Geri
Mustafa Özbilge Mustafa Özbilge Dıngılım

Nasıl Küfredilir? (39)

Mustafa Özbilge'nin yeni yazısı yayında...
Yayın: Güncelleme:

Birkaç aydır sürekli anı eserleri okuyorum. Edebiyatçılar, diplomatlar, askerler, gazeteciler, akademisyenler… En son Niyazi Berkes’in “Unutulan Yıllar” isimli hatıratını okudum.

İnsanların anılarını yazarken daha cüretkâr olmaları hoşuma gidiyor. Hele hayatının son demlerindeyse kaybetmekten korktuğu makam, şerrinden çekindiği bir iktidar yoksa yazarın, başka yer ve zamanda ifadesinden çekindiği birçok görüşünü anılarında görebiliyoruz.

Tabii anılar bir nevi vicdan rahatlatma mecrasına da dönüşebiliyor. İnsan; doğru-yanlış, hayatındaki eylemlerinin temize çıkarılmasına aracı kılabiliyor anılarını. Kimse beni yargılamadan ben kendi kendimi yargılayayım da başkalarının mahkemesine düşmesin hayatım.

Gerek diğer anılarda gerekse Berkes’in anılarında karşılaştığım bir husus dikkatimi çekti. Yazarlar bir vesileyle yurtdışında bulundukları esnada, daha önce Türkiye’de yaşamış gayrimüslimlerle birbirine benzer şekilde ilginç diyaloglarda bulunuyorlar.

Yazarlar, Birinci Dünya Savaşı’ndan ya da İstiklal Harbi’nden önce Türkiye’de yaşamış ve sonrasında ülkeyi terk etmek durumunda kalmış bir Rum’la ya da Ermeni’yle yahut onların din adamlarıyla konuşmalarında, bu gayrimüslimlerin Türkiye’ye dair hep bir özlem, pişmanlık ifadesi, bir vicdan borcuyla anlatılabilecek insani tavırlarıyla karşı karşıya kalıyorlar.

Niyazi Berkes’in kitabından şaşırtıcı bir örnekle durumu daha iyi izah edebilirim. 1939 yılında New York’ta bir Türk sergisi açılır. İngilizce bilen yeterli kişi olmayınca o dönem Amerika’daki bir üniversitede ihtisas gören Niyazi Berkes’i “information” işi için meccanen yardıma çağırırlar. O da yardım maksadıyla bu vazifeyi kabul eder ve gerisini ondan dinleyelim.

“Birgün kapıda ince uzun boylu, ileri yaşta birinin çekingen bir durumla beklediğini gördüm. (…) İlk önce size yaşam öykümü kısaca anlatayım diye başladı. (…) Isparta yanlarından bir yerlerde doğmuş. Çocukluğu orada yaşıtı olan çocuklarla oynayarak geçiyormuş. Bahçelerden erik, badem çaldıkları olurmuş. Mesut bir çocukluk yaşamı içindeymiş. Biraz büyüyünce oraya gelen bir daskalos ile bir papaz babasını kandırmışlar.

‘Beni Atina’ya gönderdiler. Okudum bir topçu subayı oldum, dedi. Şiddetli bir Yunan milliyetçisi oldum. Doğduğum yerler bizim olmalıydı. Türklerin yıkıldığı zaman gelince ordularla Anadolu’ya çıktığımız zaman çok mutluydum. Türkçe bildiğim için bana esirleri sorguya çekme işi de veriliyordu. Çocukluğumun geçtiği bölgeye rastlamıştı bizim birlik. Bir gün çağırdılar, bir esir dizisi vardı.”

(…) “Esirler dizisi içinde beraber erik çaldığımız eski arkadaşım ve komşumuz vardı. Hemen tanıdım. O da beni tanıdı. Önüne gelip yüksek sesle, “Bize silah çekmeye utanmadın mı?’ diyecektim. Sözümü bitiremedim, hak-tu sesiyle bir ağız dolusu tükürük gözlerimden ağzıma kadar yüzümde akmağa başladı. Sapsarı olmuştum. Sallanmaya başladım. Onun bağıran sesini duyuyordum: ‘Asıl sen, doğup büyüdüğün, suyunu içtiğin, ekmeğini yediğin, çocuklarıyla oynadığın yere silah çekerek gelmeye utanmadın mı?’ diye bağırıyordu. Hiç korkmamıştı. Ben utanç içinde içeri kaçtım. Günlerce asker yüzüne bakamadım. Yediğim hakaretin ıstırabı içimde dinmiyordu.”

