasının neşîdesini terennüm eden renk demetleridir. Yağmurun dinmesi, ebemkuşağının envâî renklerini gökten nasıl silerse; insan ömrünün son bulması da ömür renklerinin bir anda solmasına sebep olmaktadır. Öyleyse renkler bir yanılsama mıdır?
Hakk’ın kandilinde gizli sır idim
Anamın beline indirdin beni
Ak mürekkeb idim kızıl kan ettin
Türlü irenklere yandırdın beni
Hayat süremiz ömür ise; ömrün tükenmişliğine de hüzün/hazan diyebiliriz. İnsanın terekesinde kalan acı tatlı ne varsa ömrün son deminde, âşıklar tarafından bir bir zikredilerek ayrılığın buruk sesine karışıyor; bu harmoniden ortaya çıkansa âşıklarımızın ömürnâmeleri oluyor.
II.
Yaşnâme, yaş destanı, vücudnâme de denilen bu tür; ata sülbünün, ana rahmine düşmesinden itibaren; hatta insan denilen bu varlığı, bi’l-cümle ruhların dîvâna gelip “beli” demesine kadar ötelere bağlayan (mebde) ve insan ömrünü evre evre mevzu edinip bu dünyadan göçüne kadar (mead) anlatan daha ziyade âşıklar tarafından ortaya konularak koşma tarzında söylenmiş manzum eserlerdir.
Dörtlük sayısına baktığımızda (dörtlük sayısı 5 ilâ 88 arasında değişmektedir) , yaşnâmelerin rahatlıkla Âşık edebiyatındaki destan nazım türüne benzediğini görebilmekteyiz. Yaşnâmelerin “yaş destanı” olarak isimlendirilmeleri ise hikâye gibi uzun konuları anlatması açısından düşünüldüğünde pek uygun düştüğü söylenebilir. Dörtlüklerin yanında beyit, bent ve serbest şekilde söylenmiş yaşnâmeler de mevcuttur. Biz bu çalışmamızda onu daha çok şekil cihetinden değil, muhtevayı gözeterek inceleyeceğiz.
III.
Âşıklar, âşıklık makamının gereği, insanı tek bir dönemin (gençlik) insanı olarak görmeyip onu, hayatın bütün basamaklarına, kademe kademe taşıyarak ele almakta; buradan insanı bir nefis muhasebesine tâbi tutmaktadırlar.
İlahî Kelâm’ı tefekkür edenler, insanın asr’a, zaman’a karşı duramamasından dolayı hüsrana uğradığını beyan ederlerken (Asr sûresi)onun dünyadaki serüvenini, sermayesi buz olan pazarcı bir adamın yaz günü pazardaki durumuna müşabih kılmışlardır. Âşıklar da “yakın olanın” (dünyanın) geçiciliğini “yaşnâme”lerinde bütüncül olarak ortaya koyarak insanın adımlarını takip etmişlerdir.
Mesele, insanın varlık (vücud) meselesidir. Bundan dolayıdır ki edebî bir an’ane olarak yaşayan yaşnâmelerimize “vücudnâme” isminin verilmesi bir tesadüf olamaz. Yaşnâmeler üzerinden, bir milletin hayat tasavvuru pek âlâ görüleceği gibi o miletin tarihî tecrübesi de okunabilir. Çünkü yaşnâmelerde, hayatın mâhiyetine dair söylenmesi gerekenler, bir insan ömrünün safhalarında aşama aşama müşahede edilerek müşahhas kılınmıştır. Yaşnâmeler, insan ömrünün cüz’üne, millet küll’ünü sıkıştırmış eserlerdir.
Yaşnâmelerde hayatın, bir vahdetle sunulmuş olması, cemiyetin vahdet görüşünden kaynaklanmaktadır. Bu, aynı zamanda milletin müşterek bakış açısı olan ahlâktır. Mimarimiz, şehirlerimiz, iktisadımız, mûsikîmiz ailemiz, yeme içmemiz, toprağımız hülasa bize ait ne varsa bunların bir bütün olarak doğru anlamlandırabilmesi için bu nevi eserler sadece şekil yönüyle değerlendirilmeyi değil, Türk düşünce ve ahlak yapısının anlaşılabilmesi bakımından da nazarıîtibara alınmayı beklemektedir.
