Geri
Mustafa Özbilge Mustafa Özbilge Dıngılım

Mezar Arasında Harman Olur mu? (48)

Mustafa Özbilge'nin yeni yazısı yayında...
Yayın: Güncelleme:

Türkülerin hikâyeleri olur da zamanla unutulur. İnsanlar, yeni hikâyeler uydurur bunların yerine. Sonra onlar da unutulur ve her bir türküde kendi hikâyemizi ararız. Aşkın, ayrılığın, ölümün hikâyesi artık bizde saklıdır.

Mezar arasında harman olur mu?
Kama yarasına derman olur mu?
Kamayı sokanda iman olur mu?
Kazım'ım aslanım yerde yatıyor.
Kaytan bıyıkları kana batıyor.

Mezar arasından atlayamadım.
Döküldü cephanem toplayamadım.
Kama yarasını saklayamadım.
Kazım'ım aslanım yerde yatıyor.
Kaytan bıyıkları kana batıyor.


Hacı Taşan’dan, Neşet Ertaş’tan ama ille Muharrem Ertaş’tan tekrar tekrar dinlemek şu türküyü: “Mezar arasında harman olur mu? / Kama yarasına derman olur mu?”

Zihnimi, Kazım’ın düşürüldüğü kahpe pusudan uzaklaştırıp; soysuzluğun had safhası olan soykırıma yaklaştırıyorum. Gazze Şeridi'ndeki Nasır ve Şifa hastanelerindeki toplu mezarların arasında dolaşarak dinliyorum bu türküyü… Srebrenitsa'da olan ne kadar yakınmış meğer!

Yedi aydır, mezar arasında hırsla harman savuranları düşünüyorum. İsrail’le ticaret yapıldığını iddia edenleri, “yalan (tezvir) söylüyorlar!” diyerek hainlikle suçlayanları düşünüyorum. Mezar arasında harman dövenler, kimin dövülmesine hizmet etti, onu düşünüyorum. İşte aylardan beri mezar arasından kaldırılan uğursuz harmanı, kimsenin midesi kaldırmadı da nihayet Filistin’in harman yeri olmadığı mecburen kabul edildi “ammâ neden sonra!”

Amerika, İngiltere, Avrupa… Bunlar İsrail’in yaptığı soykırım lehine nasıl yalan söyledilerse, yalanın küçüğü büyüğü de olmaz, İsrail’le bu vahşet döneminde ticaret yapan herkes de aynı yalana ortak oldu. Vicdan sahiplerini; yalanlarla (tezvirat), iftiralarla savuşturanlar; halk nezdindeki kitlesel tesirleri, popülist politikaları insanlar üzerinde azaldıkça kendi dilleriyle gerçeği ifade etmek durumunda kaldılar.

Hâlbuki ehl-i vicdan insanlar, yedi aydır, bu işin soykırıma varacağını bilerek İsrail’e başından beri ekonomik baskı kurmanın, sadece bireylerin tüketim alışkanlıklarına bırakılamayacak kadar ciddi bir mesuliyet olduğunu haykırdılar. Mezar arasında harman olacağı üzerinden iş yürüten kim varsa şimdi gitsin, Bosna’yı ziyaret etsin. Farklı türkünün aynı hikâyesi oralarda hala anlatılıyor.

Bir yakını Nasreddin Hoca’yı yalancı şahitliğe razı etmiş. Günü geldiğinde birlikte kadının huzuruna çıkmışlar. Davacı, davalıdan birkaç yüz kile alacağı bulunduğunu söylemiş. Hocayı da tanık olarak göstermiş. Kadı, Hoca’ya dönüp:

-Doğru mu diye sormuş.

Hoca:

-Evet, demiş. Davacının bu adamdan birkaç yüz kile arpa alacağı bulunmaktadır.

Davacı hemen atılmış.

-Dili sürçtü, demiş. Buğday diyeceği yerde, arpa deyiverdi.

Hoca, kendini tutamamış.

-Yalan olduktan sonra, demiş. Ha buğday ha arpa ne fark eder?