Bunları gözyaşlarıyla anlatan ihtiyar Yunan subayının II. Dünya savaşı arifesinde, Niyazi Berkes’ten bir isteği var. “Korkarım Mussolini’nin gözü de bizimkiler gibi Anadolu’dadır. Türk ordusuna topçu subayı yazılmak için geldim.” Berkes, yabancı ve yaşlı olduğu için subay olarak alınamayacağını söylediğinde ise şu cevabı alır: “Nefer olarak gönüllü olamaz mıyım?”

Gördüğü iyiliği unutan, iyilik bilmeyen kimse için, nankör denir. Farsça ekmek, “nân” ile gözleri görmeyen manasındaki “kûr” kelimelerinden oluşur. Yunanlı subayı bu ihtiyarlığında ağlatan şey, nankörlüğünü yüzüne haykıran çocukluk arkadaşı değil artık, bir türlü susmayan vicdanıdır. Türkiye’ye asker olarak alınabilmesi için yazı yazacağını söyleyerek ihtiyarı avutur Berkes.

“İnandı zavallı, sevindi de. Elimi sıkarken beni kucaklayarak gitti. Ben ise dünyada gerçekte böyle insanlar da bulunur mu? diye bütün gün düşündüm.”

Bu hikâyede insanın içini kemiren derin bir pişmanlığın telafi çabası var. Zaman ve mekânca geriye dönmek mümkün değilse de kalbin geriye dönüp varlığına baskı yapan bu ıstıraplı yükten kurtulma isteği mümkündür. Bazen öyle pişmanlıklar yaşanır ki kişi o hataya düşmeden önceki konumunun çok üstüne çıkar. Özeleştirinin ya da diğer bir ifadeyle nefis muhasebesinin insanı arındırıp olgunlaştırması, belki de hayatta edinebileceğimiz en değerli tecrübedir.

Kendisini nankörlüğe/küfre götürecek bir eğitimle Yunanistan’da yetişen subay, aldığı propagandanın gereğini yaparken ekmeğin ve tuzun hakkı perdesiz bir şekilde kendisine ayan olur. Belki de yaşamış olduğu bu keder, onun bütün hayatını bir erdeme dönüştürmüş olabilir. Sıradan bir nefer olarak kendini Türk ordusuna yazdırmak istemesinden, nefsiyle de hesabını gördüğünü sezeriz.

Bu hikâyedeki subayın, Yunan işgali esnasında, yaşadığı topraklara karşı tavrına, küfran-ı nimet deriz. Müslümanlarla savaşması ve inkârcılığı onu küfür üzere kılar ki kâfirdir. Ancak pişmanlıkları ve samimi isteği, sonraki yaşamında onu artık düşman olmaktan çıkarmıştır.

Küfür kavramı üzerine düşünmek insanı düşünmektir. Birtakım kavramları politize etmeden ya da onları çerçevelenmiş tek bir anlamına sıkıştırmadan anlamak, neticede insan denilen varlığın katmanlı yapısını anlamakla ilgili olduğu için burada daha hassas olmak gerekiyor.

Çünkü insan çok boyutlu veya karmaşık yapısıyla hemen anlaşılabilir bir varlık olmanın çok ötesindedir. İdeolojiler ya da taassup üzere olan birtakım mezhepçilikler, kavramları silaha dönüştürüp onları bağlıları için mukaddesata, düşmanları için kılıca dönüştürebiliyorlar. Oysa kelimeler, anlamlarını sadece bir gruptan almaz, o dili konuşan bütün insanların tarih içinde müşterek katkısıyla alır.

Din (İslam), insanı diğer insanların sıkışmış, sınırlı algılarından uzaklaştırıp onu doğrudan Tanrı’yla muhatap kılar. Böylece kişinin kendisinden emir alacağı insanlar, mutlak bir anlam ifade etmez. İnsan sadece Rabbin rızasını gözetir. Herhangi bir partinin, ideolojinin, taassup derecesinde bir mezhebin güdümünde olmadığını bilir, her şeyden önemlisi de kime teşekkür etmesini.