IV.
Ahmed Yesevî, Yusuf Has Hâcib ve Yunus Emre’de ilk misallerini görmekle beraber, Bedr-i Dilşad, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Âşık Ömer, Mahtum Kulu, Âşık İrfan, Âşık Kurbânî, Âşık Tâlibî, Ruhsatî ve Âşık Şenlik isimleri ilk anda hatırlayabileceğimiz yaşnâme sahipleridir. Bunlardan Karacaoğlan ve Mahtum Kulu’nun dörder yaşnâmeleri bulunmaktadır. En uzun metin ise Ahmet Yesevî’nin, seksen sekiz dörtlük ihtiva eden altı hikmet’idir.
Bu şahsiyetlerden ilk üçü, Türkçe’nin varlığıyla Türklerin varlığının ancak neyin varolduğunun bilinmesiyle kâim olabileceğinin kaygısını yoğun olarak vaz’ eden şahsiyetler olması hasebiyle; ilk yaşnâme örneklerimizin onlardan sâdır olması bizi bu noktada hiç de şaşırtmamaktadır. Her birinin yaşnâmesinde böyle bir varlık sancısı duyulmaktadır.
Âdemin ömrünün her merhalesine, hakikat nazarı ile yaklaşan bu üç büyük şahsiyet; hikmeti, değişenin içinde olan değişmeyende aramakla; kuvvet ve zayıflık, mutluluk ve mutsuzluk, zenginlik ve fakirlik gibi farklılıkların, dünyada mutlak bir gerçekliğinin olmadığına işaret etmişlerdir. Şimdi bu üç büyüğün yaşnâmelerindeki son kısımlardan birer misal ile doğrudan şiire eğilelim.
İnsan hayatının, tek bir dönemden müteşekkil olmadığı gerçeğini hatırlatan Yusuf Hâs Hacib, yaşnâmesinde:
Yiğitlik negü yıgdı erse manga
Karılık kelip aldı kelgey sanga
(Gençlik benim için ne topladı ise, ihtiyarlık gelip onları aldı; o, sana da gelecektir.) derken gençlik çağında yığılanın ne olduğuna dikkatimizi çekerek her kemâlin bir zevâle inkılap edeceği gerçeğini hatırlatmaktadır. Yunus Emre ise yaşnâmesinde buna şöyle umut dolu bir mukabelede bulunmakta:
Yûnus anlayu var hâlün şuna ugrayısar yolun
Bunda elün ireriken hayr işlere düşdi gönül
İnsanın, kemalden zevale, çıkıştan inişe uğrayacağı çeşitli menziller hayatta mevcut olmakla beraber; Yunus Emre, yapılması gerekenin, önce hâl’i anlamak, sonra da elimiz erdiğince yani henüz yaş’ar iken Hak katında iyi ve makbul işlere yani hayr işlere düşmek olduğu söyler.
Yunus Emre, kaderin tahakkuku karşısında, insanın anlamsızlığa düşebileceğini bildiğinden, ona çıkış yolu olarak “hayır”ı gösteriyor. Burada insan, hayırdan ibaret olan gâyesini (hayır ahlâkı) hatırlayıp hayrı yeryüzünde tahakkuk ettirecek vasıtalar peşinde koşmakla halifelik vazifesini îfa etmiş olacak.
Burası çok önemli bir noktadır. Yunus Emre, yaşnâmesi boyunca insanın bu dünyadaki sergüzeştinden bahsederken insanın kendi durumunu (varlık) anlamlı kılacak hiçbir şeyden bahsetmemektedir. Ta ki son bölüme ulaştığımızda bizi anlamlı kılacak nazarî (teorik) değil, amelî (pratik) iki kavrama işaret ediyor: amel ve hayır.
Ahmet Yesevî, yaşnâmesinin son dörtlüğünde kendi mâcerasından bahisle varlığının gâyesine ulaşma yol’unda nefsi yenerek, cânânı da bularak öyle bir makama ulaştığını söylüyor.