Çimento gitmiyordu, demir gidiyordu. Yok, demir değil, bakır tel gidiyordu. Dikenli değil, dikensiz tel gidiyordu. Ne teli, çelik halattı o giden. Resmi kanaldan değil, özel şirketten gidiyordu. Yok, İsrail’e değil, İsrail üzerinden Filistin’e gidiyordu… Yedi aydır sahnelenen bu pis oyunu seyretti Türkiye.

Hoca Nasreddin: “Yalan (tezvir) olduktan sonra, ha buğday ha arpa ne fark eder.” demiş. Doğru, yalancı için hiçbir şey fark etmez. Buğdayın kimin tarlasında dövülüp kimin ambarına döküldüğü, kimin değirmeninde una dönüştüğünün bir önemi yoktur. Önemli olan sermayeyi çoğaltmamız... Tek değer, sınırsız beklenti içerisindeki doyumsuz insancıkların artı(k) değeri...

Artıklarla beslenen midelerin sindirimini sağlayan yalandır. Hazmı en zor gıdalar bile yalan enzimiyle erir gider. Yalan (tezvir), dünyadır. Dünyanın yalan olduğunu, nereden mi çıkarıyoruz? Yûnus Emre söylüyor:

Yalancı dünyâya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler


Dünyanın, sadece Filistinliler için değil, hepimiz için bir mezar olmasından yola çıkalım. Çünkü madem her canlı ölümü tadacaktır, öyleyse dünya kalıcı, asli bir mekân değil, ancak bir ziyaretgâhtır.

Ziyaret ettiğimiz yerler, ikametimiz değil; gelip geçici bir nevi yalan mekânlardır. Aslî olan yer ise öte âlemdedir. Mezarlıklar asli mekân olmaz. Orası berzahtır. Ziyaretçiler (züvvâr), oraları ziyaret eder. Sonra mezarın içindekiler de dışındakiler de Cennet ve Cehennem’in olduğu bir yurda, kıyametin sûruyla dönmeyi bekler.

Bu dünyada tahakkuk etmemiş adalet, imtihanın sırrıdır. Boynuzsuz koyunun, boynuzludan hakkını alacağı hesaplaşma, ahiret hayatında çetin bir şekilde gerçekleşecektir. Bugünün medya müzevvirleri, yaptıkları uydurma (müzevver) haberlerle; zâlimi mazlum, mazlumu zâlim göstermenin illüzyonuyla gerçekleri saklasınlar. Oysa mızrağın çuvala sığmayacağına tarih de şehadet edecektir.

Türkçeden Kur’ân’a, Kur’ân’dan Türkçeye kelimeler başlıklı çalışmamızın 48’incisi olarak ele almaya çalışacağımız “mezar” kelimesine eğilmemiz, gözümüze bakarak söylenen yalanların (zûr), artık herhangi bir perdeyle gizlenemeyeceğini insaf sahiplerine bir kez daha hatırlatmağa matuftur.

Ziyaret etmek manasındaki zûr kökünden gelen mezar kelimesi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük’te şöyle geçer: “Bir kimsenin öldükten sonra gömüldüğü yer, kabir.” “Mezar kazanamezarcı; onun “yaptığı işe” ise mezarcılık denir. “Mezarların toplu olarak bulunduğu yer, kabristan”a da mezarlık denir. Yine mezaristan kelimesi de “mezarlık” manasındadır.


Taşlıcalı Yahya’nın bir beytinde, mezar kelimesi şöyle geçer:

Gamundan öldi bir ʿāşık senün ʿömrün ziyād olsun
Mezārın gel ziyāret eyle bāri rūhı ṣad olsun

Yûnus Emre’de mezarlık şöyle geçer:

Sabah mezarlığa vardım, baktım herkes ölmüş yatar,
Her biri çâresiz olup, ömrünü 
yitirmiş yatar.

Mehmet Âkif’in mısralarında, mezarcı ve mezaristan kelimeleri şöyle geçer:

Mezarcının o kürek yüzlü dest–i lâkaydı (ilgisiz eli)
İânesiyle (yardımıyla) nihayet mezara yaslandı.