Küfür kelimesinin ilk anlamı Türkçede “sövmek, çirkin söz” olarak yer alır. Kelimenin kökünde “örtmek gizlemek, nankörlük etmek” anlamı da var. Buradan yola çıkarsak biri birine sövmeye başladıysa orada artık gerçeklerin konuşulmadığı yani gizlendiği durumu tespit edebiliriz. İki kişi sövmeği (küfretmeği) bırakarak konuşmaya başladıklarında gerçeğin açığa çıkma ihtimali vardır. Ama küfürleşirken bunun imkânı tamamen ortadan kalkar.

Türkçede kullandığımız çok yerinde bir terkip var: küfrân-ı nimet, yani “yapılan iyiliğe, verilen nîmete karşı nankörlük etme.” Küfrânın zıddı ise şükrân, “nîmeti verene karşı teşekkür, iyilik bilme, minnettarlık.” Küfrü daha çok din konusunda inkâr, küfranı ise nimeti inkâr konusunda kullanırız.

Yaratıcının yarattığı insandan beklentisi; varlığı, anlamlı bir bütüne dönüştürür. Kendisine yapılmış iyiliklere, verilmiş nimetlere karşı inkârcı olmasın, şükrü başka varlıklarda ummasın, nanköre dönüşmesin yani küfre düşüp kâfir olmasın beklentisi, yaratan ve yaratılan ilişkisini tamamlar. Çatlak, bu beklentinin yaratılan/insan tarafından berhava edilmesiyle açığa çıkar ve günbegün büyür.

Bireysel ve toplumsal ilişkilerimizde vefayı, teşekkürü; insanı değerlendirme kıstaslarımızda öncelikli kılarken varlığımızı borçlu olduğumuz Hakk’a karşı münkir olmak adaletin dışında yer almaktır ki buna zulüm deriz. Kişinin başta kendi varlığına karşı işlediği zulüm, hem bu dünyada hem öte âlemde insana yapışacak çirkin bir sıfata (zâlim) dönüşür.

İşçinin emeğini verdiği işe karşılık aldığı ücret onun hakkıdır. İşverenle olan hukuku içerisinde birbirlerine teşekkür edebilirler; fakat işçinin kendisine emanet edilen şeyleri suistimal etmesi nasıl bir nankörlükse (küfrân); patron, iş verme imtiyazını suiistimal ederek kendini emekçi üzerinde nimeti verenmiş gibi baskılaması, işçinin hukukunu çiğnemesi de nankörlük (küfür)dür.

Her ikisi de kuldur. Kulun kula rızık verici olarak kendini sunması küfür, bunu yapan patron ise kâfirdir. Şimdi bu kavramları böyle rahat kullanarak ben de bir tekfirci mi oldum? Varsın öyle olayım, ancak buradaki küfür ve kâfir kavramını nankör manasında kullanıyorum. Yeri gelince elbet diğer manada da kullanabilirim.

Meseledeki iktidar durumunu gözden kaçırmamak gerekir. Allah’ın kadrinin üstünde muktedir olduğunu vehmeden dünyevi iktidarların insanları köleleştirme propagandalarının en etkilisi kendilerini velinimetten görmeleri ve bunu yaparken kendisine itaat etmeyenleri de nankörlükle ithama kalkışmalarıdır. Oysa Allah’ın sınırını çiğneyerek (küfür), asıl kendileri hakikate sövmüş, doğruyu örtmüş kimseler (kâfir) konumuna düşerler.

Türkçeden Kur’ân’a, Kur’ân’dan Türkçeye kelimeler çalışmamızın 39’uncusu olacak kavram küfür’dür.

Misalli Büyük Türkçe Sözlük’te küfür kelimesi: “Sövme, küfretme; sövme sözü, söverken kullanılan çirkin söz; Allah’ın varlığını, birliğini kabul etmeme, dînin esaslarına inanmama; İslâm inanç esaslarına aykırı söz; gerçeği örtme, nankörlük; sevgilinin saçının siyahlığı” şeklinde geçer. Küfürbaz ise “çok küfreden, sövüp sayan, ağzı bozuk kimse“dir.