Kul Hac’Ahmed nefsi teptim nefsi teptim
Ondan sonra cânânımı izlep taptım (buldum)
Ölmeden önce can verme derdin tarttım
Bir ü Varım dîdârını görürüm mü
Hoca Ahmed Yesevî’nin:
Eya dostlar kulak salın ayduğuma
Ne sebepten altmış üçde girdim yere
diye başlayan ve 88 dörtlükten oluşan hikmet’inde, Kâlu belâ’dan başlayıp 63 yaşına kadar olan hayatı, yıl yıl zikredilmektedir. Ahmet Yesevî, yaşnâmelerde müspet olarak anlatılan gençlik yaşlarını, mutasavvıflığının teyakkuzundan olsa gerek acımasızca eleştirebilmekte, az önce geçen yaşnâmesinin son dörtlüğünde, yaşnâmelerdeki genel telakkiden farklı olarak yaşlılık döneminde cânânını bulduğunu söyleyerek bir nevi ermiş (kâmil) olduğunun haberini de vermektedir:
Kul Hac’Ahmed yaşın yetti yiğirmibir
Ne kılcaksın günahların dağdan ağır
Kıyâmet gün gazab kılsa Rabb’im Kâdir
Eyâ dostlar nice cevap verem işte
Her yaşın, kişiye mahsus farklı tezahürleri olabileceği gibi o yaşın içerisinde yaşanan müşterek hâllerden de söz edilebilir. Bazı şairler yaşnâmelerinde kendi mâceralarını dile getirirken birtakım şairlerin ise genel bir telakkiden, umûmi bir insan ömründen bahsettiğini görmekteyiz.
Yaşnâmelerde genel olarak kırk yaşı, iyi ve kötüyü ayırt ettiren bir kemâl yaşı olarak anılırken sonrasında ise olumsuzlukları sürükleyen bir inhitat devresi başlamaktadır. Zira Karacaoğlan’da bunu açıkça görebilmekteyiz:
Yigirmide boz bulanık sel idim
Otuzunda çevre yanım göl ettim
Kırk yaşadım hayrım şerrim tanıdım
Türlü sevdalara yeldirdin beni
Ellisinde yönüm yokuşa düştü
Altmışımda hazır bildiğim geçti
Yetmişimde gayrı tebdilim şaştı
Artık yavaş yavaş indirdin beni
İhtiyarlığın, yaşnâmelerde menfî gösterilmiş olmasına bakıp, diğer taraftan da ihtiyarların, İslâm cemiyeti içinde özellikle sözleri dinlenip, fikir danışılan âkil kişiler oldukları gerçeğine ve bu sebepten mûteber bir mevkie yerleştirildiklerini nazarıîtibara aldığımızda, bu durum yaşnâmelerde bir çelişki gibi okunabilir. Oysa yaşnâmeler, nasihatnâme vasfı gösterdiklerinden, ibret gözüyle baktırmayı gâye edinmişlerdir.
İhtiyarlığın, âşık tarafından yaşnâmelerde tasvir edilen bu düşkün durumu, bütün bir insanın acziyetini duyurma endişesinden başka bir şey değilken dolayısıyla bir öncesine dönmenin mümkün olmadığı hayatta, aslında geri planda ömrün her safhasının fenâ bulduğu gerçeğiyle insanı yüz yüze getirme amaçlanmıştır. Önünü ve arkasını tefekkür eden bir hâl’in, rücu edilemez geçmişten de gayb olan gelecekten de daha önemli olduğu sezdirilmiştir.
Yaşnâmelerde insan ömrünün; geçici, tükenen, fâni, yok olan, muvakkat hâsılı menfi yönünün mevzu edilmesi; insanın dizginlenemez dünya iştihasına bir tepki olarak düşünülmelidir. Pir Sultan’ın yaşnâmesinin birinci ve yedinci dörtlüklerine baktığımızda, bize dünyaya gelişin de gidişin de mihnet üzere cereyan ettiği hissettirilir:
Bir çocuk da anasından doğunca
Bedenini pişirmeye tuz ister
Uryan buryan ortalıkta kalınca
Setirini götürmeye bez ister
Altmışında iner bir merdivenden
Yetmişinde binse düşer duvardan
Sekseninde su getirmez pınardan
Doksanında döşeğini düz ister
Bu nazım parçalarının doğru anlaşılması için, aczini bilmeyi en büyük fazilet addeden geleneğimizin ve onu oluşturan kaynaklarının bilinmesi icap etmektedir. Yaşnâmelerin, bu yönüyle patronaj arayan şairlerin şiirleri olmadığı baştan anlaşılmalıdır. Şiirlerini kimseye yaranmak için söylemeyen bu şairler, hakikati insan şuuruna pervasızca çarpmaktadır. Dünyada Firavunlaşmanın, Kârunlaşmanın nedenlerini ve sonuçlarını pekiyi bilen halkın irfânı; tecrübenin, marifetin rehberliğiyle insana haddini, hududunu bildirmekte, onun acziyetini vurgulayarak âdeta onu örseleye örseleye terbiye etmektedir.