Ey mezâristan, ne âlemsin, ne yüksek fıtratın!
Sende pinhân (gizli) en güzîn (seçkin) evladı insaniyyetin;


Ziyaret kelimesi de aynı kök üzeredir: “Bir kimseyi veya bir yeri görmeye gitme; gidilmesi, duâ edilmesi sevap sayılmış ve âdet hâline gelmiş kutsal yer, ziyâretgâh” manalarına gelir. Ziyaretçi ise “ziyaret eden kimse”dir.

Kâria Suresi 2. ayette kelime şöyle geçer (ilk iki ayeti alıntılıyoruz):

“El-hâkumu-t tekâsuru hattâ zurtumu-l mekâbir.”

(Oyaladı o çokluk kuruntusu sizleri. Ta... ziyaret edişinize kadar kabirleri).

Kelime Taşlıcalı Yahya’nın bir beytinde şöyle geçer:

Söğesin bāri ziyāret eyledikçe kabrimi
Ölenin muhtāç olur cānı duʿāya sevdügüm

Zâir kelimesi de aynı kök üzeredir. “Ziyâret eden kimse, ziyâretçi” manasına gelen kelime Mehmet Âkif’in bir mısraında şöyle geçer.

Geçenler varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyarından;
Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezarından.

Zâir
kelimesinin çoğulu züvvar’dır. Türkçede “ziyâretçiler” manasında kullanılır.

Kelime Sümbülzade Vehbi’nin bir beytinde şöyle geçer:

Sezādır gūşe-yi ihrāmı cāy-ı iltisām olsa,
Leb-i ta˓zim-i züvvār-ı makām-ı ˓arş-ı a˓lāya

(Yüce arşın makamının ziyaretçilerinin yüce dudakları için; senin ihramının köşesi öpülecek yer olsa uygundur).

“Yalan, asılsız, uydurma, sahte”
manalarındaki zûr kelimesi de aynı kök üzeredir. Kelime Furkan Suresi 72. ayette şöyle geçer:

“Vellezîne lâ yeşhedûne-z zûra ve-izâ merrû billagvi merrû kirâmâ”

(Onlar, yalana şahitlik etmeyen, faydasız boş bir şeyle karşılaştıkları zaman, vakar ve hoşgörü ile geçip gidenlerdir).

Kelime Mehmet Âkif’in bir mısraında şöyle geçer:

İhtiyarlıkta yüzün saçmada nûr
Fakat üstad, sakalın şâhid-i zûr
(yalancı şahit)

Tezvir kelimesi de aynı kök üzeredir. Çoğulu tezvirat olan kelime: “Yalan söyleme, yalan dolan; arabozuculuk, dedikoduculuk” manalarına gelir. Ümmî Sinan’nın bir beytinde şöyle geçer:

Hak bilür Allâhu a‘lem lâf u tezvîr eylemez
Der Sinân Ümmî cihânda sâhibü’l-vicdânîyüz

(Hak bilir, Allah a’lem ki Ümmî Sinan dedikodu eylemez; biz, dünyada vicdan sahibiyiz, der).


Müzevvir kelimesi de aynı kök üzeredir. “Söz taşıyan, bir haberi, bir sözü ilâveler yaparak başkalarına yetiştiren kimse, ispiyoncu” manalarındaki kelime; müzevirlemek, müzevirlik şekliyle Türkçede türetilmiştir.

Müzevvir kelimesi Mehmet Âkif’in bir mısraında şöyle geçer:

O kumarbaz, bu harâmî, şunu dersen, ayyaş,
Sonra mecmûu (hepsi) müzevvir, mütebasbıs (dalkavuk), kallâş...

Müzevver
kelimesi de aynı kök üzeredir. “Uydurulmuş, uydurma” manasına gelen kelime Sünbülzâde Vehbî’nin bir beytinde şöyle geçer:

Ne kadar cehl-i mürekkep ise de destinde
Bulunur bir iki üç deste müzevver kāğıd


(Ne kadar katmerli cahillik içerisinde de olsa; elinde birkaç deste uydurulmuş kâğıt bulunur).

“Tambur vb. sazların en ince ses veren teli”ne zîr denir. Aynı kök üzere olan bu kelime, Şeyh Gâlib’in bir beytinde şöyle geçer:

Olur o târ-ı ûd üzre mürtesem
Mesâni vü mesâlis zîr ile bâm

(Udun teli üzerine ikili ve üçlü, ince ve kalın teller resmedilir).