Küfür kelimesi İsra Suresi 99. ayette şöyle geçer:

“Eve lem yerav ennallâhe-llezî haleka-ssemâvâti vel-arda kâdirun ‘alâ en yahluka mislehum vece’ale lehum ecelen lâ raybe fîhi feebâ-zzâlimûne illâ kufûrâ

(Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın kendileri gibilerini yaratmaya kadir olduğunu görmediler mi? Allah onlar için, hakkında hiçbir şüphe bulunmayan bir ecel belirlemiştir. Fakat zalimler ancak inkârda direttiler).


Kelime, Şeyh Gâlib’in bir beytinde şöyle geçer:

Küfr-i zülfün yâdeden mümin Müselman olmasın
Nûr-ı vechin seyreden kâfir sanem-hân olmasın


(Sevgilinin saçının karalığını yâd eden mümin Müslüman olmasın; sevgilinin yüzünün nurunu seyreden kâfir de putperest olmasın).

Aynı kökten gelen kâfir kelimesi de sözlükte şu anlamlara gelir: “Allah’ın varlığına ve birliğine, “Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Allah’tan getirdiklerine inanmayan yâhut bunlardan birini inkâr eden kimse; tanımayan, bilmeyen kimse; yarı sitem, yarı sevgi sözü olarak kullanılır; uğursuz, kahrolası anlamında küfür sözü olarak kullanılır; dîvan edebiyâtında siyah renk; Müslüman olmayanlara genel olarak verilen ad”

Kelime Bakara Suresi 217. ayette şöyle geçer:

“…vemen yertedid minkum ‘an dînihi feyemut vehuve kâfirun feulâ-ike habitat a’mâluhum fî-ddunyâ vel-âhirati veulâ-ike ashâbu-nnâri hum fîhâ hâlidûn.”

(Hanginiz dininden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri dünya ve âhirette boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır).


Kelime Tâcizâde Câfer Çelebi’nin bir beytinde şöyle geçer:

Hecr esîri olmasun düşmenlerüm de dostlar
Sevgülü yārından ayru düşmesün kāfir dahi


(Ayrılık esiri olmasın düşmanlarım dahi; sevgili yârinden ayrı düşmesin kâfir bile).

Kâfir kelimesinin çoğulu kefere’dir. Kelime Abese Suresi 42. ayette şöyle geçer:

 “Ulâ-ike humu-l keferatu-l feceratu”

(İşte onlar kâfirlerdir, günaha dalanlardır).

“Halkı müslüman olmayan memleketler”
e kâfiristan denir. Kelime Muhyî’nin bir divanında şöyle geçer:

Yüzün kaşun görenler saçlarunla dir ne hoş düşmiş
Bu ra’nâ mescid ü mihrâb-ı zîbâ kâfiristâna


(Saçınla yüzünü, kaşını görenler bu güzel mescit ve süslü mihrap kâfir ülkesine ne hoş düşmüş derler).

Küfrân kelimesi de aynı kök üzeredir. “Yapılan iyiliği unutma, iyilik bilmeme, nankörlük” manasına gelen kelime Türkçede daha çok küfrân-ı nimet tamlamasıyla kullanılır.

Küfrân kelimesi Enbiya Suresi 94. ayette şöyle geçer:

“Femen ya’mel mine-ssâlihâti vehuve mu/minun felâ kufrâne lisa’yihi ve-innâ lehu kâtibûn.”

(İmdi her kim mü'min olarak salihattan bir amel işlerse onun sa'yine küfran yok ve her halde biz onun hesabına yazarız).


Kelime Esrar Dede’nin bir beytinde şöyle geçer:

Her ne etdiyse bana nefs-i bed-āyın etdi
Tab‘a küfrān-ı ni‘am tavrını telkin etdi

(Her ne ettiyse bana kötü âdetli nefsim etti; mizaca nankörlük tavrını telkin etti).


Tekfir kelimesi de aynı kök üzeredir. “Bir kimseyi kâfir sayma, kâfir olduğuna hükmetme” manalarına gelen kelime Mehmet Âkif Ersoy’un bir mısraında şöyle geçer:

Ye’si tekfir eden imanıma olsun ki yemin,
Bize telkîn–i ümîd etmediler, yoksa bu din,
Yine dünyalara yaymıştı yeşil gölgesini;
Yine hakkın sesi boğmuştu dalâlin sesini


Kefâret kelimesi de aynı kök üzeredir. “İşlenmiş bir günah, suç veya kabahatin affı için şerîat hükmünce verilmesi veya yapılması gereken şey; bir hatânın, bir kabahatin affı için ödenen karşılık” manalarına gelmektedir.