Kocalık şu rencdir kim ana ilâc
Ölümdür bilirsin çü gözünü aç
…..
Otuzdan erişince kırka şumâr
Terakki edemez ü tutar karar
Bu kez kırkdan elliye değin tamâm
Biraz eksilir yılda her hâss u âm
Şu güneş gibi kim kemâle düşer
Döner azın azın zevâle düşer
“Bütün lezzetleri kesen, ağzın tadını kaçıran ölümün” bu kadar zikredilip ağır bir şekilde işlendiği başka bir şiir türü var mıdır? Ağıt diyemeyiz; çünkü ağıtlar daha çok bir veya birkaç kişinin ölümü, ayrılığı üzerine söylenen şiirlerdir. Savaşlar, kıtlıklar, vebalar sonrasında söylenen ve milletleri ağlatan ağıtların, destanların olduğundan bahsedebiliriz; ancak yine de hiçbir ağıt, insanlığı külliyen ağlatamaz (tefekkür). Yaşnâmeler ise bu yönüyle dini, dili, coğrafyası ne olursa olsun ve tarihin hangi döneminde yaşamış olursa olsun, insanlığa teşmil konuşabilmektedir. Çünkü insanın yeryüzündeki varlığı meselesi, kadîm ve yatışmaz bir sorun olarak her zaman zihinlerde büyük bir yer işgal etmiştir.
Hakk’ın kandilinde gizli sır idim
Anamın beline indirdin beni
Ak mürekkeb idim kızıl kan ettin
Türlü irenklere yandırdın beni
KARAC’OĞLAN der ki yaktın yandırdın
Ecel şerbetini verdin kandırdın
Emreyledin Azrâil’i gönderdin
Hiç de doğmamışa döndürdün beni
İnsanın dünya ile olan hâlini, ancak bir ağacın gölgesinde bir müddet dinlenip de sonra onu bırakıp giden bir yolcunun hâline benzeten Peygamber’in tavrı ne ise; halkın irfanı da yaşnâmelerde aynı tavrı tecessüm ettirmiştir. Âşıkların köyodalarında, meydanlarda, saz eşliğinde söyledikleri bu yaşnâme parçaları, milletin hayata karşı tutumunun ne olduğunun ilanından başka bir şey değildir.
Karacaoğlan, yukarıdaki mısralarda görüldüğü üzere nereden geldiğini (Hakkın kandilinde gizli sır idim) ve nereye gittiğini (Emreyledin Azrâil’i gönderdin)bilmekte ve bildirmektedir. Ancak şiirde kandil kelimesini kullanarak varlığını, Hakk’ın nuruna bağlamasına rağmen, yaşnâme (ömür) boyunca şiirin başında andığı gizli sırrı çözememiş olmanın huzursuzluğunu da hep hissettirmiştir.
Şiirlerinde hayata belki en renkli, en canlı bir şekilde bağlı olduğunu gördüğümüz Karacaoğlan, yaşnâmesinde tarifsiz kederlere garkolmakta, kadere doğrudan sorular soramasa da şaşkın bir edâ ile O’ndan, bütün bu olanların cevabını beklemektedir. Bunlar Karacaoğlan’ın yalnız başına yaşadıkları değildir. Gurbette (dünya) olan garibin (insan) tercüme-ı hâlini ifade etmektedir.
Dünya, sırf dünya olduğu için zemmedilmez aslında; yaşnâmelerde; mal mülk, makam mevki ile kendine kul edip Hakk’tan gâfil eden bir dünyanın zemmedilmesi vâkidir. Bu sebepten ahiretin tarlası olan dünyanın dışında aranan bütün dünyalar, âşıkların gözünde vefâsız, aldatıcı, sadâkatsiz, hercâî bir sevgiliye benzer.