Tezavür kelimesi de aynı kök üzeredir. "Birbirini ziyaret eylemek, meyl eylemek" manasındadır.

Bir kimse içkiye, kumara, uyuşturucuya alıştırıldığı zaman, böyle tekil bir duruma sebep olanlara Müslüman toplumda hoş bakılmaz. Bu kötü örnek kişiler, cemiyet hayatından çoğu kez dışlanır. Bazen de onların varlığı kabullenilerek; ama şerleri hatırda tutulup çevreyi ondan sakınarak beraber yaşamaya devam edilir.

Öyleyse şöyle düşünelim. Soykırım gibi insana yapılabilecek en büyük kötülüğün işlenmesi karşısında, Müslüman toplum yukardaki koruma güdüsünü bugün muhafaza edebiliyor mu? Yoksa soykırımın insanlar gözünde zamanla tabiî bir şeye dönüşmesi mi söz konusu oldu? Böyle bir durumun normalleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz, fakat bu kendiliğinden olmuyor. Toplumun bu aşamaya gelmesini sağlayan karmaşık bir mekanizma çok yönlü işliyor.

Mahalleden, okuldan, çevreden uzaklaştırılacak kötü bir arkadaş yok karşımızda. Devletler, uluslararası kuruluşlar, büyük şirketler, dini yapılar, medya, akademik, politik organizasyonlar… Hepsi de anormalliğin; alışılacak normal bir durum olarak görülebilmesi adına planlı bir mücadele veriyor. Bunun sonucu, insanlarda umutsuzluk gittikçe yayılıyor. Kitlelerdeki, hadiseye olan alışıklık, kötü olayın değişebileceği umudunu, önce zayıflatıyor, sonra emerek onu yok ediyor.

Nihayeti belirsiz, denkliğin olmadığı bir savaşın çetelesini tutmak, böyle bir vasatta zorlaşır. Düşmanın istediği de psikolojik, moral yorgunluğu çevrede hissettirmektir. Hiçbir şeyin kötüyü durdurmaya yetmeyeceği, öğrenilmiş çaresizlikler yumağında sarmalanır insanlar. Alışmak, kabullenmek demek; bir zaman sonra bunun bölgesel bir Ortadoğu gerçeği olduğuna inandırılmak demektir. Soykırımcı, toplumu getirdiği normallik seviyesiyle artık duyarlı insanlarca daha az rahatsız edilir ve eksik kalan işlerini hızlıca tamamlar.

Bizi bu reel dünyadan ve mekanizmalarını anlamakta zorlandığımız çarkından koparacak asıl gerçek ölümdür. Yaşayanlar, ölüleri sorguya çekemez ve istediklerini onlara yaptıramazlar. Ölüler, itaat etmez.

Buyurgan iktidarlar karşısında ölmeli miyiz? Evet, ölmemiz gerekmekte. İnsanları yaşatan birtakım şeylere karşı ölü hallerimiz hayatı anlamamızı mümkün kılar. Sistem içinde oynanan her oyuna karşı ölü tavırlar, oyun kurucular için can sıkıcıdır. Henüz masayı devirmeye gücü olmayanların, kuralları belirlenmiş masaya oturmayı reddetmesidir bu. Oyunun/sistemin dışında kalmaktır.

Türkiye’de ölümün ne kadar değerli bir şey olduğu ciddiyetle konuşulurken bunun ileride sistemde büyük arızalara sebebiyet verebileceğinin farkına varanlar, hemen bir hamle yaptılar. Meseleyi konuşanları masaya oturtmanın cazip teklifleri gecikmedi. Ölüm değil, yaşamdı esas olan.

Ölümü dillendirenlerin önüne, ölüm yerine koyulan kavram medeniyet oldu. Dernekler, vakıflar, tezler, doktoralar, panel, seminer, konferans, kitap, dergi… Yer gök medeniyetle kutsandı. Masaya oturtulmanın tılsımlı kelimesi, geçmişten bugüne dek her şeyi yüklenebilecek kudretteydi.