Kelime Maide Suresi 45. ayette şöyle geçer:

“Veketebnâ ‘aleyhim fîhâ enne-nnefse bi-nnefsi vel’ayne bil’ayni vel-enfe bil-enfi veluzune biluzuni ve-ssinne bi-ssinni velcurûha kisâsun femen tesaddeka bihi fehuve keffâratun lehu vemen lem yahkum bimâ enzelallâhu feulâ-ike humu-zzâlimûn”

(Onda (Tevrat’ta) üzerlerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas edilir. Yaralar da kısasa tabidir. Kim de bu hakkını bağışlar, sadakasına sayarsa o, kendisi için keffaret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zalimlerin ta kendileridir).


Kâfur kelimesi de aynı kök üzeredir. Çünkü burada kelime içerisindeki kök harflerin benzerliği ve kokunun başka kokuları örtme özelliği göz önünde bulundurulabilir. “Hindistan ve Çin’de yetişen kâfur ağacının (Laurus camphhora) zamkından elde edilen ve hekimlikte kullanılan beyaz, yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanır ıtırlı madde; eski edebiyâtımızda sevgilinin gerdanı için kullanılırdı.”

İnsan Suresi 5. ayette kelime şöyle geçer:

“İnne-l-ebrâra yeşrabûne min ke/sin kâne mizâcuhâ kâfûrâ

(İyiler ise, katkısı kâfur olan içecekler dolu bir kadehten içerler).


Kelime Revânî’nin bir beytinde şöyle geçer:

Meger bir şem´-i kâfûrî durur engüşti dildârun
K’ucında nakş-ı hınnâdan olur geh geh ´ayân âteş


(Sevgilinin parmağı sanırım kâfurdan bir mumdur ki kına resminden bazı bazı ateş belirir ucunda).

Kafkas dillerinden geldiği söylenen “birtakım bakteriler ihtivâ eden karnabahar görünüşünde bir maya; bu mayanın sütle karıştırılıp bekletilmesiyle elde edilen ve tedâvi maksadıyle kullanılan, ekşi ayran lezzetinde çok şifâlı içecek” olan kefir’in küfürle ilişkisi de düşünülebilir. Çünkü mayalamak bir maddeyi eski formatının dışına çıkarmaktır. Mayalanan madde örtülerek değişime uğraması beklenir. Öyle ki mayaladığımız şeyin ışıkla irtibatı kesilsin diye üstünü örteriz. Böylece örtmek manasındaki küfür kelimesini, mayalanmış içecek olan kefirle irtibatlandırabiliriz.

İnsan aklı sebep ve sonuçları takip eder. Sebeplerin sonuçla ya da sonucun sebeplerle bağını kurmak zorundayız. Fakat sebepler sonucu manipüle edeceği gibi tam tersi de söz konusu olabiliyor. Neye niyet neye kısmet gibi Müslümanca bir rızaya da taalluk eden bir hal de değil bu. Küfrün aleti olan sebepler ve sonuçlar silsilesiyle karşı karşıyayız.

Biz zihnimizde küfre ve onun fâili olan kâfire karşı bütüncül bir nazara sahip olamadığımız takdirde sebeplerin labirentinde kayboluyoruz. Hepsi de makul sonuçlar doğuran makul sebepler gibi geliyor. Oysa sebepler labirentinde kendini kaybetmiş nice kahramanlar mitolojideki Minotor isimli canavarın avına düşüyor. Nereden geldiğin, nereye gittiğin bilinmeyince nerede olduğun da tam olarak anlam kazanmıyor. Anlamsız bir yorgunluk herkeste.

Halbuki Theseus’un labirentte dolaştırdığı ip, onu kaybolmaktan kurtardığı gibi bizim birbirine bağlayacağımız Türkçedeki kelimelerimiz de canavar Minotor tarafından yutulmaktan bizi koruyacaktır. Çünkü bu kelimelerin gerçeklere delalet eden bir tarafı var.

Ektiği tohumun üstünü örtmesinden dolayı Arapçada çiftçi için kâfir kelimesi kullanılmıştır. Çiftçinin toprağa saçtığı tohumun üstünü örtmesi, tohumdan çıkacak hayata inancıyla alakalıdır. Peki inancın üstünü örtersek yani çiftçinin yapacağı işe karşı bir inancı (sâdık yâri) yoksa hatta bunu inkâr ediyorsa çiftçi, tohum eker mi, tohumu örter mi yahut toprağı sulayıp sonunda bir ürün alacağına ihtimal verir mi?

