İstanbul ve Ben
Gözüme gözüme batırdığı o şımarık selektörüyle öyle posta koymalar falan… kornayı avaz avaz beynimin içine içine basan… kim oluyor İstanbul, bunun anası kim ulan! Kimden peydahlamış bunca soysuzluğu? Sileceklerim yetişemezken yağmuruna, böyle tepemden tepemden esmesi yok mu?
Rezidansların, gökdelenlerin şu ettiğine bakın hele! Semâ delinmiş sanki. Yer, gökyüzüne çıkarken, gökyüzü yere inmiş. Yerin, yeri değişmiş; bulutlar, çamura yatmakta… Yalan gerçek, yaz kış, deniz ve kara… her şey iç içe! Hele bir geçeyim şu köprüyü, hesaplaşırız!
Ben ki kaçtıklarımdan değil, benden kaçışanlardan kaçıp burada almışım soluğu, dikkat et! Yani öylesine gurursuz, öylesine gururlu… Kimim, neyim, kestiremezsin. Nasıl görünüyorsam artık…
Kendimi İstanbul’a atalı, her bir adımım günah… hüznüm, zarâfetini kaybetmiş; yaşadığım kaba bir isyan ki tam bir karmaşa… İstanbul da kim! Söyleyin sokaklarına, güvenilir bir caddenin elinden tutsunlar. İstanbul’un körpe sokakları, çıkmazımda kaybolur sonra.
Fahişelerinin sevgisizce okşanan göğüsleri kadar, duygusuzca kirletilen bir kalbim var benim. İstanbul günahta benimle boy ölçüşemez! Organ mafyası ne ki? Ben ki göğüs kafesimden çalınan yaralı yüreğimi, ellerden geri alıp yine yüreğimle tıkmışım içerime. Hepsi bilsin haddini…
Nasıl görünüyorsam artık… Ben, benden kaçan herkesten kaçıp, öyle gelmişim. Yani öylesine gurursuz, öylesine gururlu… Öylesine korkulası ve fakat öylesine ürkek aslında!
*** *** ***
Ve takvime ne gerek? Anlıyorum sakalımdan, İstanbul’da son günüm. Üç günlük dünyada, üçüncü günüm… İşten güçten sakalımı, kendimi bırakmaya, üzülmeye vaktim yoktu. Bastırılmış onca üzüntüm, şu İstanbul kaçamağımda günaha ve hatta isyana nasıl dönüştü?
Bilmiyorum, belki de düşündüğüm kadar korkulası, kaçılası değildim. Sonuçta ben, girdiğim bunca günahın bedelini, yaşadığım erken pişmanlıkla peşin peşin ödedim.
Korkulası kaçılası değildim.
Bu, kendimi düşürdüğüm gereksiz bir vehim olmalı. Bu yüzden Rabbime söz verdim. Yalan söylemekten, kendimi üzmekten vazgeçecektim. Ah şu hakikat yok mu? Üç günlük ayrılıkta onu nasıl özledim!
Ve kendimi attığımda cami avlusuna, ciğerim tütsü yerine, şimdi tütün soluyordu. Ciğerim soluyordu. Yağmur yağıyordu İstanbul’a…
Herkes kaçışırken, çıkageldi bir serseri. Saçından, sakalından züppelik akan, benden genç ve daha güçlü bu serseri, kaslı ve façalı kollarını sağa sola savurarak:
- Sigaran var mı dedi.
Ne denir şimdi buna? Tehditler savuran bu kaslı, façalı kollarına karşılık; yaralı, çizik çizik yüreğimi açıp ben de gösteriyim mi illâ? Üstelik ben ondan daha sarhoşum! Değilsem de bir hoşum. Ağlamaktan kan kırmızı gözlerimi, kırmızı bir şarap keskinliğiyle gözlerine diktim.. yükseldi sesim:
- Yok ulan! dedim.
Serseri, boynunu büktü ve çekine çekine gitti.
Bense kaldım, kalakaldım!
Söz vermişken Allah’a, üstelik bu serseriyle İstanbul’a inat kapital bir alış veriş geçmemişken aramızda, ne diye yalan söyledim?
Yalan söyledim!
*** *** ***
Kendime gelene kadar o epey uzaklaşmış, yürümekteydi yolunda. Yetişip en azından itiraf etmeliydim yalanımı. Ben koştukça peşinden, hızlanıyordu adımları. Dönüp dönüp ardına attığı kaçamak bakışları, ele veriyordu serseriyi. Belli ki korkmuştu benden, yalpalaya yalpalaya kaçıyordu yavşak! İkimizdik, ıssızdı sokak… Tuttum ensesinden, yakaladım sonunda.
Ve usulca:
- Sana yalan söyledim. Vardı sigaram. Al, hakkını helâl et dedim.
İt oğlunun sarhoş gözleri şaşakaldı, zor konuşuyordu:
- Ne hakkı Abi? Sen benim için buraya kadar koştun. Ben de sandım ki… meğer göründüğün gibi değilmişsin, dedi.
Yine öfkeyle yükseldi sesim:
- Ben nasıl görünüyorum ulan! Söyle, neden kaçtın?
- …
Sustu!.. Ben de sustum!..
Upuzun uzatmak vardı ya… uzatmadım!
Ve bıraktım hem onu, hem de mevzuyu… Artık tüm sorular beynimde soruluyor ve aklımda aranıyordu bütün cevaplar:
Neden, neden, neden…
Neden kaçtı, neden kaçtılar, anlamıyordum.
Ağlıyordum, yoktu ağlayanım. Kederimden ölürken, Azrail bile köşe bucak kaçıyordu benden. Ve ben tam yakalarken ölüm meleğimi, nasıl olduysa düşmüşüm!..
*** **** ***
Uyandığımda, başucumda artık bir ağlayanım vardı, damla damla ağlıyordu. Gözyaşım dışıma, serum içime içime damlıyordu.
Ve Doktor, kararlı bir ses tonuyla:
- Tek başına dünyayı değiştiremezsin, hayatla hesaplaşmaktan vazgeç dedi.
- Haklısınız dedim, yalan söyledim.
Haklı değildi oysa. Dünyanın yalanını, yalancılarını kaldıramazken, gerçeklerine nasıl tahammül edecektim?
Sonra merhametle:
- Hiç rengin yoktu, bizi çok korkuttun dedi bir kadın sesi.
İlk kez merakla sordum:
- Benden siz de mi korktunuz hemşire hanım? Siz de kaçacak mısınız yoksa?
Beni, pencerenin önünden yağmuru işaret eden doktorum cevapladı:
- Böyle düşünmekten vazgeç! İnsanların yağmurdan kaçışması, yağmurun kötülüğüne delil değildir. Sen çok merhametli, çok iyisin. Tıpkı bu yağmur gibi…
Buna sadece sustum, konuşmuyordum! Suskunluğum karşısında telaşlanan hemşire, omzuma dokunarak:
- İyi misin, dedi.
- İyiyim dedim.
Yalan söyledim!
*** *** ***
Âlemde doğruyu, gerçeği itiraf etmenin yolu yok sanırım. Nasıl görünüyorum, bilemem artık! Verilen bunca seruma rağmen, damarlarımda hâlâ katıksız bir isyan dolaşmakta.
Yalan gerçek, hayat ölüm, deniz ve kara… her şey iç içe!
Ne denize düşebildim, ne karaya çıkabildim…
Boğazda tıkanan son nefesimle,
Kaldım köprünün tam ortasında!
...