Yol, tünel, inşaat, insan ve medeniyet… Tekrar edilerek bayatlayan medeniyet kavramındaki ihale köylülüğünü fark eden akademisyenler, masanın ciddiyetine halel gelmemesi için temeddün dedi. Ne değişti? Köylüler daha zengin, kullanılan akademisyenler daha unvanlı oldu. Masa da etrafındakiler de ölümü ötelemek, medeniyet için yaşamı kutsamak görevini sürdürdü.

Muhafazakârlar, ecdadımız mezarlıkları şehrin içine almış; derken hokus pokus, mezar sahaları şantiye alanlarına dönüşmüş. Burada kimsenin kimseye itiraf etmediği bir yalan (tezvir) döndü. Medeniyetin, Medine’yle etimolojik bir ilgisi gözükse de kökende bir borç manası (deyn) da vardı. Buna da bir çare bulundu. Medeniyet namına yapılan her imar faaliyetinin topluma karşı ödenmesi gereken bir borcun ifası olduğu ifade edildi. Fakat bütün bunlar kelimenin kökenindeki “din” yani “hesap” anlamı gizlenerek yapıldı.

İşte dün İsrail’in işgal politikalarına güçlü reaksiyon gösteren ve bu uğurda aksiyonlara girişen insanlar, ne oldu da kendilerinden beklenen tepkiyi aylardan beri ortaya koyamadılar. Çünkü mezarlar yerine, plazalar bu insanların ziyaretgâhına dönüşmüştü. Sezai Karakoç’tan aparılan diriliş kavramı, yani ba’su ba’del mevt’teki diriliş, sömürgecilere karşı olan diriliş, konfor ve şehvetin etkisiyle metamorfik bir arzuya dönüştü.

Demek istediğim şu… Dünya, bütün insanlar için bir mezaristan. Geçmişiyle, şimdisiyle, geleceğiyle... Muvakkat yaşamımız da bu gerçeği inkâr edemiyor. Filistin ne kadar mezarlıksa Amerika da o kadar mezarlıktır. Mesele, bizim mezarı yani ölümü algılayışımızda farklılaşıyor. Dünya ziyaret edilip yola devam edilecek bir yer midir? Yoksa kalıcı bir ikametgâh mıdır?

Ziyaretçiler (züvvar), yolcu (zâir) olduğunu inkâr ederse; dünya, mezarışerif olamaz. Dünya, müzevvir politikacıların, müzevver politikalarıyla içerisinde soykırım da dâhil en kötü işlerin yapıldığı bir ednâ mekâna dönüşür.

Anadolu Ajansı aktarıyor:

Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) Sözcüsü James Elder, UNICEF'in 31 Ekim'de Gazze'yi bir çocuk mezarlığı olarak nitelendirdiğini anımsatarak, "Geçen ay Refah'ta yeni mezarlıklar inşa edildiğini ve mezarların çocuklarla doldurulduğunu gördüm." ifadesini kullandı.

İngiliz The Guardian gazetesinde kaleme aldığı yazısında Elder, Birleşmiş Milletler'de (BM) çalıştığı 20 yıl boyunca Gazze Şeridi'nde bulunan Han Yunus ve Gazze kentlerindeki yıkımın benzerine şahit olmadığını ve Refah'a düzenlenecek olası kara saldırısından endişe duyduğunu belirtti.

Raporlar, 14 binden fazla çocuğun öldürüldüğünü gösteriyor.


Böyle bir tabloda, bütün vicdanlı insanların da ölmesi yani Nasreddin Hoca gibi mezara girmesi ve mezardan kalkması gerekiyor. Evet, sonunda Hoca gibi işkencelere uğramak da var; ama fincancı katırlarını ürkütmek, fincanları kırmak; ancak mezara yatıp mezardan kalkmakla mümkün olabilir, mevcut konforumuzla değil.

Neydi bu fıkra?