Toprağa ektiğimizin üstünü örttüğümüzde tohum karanlıkta kalır; ama sonunda bir ürün çıkar. Fakat gerçeğin üstünü inkârla örtmeğe (küfür) başladığımızda karanlıkta kalan biz oluruz. İnanç, yoktan var olmanın sırrına erişmek için istinattır. O yıkıldığında, enkaza; biz de o enkazın altında kendisinin kurtarılmasını ümit bile edemeyecek bedbahtlara dönüşürüz.

Nankörlük sanırım burada başlar. Kişinin başkasını değil, öncelikle kendini inkârı. Kendini, kendine nankör etmesi... Kendisinde görünenin dışında bir şey çıkacağını ummamak başka bir varlıktan da beklenti içinde kılmaz kişiyi. Bu sebepten haybet içerisindeki kişide, kendini bilen Rabbini bilir, sözünün bir karşılığı da olamaz.

Yûsuf’u kardeşlerinin piknikte yalnız bırakması sebepti. Kanlı gömlek, delildi. Yûsuf ortalarda yoktu yani kurt tarafından yenmişti, bu bir sonuçtu. Kardeşleri de hep bir ağızdan bu hikâyeyi anlatan şahitlerdi. Yemindi, ağlamaktı, rol yapmaktı… İşte biz sebeplerin labirentinde öyle kayboluyoruz ki hepimiz Yûsuf’u kurdun yediği anlatısına inanıyoruz. Oysa burada gerçeğin örtülmesi (küfür) durumu vardır.

Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen Hz. Yakup, bu bâtıl sebep ve sonuçlara itibar etmiyor ve şunu söylüyor. “Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf’u ve kardeşini iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler güruhundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez!”

Kur’ân-ı Kerîm’de, tarihte kendilerine birçok nimetler verilmesine rağmen her defasında küfrân-ı nimet (nankör) davranışını sergileyen İsrailoğulları’nın halini hatırlayalım. Bununla ilgili birçok kıssa geçer. Bunların içerisinde belki en dikkat çeken onların Hz. Musa ile olan maceralarıdır.

Firavun’un zulmünden, denizde boğulmaktan kurtarılmaları; kudret helvası ve bıldırcın etiyle beslenmeleri, kayadan su fışkırması gibi nimetlere karşı onlar putlara/buzağıya tapma, peygamberleri öldürme, bozgunculuk çıkarma gibi kötü fiillerle yani nankörlükle mukabelede bulunmuşlardır.

Mâide Sûresi 78. ayette şöyle geçer: “İsrailoğulları’ndan kâfir olanlar, Dâvûd ve Îsâ diliyle lanetlenmişlerdir. Çünkü onlar isyan etmişlerdi ve sınırı aşıyorlardı.”

Yahudiler bugün de o sınırı aşmış bulunuyor. Gayrimeşru elde ettikleri topraklarda yine de beraber yaşayabileceklerini söyleyenlere karşı arkalarına aldıkları küresel güç merkezleriyle daha da genişleyebilmek için soykırım yöntemlerini uyguluyorlar. Buradaki küfrün birleşim yeri çok uzak değil; 1917’de (1333), Türklerin Gazze’de İngilizlere karşı verdiği direnişte görülebilir.

Evet, İngilizlerin Gazze’de Osmanlı’yla çarpışmasıyla Amerikan ve İngiliz filolarının himayesinde İsrail’in Gazzeli mücahitlerle çarpışması arasında mahiyetçe hiçbir fark yoktur. Bugün direnişçilerin tankların yanına giderek tanka mühimmat yerleştirip ateşlemesiyle Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabında, bir subayın Gazze Muharebesi’yle ilgili anılarından naklettiği Türk neferinin kahramanlığı arasında mahiyetçe bir fark yoktur.

“On birinci bölük siperi, bugün pek tehlikeli bir an geçirdi. Arkasından atılan bombalardan birinin muvazenesi bozulmuştu. Koca mermi bölüğün siperine doğru istikamet aldı, havada onun uçuşunu takip eden gözler, iri dairelerle açılmıştı. Ön siperde arkadaşlarının mahvolacağını gören batarya nefesi tıkanıp bekledi. Korku bilmeyen kalplerini elleriyle sıkıp gözlerini kapadılar.”