Kız ve kadınların hayatlarını mevzu edinen yaşnâmeler de vardır ki bir güzelin ömrünün nakış nakış işlendiği bu yaşnâmelerde, ne kadar açsa da bir gün solacak olan gülün hazin akıbeti tasvir edilir. Burada yaşnâmelerin genel tutumundan farklı bir tutumla karşılaşmamaktayız: çocukluk, gençlik ve yaşlılık gibi safhalar bir bir güzelin ömür zincirinde dolanırken nihayetinde âşık, bizi hakikatin tablosuyla karşı karşıya bırakıverir.
Onüçünde ebrû zülfü top olur
Aklı fikri temelinden kopturur
Ondördünde yanağından öptürür
Dili şeker dudakları bal olur
…..
Onsekizinde gördüğünü şaşırmaz
Ondokuzunda döktüğünü devşirmez
Yiğirmide aklın derer taşırmaz
Sahip olur her yanına mal gibi
…..
Doksanında hazır eyle bezini
Doksanbeşte kimse çekmez nazını
Yüz yaşında teslim eder özünü
Ey RUHSATÎ felek yine dul oldu
V.
Yaşnâmeler, insanı hülasa etme şiirleridir. Yunus Emre, yaşnâmesinde “insan” kelimesini zikretmeyip onun yerine tek bir mefhumu tekrarlayarak hülasayı da hülasa etmiştir: gönül.
Gönül; îmanın ve küfrün, muhabbetin ve nefretin, hayır ve şer tüm hislerin menbaı olduğu addedilen kalbin bir yönüdür ki Yunus Emre, yaşnâmesinde insan yerine redif olarak sürekli onu anmaktadır. Bu, Yunus’un insana yaklaşım veçhesini göstermesi bakımından önemli bir farktır. İnsan, bu şiirde, yerlere ve göklere sığmayanın tecellî ettiği makamla, aşkın kaynağı ile anılmaktadır. Tıpkı:
Gönül Çalabın tahtı
Çalap gönüle baktı
mısralarında söylendiği gibi. Çalışmamızdaki son yaşnâme örneklerini Yunus Emre’den seçiyoruz.
……
Ata belinden bir zaman anasına düşdi gönül
Hak’dan bize destur oldu hazîneye düşdi gönül
…..
Yürüridüm anda pinhan Hak buyrugı virmez amân
Vatanumdan ayırdılar bu dünyeye düşdi gönül
….
Günde iki kez çözerler başına akça dizerler
Agzuma emcek virdiler nefs kabzına düşdi gönül
…..
Bu çagıla sakal biter görenün gülregi tutar
Güzeller katında biter sev-sevüye düşdi gönül
……
Kırkbeşinde yaşında sûret döner kara sakala ak iner
Bakup şeybetin göricek yoldurmaga düşdi gönül
……
Ogl eydür bunadı ölmez kız aydur yirinden durmaz
Hiç kendü hâlinden bilmez hâlden hâle düşdi gönül
……
Su getüreler yumaga kefen saralar komaga
Agac ata bindüreler teneşire düşdi gönül
…..
Eger var ise ‘amelün gin olusar sinün senün
Eger yogısa ‘amelün oddan şarab içti gönül
Neticede şunu diyebiliriz ki halkın irfan hazinesi yaşnâmeler; insana, bu dünyada, kendi kendisine yetemeyeceği hakikatini bildirip neye ihtiyacı olduğunu hatırlatan (Hoca Ahmed Yesevî’nin yaşnâmesini merkezimize alarak rahatlıkla söyleyebiliriz) hikmete işaret eden kelâmlardır.
Âşıklar burada, milletin düşünce dünyasından süzdükleri irfânî bakiyeyi öz kılıp şiirle ete kemiğe büründürerek yine millete irca ettiren ârifler olmuşlardır. Medresenin, tekkenin ulaşamadığı bir dağ köyünde, âşığın bir yaşnâmesinin vadide yankılanması dahi halkın hatt-ı hareketini belirlemesinde bir esas, hakikat yolunda bir hizmete dönüşmüştür.
#