Nereye Gidiyoruz?
Bir ticaret kenti Mekke’de nazil olan Kur’an, çağdaş kapitalistlerle hemen hemen aynı dünya görüşüne sahip Mekke burjuvazisini sert bir dille eleştirmiştir. Mekke oligarşisi mal sevgisini, biriktirme ve çoğaltma tutkusunu, sınırsız tüketim ve harcama arzusunu, üstünlük ve popülerlik istencini öncelediği için Kur’an, insanın başıboş ve sorumsuz olmadığını, aksine onun varlığının ve mülkiyetinin Allah’a ait olduğunu, öldükten sonra da O’na hesap vereceğini ısrarla vurgulamıştır.
Meşru yollardan elde etmek şartıyla mal sahibi olmak dinen ve hukuken serbesttir. Zira her insanın mülkiyet hakkı vardır. Ancak “mutlak mülkiyet” anlayışı yani sahip olunan malı sınırsızca ve istediği gibi harcamak, malın mülkün kökenine sahip olduğunu sanmak yanlıştır. Çünkü malın mülkün gerçek ve mutlak sahibi Allah’tır.
Allah, yeryüzündeki nimetleri insanlara “emanet ve rahmet” olarak vermiş; bunun karşılığında da onlardan şükür istemiştir. Bunun için İslam, insanın temel ihtiyaçlarını ve bunları meşru yollarla karşılamayı kabul eder Fakat o, Allah ve ahiret inancı, denenme ve ahlak bilinciyle insanın sınırsız arzularını sınırlandırıp normal hale getirir.
İslam, yukarıdan aşağıya yuvarlanmak değil, rampa çıkmaktır. Eğer imanlı bir gayretle bu yokuşu çıkmayı göze alamazsak çabuk pes eder, her şeyi kitabına uydurmaya çalışırız. İmar hırsızlıklarını “ticaret” sayarız. Akraba ve yandaşları kayırmayı “ davayı güçlendirmek” olarak görürüz. Haksızlıkları ve ahlaksızlıkları, “başkaları yapıyor biz neye yapmayalım; bal tutan parmağını yalar” diyerek meşru görmeye başlarız. Kısacası Kitaba uyacağımız yerde her şeyi kitabına uydururuz.
Günümüzde egemen kültürün “ekonomik-politik” tezahürü olan “liberal-kapitalist pazar tanrıcılığı” insanlara cenneti burada yaşatacağını vaat ediyor. Ancak bu vaat, insanların diğer yarısına cehennem azabı yaşatmadan ve dünyanın dengesini bozmadan gerçekleşmiyor. Küresel ısınma ve iklim değişikliği gibi olaylar da artık dünyanın çivisinin çıktığını gösteriyor.
İslam’ın erken dönemlerinde Hz. Ali, “adalet ve hakkaniyet” davasında ısrar etmesine rağmen Muaviye halkı “güzel yiyelim güzel içelim” vaadiyle yani bugünün deyimiyle “reel – politik” oluşturarak kendi yanına çekmeyi başarmıştı. Bugün de Amerika ve Avrupa, Müslüman dünyanın halkını ve siyasi elitlerini benzer yöntemlerle, mesela “kârı maksimize etmek” gibi söylemlerle kolayca ayartabiliyor. Bu durumda önce bu gerçeği görmek, daha sonra da ona karşı direnip alternatifini ortaya koymak gerekiyor.
Sonuçta Müslümanlık, bu feleğin çarkının dönmesine el verip destek olmak değil, bilakis bu çarka çomak sokup sömürüye ve zulme karşı çıkmaktır. Ama biz bu zulüm ve sömürü arabasına güle oynaya binmişsek onun çarkına nasıl çomak sokabiliriz? Yine arabanın sürücüsüne: “Dur bakalım! Kur’an’dan yüz çevirip nereye gidiyorsun?” (Tekvir 81/26 ) sorusunu soramıyorsak Allah bize ne diye değer versin ki?