“Hâlbuki harple uğraşan on birinci bölük siperinin askerleri, bu felaketten haberdar değildiler. Bir an, bir küçük tesadüf bomba siperin hemen önünde yumuşak toprak üstüne düştü. Ve yalnız toz kalktı. Esasen havada muvazenesi bozulduğu için yan düşmüş, tapası sağlam kalmış, bu mehabetli lâğam ateş almamıştı.”

“Vakayı gören bir nefer, siperinden fırlayıp sapından tuttuğu tehlikeli bombayı omuzuna aldı ve İngilizlerin bir saniye bile kesilmeyen ateşi altında siperler üzerinden atlayarak kestirme bir yoldan bataryanın yanına geldi. Bu sefer bomba hakiki hedefini buldu. Tarih böyle kahramanların isimlerini yazmaz, fakat İkinci Gazze Muharebesinin son gününü görenler on birinci bölüğün ismini unutamazlar.” (…)

Dün rollerini Osmanlı’yı oradan söküp atmak üzere oynayan küfrün gücü, bugün Filistin’de devlet erki oluşturmalarına müsaade edilmeyen kalan son Müslümanları da topraklarından söküp atmanın operasyonu içerisindedir. Liberal çevreler, küfrün tek millet olduğuna dair bir ifade duyduklarında, hemen bunun miras hukukuyla ilgili bir hadîse dayandığını, Müslüman bir kimsenin kâfir bir kimseye mirasçı olamayacağını hatırlatırlar. Yani dünyayı dost-düşman diye kabaca ikiye ayırmayın. Bu söz miras hukukuyla alakalı, dolayısıyla hadîsi sloganlaştırmayın uyarısında bulunurlar.

Fakat bu miras meselesinde, hangi türden olursa olsun kâfirlerin birbirlerine varis olabileceğini biliyoruz. İngiliz alıp Yahudi’ye bırakıyor, sonra Amerikalıyla İngiliz gelip Yahudi’ye bıraktıklarını korumak ve geride bir damla kalan yeri de Yahudi’nin gasp etmesi için müşterek oluyorlar. Burada küfrün emperyalizm adına tek bir yerde birleştiğini görmek bize neyi sağlar? Bize imanın nerede birleştiğini görebilmeyi sağlar.

Mesela bugün Gazze’deki direniş güçleri, tünellerle düşmana direniyor. Bu tünelleri biz 1917 Gazze Muharebesi’nde Türk subayların direniş stratejisinde de görüyoruz:

“Önümüzde Gazze’nin bütün kısa dağlarına ve düşmanın cephesine hâkim külaha benzer küçük bir tepe var. Bu tepede Şeyh Ali Mantar’ın çıplak türbesiyle iki ölü ağaç duruyor. Gazzeliler kıymetli adamlarını da Şeyh Ali Mantar’ın mukaddes toprağı etrafına gömmüşler. Kısaca, Mantar Tepe denen bu toprak çıkıntısı, Gazze Muharebelerinde unutulmaz bir isim bıraktı.”

“Cephemizle karşı cephe arasındaki en elverişli tarassut yeri burası idi. Arap mezarlarının altında sekiz tünel deldik, cesur tarassut zabitleri, bu tünellerden geçip top ateşlerini idare ediyorlar. (…) Bazen yıkılan toprak, tünel ağızlarını kapıyor, zabitle nefer nefeslerini boğan bu dar kanalın içinde menfezleri yeniden tırnaklarıyla açıyordu.” (…) (Zeytindağı)

Küfür nasıl tek milletse Müslümanlar da sömürgeci emperyalizme karşı tek millet olmanın kaderini dün olduğu gibi bugün de direniş saflarında görmelidir. Küfür emniyeti ortadan kaldırmak ister, imansa güveni tesis etmeye çalışır. Müminler kâfirlere karşı imanın yeryüzündeki neferleridir.

Fakat aklıselim olanları, Türkiye’de sıkıştıran ikili bir baskı söz konusu. Bu baskı, küfür ve imanı görmeyi zorlaştıran bir sis ortamı oluşturuyor. Bir tarafta yapıcı her eleştiriyi kendi nüfuzlarının halel görmesine sebep görüp sağı solu hainlikle yaftalayan tekfirci kesimle diğer yanda örgütlü kötülük yapmak üzere kâfirle ittifak halinde olan güya statüko karşıtı cephe.

Burada aklıselimin durumu içler acısı. Çünkü iki taraf da düşünceleri gömmekle (küfür), nüfuz sağlıyor. Bundan dolayı aklıselim, kendisi gibi olanları arayıp bulmalı ve böylece kendini sahte karşıtlıkla perdeleyen (küfür) her iki tayfadan da temyiz ve tefrik edecek özelliklerini belirleyerek bunu açıkça ortaya koymalıdır. Bunu ancak birçok kavramın sarahate kavuşturulmasıyla yapabiliriz.

Yazının başındaki Yunanlı subaya dönecek olursak o yaptığı nankörlüğün farkına varmış, bu nankörlüğünün kefareti olabilecek her şeyi yapmaya hazır bir nefer olduğunu yaşlı haliyle ortaya koymaya çalışmışken biz bugün bilerek ya da bilmeyerek hangi gerçeklerin üstünün örtülmesine aracılık ediyoruz düşünmek zorundayız. Hakikatin örtülmesinin hangi dünyevi imkanları peşi sıra getireceğini gizliden isteyenlerle açıktan talep edenlerin karşısında yerimiz neresidir? Bu soru sorulup gereği yapılmadığı takdirde küfrân-ı nimet üzereyiz.

#kufur #kafir #tekfir #kefaret #kufran #zeytindagi #gazze #tunel #niyazi #berkes

Yorumunuzu Ekleyin

Adı-Soyad
E-Posta
Yorum
İşlemin Sonucu
  • Yorumlar T.C. Yasalarına aykırı olamaz.
  • Hakaret içeren yorumlar, yayınlanmasa bile yasal mercilere iletilebilir
  • KVKK Kapsamında, bilgileriniz, yasal merciler hariç kimseyle paylaşılmaz.
  • Formda doldurduğunuz bilgiler ve IP adresiniz sisteme kaydedilir.
  • Yorumunuz onaylanıp yayınlandığında, sadece yorum, isim ve yorum tarih saati gösterilir.

YAZARIN SON YAZILARI

Üçyüzaltmış Derece Halk

Üçyüzaltmış Derece Halk

Mustafa Özbilge'nin yeni şiiri yayında...
Meymenetsiz Ticaret, Maymunlaşan Siyaset (52)

Meymenetsiz Ticaret, Maymunlaşan Siyaset (52)

Mustafa Özbilge'nin yeni yazısı yayında...
Yok!

Yok!

Mustafa Özbilge'nin yeni şiiri yayında...
Ya Dış Mihrak Dedikleri İçleriyse (51)

Ya Dış Mihrak Dedikleri İçleriyse (51)

Mustafa Özbilge'nin yeni yazısı yayında...
Acılarımız Hafifledi

Acılarımız Hafifledi

Mustafa Özbilge'nin yeni şiiri yayında...
Dünya Bir Oda

Dünya Bir Oda

Mustafa Özbilge'nin yeni şiiri yayında...

GENEL BİLGİLER

Taraklı

Taraklı

Taraklı Nerede, Taraklı'nın tarihi ve coğrafi özellikleri
Taraklı Otobüs Saatleri

Taraklı Otobüs Saatleri

Ağustos 2023 Güncel Taraklı - Sakarya Otobüs Kalkış Saatleri, Taraklı Otobüs Saatler 2021, Taraklı Otobüs Tarifesi, Taraklı Sakarya ilk otobüs ne zaman? Taraklı - Sakarya Son Otobüs Ne zaman? Sakarya Taraklı İlk Otobüs Ne Zaman, Sakarya Taraklı Otobüs Saatleri, Taraklı Koop Otobüs Saatleri
Taraklı'da Gezilecek Yerler

Taraklı'da Gezilecek Yerler

Taraklı'ya geldiğinizde gezilecek yerler neresidir? Taraklı'nın en popüler gezilecek yerleri yazımızda.
Taraklı Termal Turizmi

Taraklı Termal Turizmi

Taraklı'da termal turizmi, Türkiye'deki belli başlı noktalardan biri haline gelmiştir.