Hoca bir gece mezarlıktan geçerken aniden ayağı kayar ve eski bir mezarın içine düşer. O anda aklına geceyi orada bir ölü gibi geçirerek yazıcı melekleri görme fikri gelir. Hemen yatar ve beklemeye başlar. Bir süre sonra mezarlığa yaklaşmakta olan fincancı kervanından yükselen katırların çan sesleri, katırcıların konuşmaları, homurtular derken iyice yaklaşan seslerden korkan Hoca, kıyamet vakti geldi sanarak dışarıda ne olduğunu görmek için mezardan dışarı çıkınca, bir anda yarı çıplak Hoca'yı gören katırlar ürker. Hortlak görmüş gibi her biri bir tarafa kaçışan katırlar bütün yükleri yerlere yuvarlar, fincanları zayi ederler. Bunun üzerine sinirlenen fincancılar koşup Hoca'yı yakalarlar:

– Be adam gecenin bir vakti ne yapıyorsun burada derler. Hoca korkudan kekeleyerek:

– Be be ben öbür dünyadan geldim. Bir bakayım burada işler nasıl gidiyor, deyince adamlar Hoca'yı bir güzel pataklarlar.

Perperîşan eve dönen Hoca'yı karısı telaşla karşılar:

– Eee, anlat bakalım, ne bu halin? Öbür dünya nasıl? Ne var? Hoca biraz vakurlu, biraz üzgün:

– Hiç bir şey… Ta ki fincancı katırlarını ürkütene kadar…

İsrail’e, dünyanın pek çok yerinden katırlar yollanıyor. O katırları tökezletecek çukurlardır, o katırları ürkütecek mezardan fırlayan Nasreddin Hocalardır. Katırcıların kimler olduğunu bilmek, tekliflerine karşı mezarda yatan ölü gibi olmak ve fırsat ele geçtiği anda mezardan fırlayıp fincanların dağılmasını sağlamak vazifemiz olmalı.

Katırın inadı, gâvurun inadıdır. Onu ancak mezardaki ölü kırar.

1917’deki İngilizlere karşı Türklerin Gazze Muharebesi’ni Falih Rıfkı’nın Zeytindağı’ndan hatırlayalım:

“Cephemizle karşı cephe arasındaki en elverişli tarassut yeri burası idi. Arap mezarlarının altında sekiz tünel deldik, cesur tarassut zabitleri, bu tünellerden geçip top ateşlerini idare ediyorlar. (…) Bazen yıkılan toprak, tünel ağızlarını kapıyor, zabitle nefer nefeslerini boğan bu dar kanalın içinde menfezleri yeniden tırnaklarıyla açıyordu.” (…)

Türklerin o günlerde, mezarların altından açtıkları tüneller, bugün Gazze’deki direnişçilerin düşmana korku salan mukavemet tünelleridir. Onlar, ölmeden önce ölünüz, hitabına ölmeden girdikleri mezarlardan cevap veriyorlar.

Şeyh Ahmet Yesevî’nin, Türkistan’da girdiği mezarın içerisinden verdiği hikmet derslerini, Yûnus Emre Anadolu’dan nasıl dinlemiş? Yûnus Emre, elimizden tutup bizi mezarlıkta dolaştırıyor. Hayatın manasını, oradaki gözlemlerinden yola çıkarak şiire döküyor. Gelin şiiri okuyalım ve dilerseniz Ruhi Su’dan bir kez dinleyelim. Orada, karanlık mezarların arasında silinmiş hece taşlarının Yûnus’un aydınlık gözünden nasıl okunduğunu göreceksiniz, hırs harmanının kaldırılışını değil…

Yalancı dünyâya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler

Kiminin başında biter ağaçlar
Kiminin başında sararır otlar
Kimi mâsûm kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne bir haber verirler

Toprağa gark olmuş nâzik tenleri
Söylemeden kalmış tatlı dilleri
Gelin duâdan unutman bunları
Ne söylerler ne bir haber verirler

Kimisi dördünde kimi beşinde
Kimisinin tâcı yokdur başında
Kimi altı kimi yedi yaşında
Ne söylerler ne bir haber verirler

Kimisi bezirgân kimisi hoca
Ecel şerbetini içmek de güç a
Kimi ak sakallı kimi pîr hoca
Ne söylerler ne bir haber verirler

Yûnus der ki gör takdîrin işleri
Dökülmüşdür kirpikleri kaşları
Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler ne bir haber verirler

#mezar #mezarlik #ziyaret #tezvir #kama #harman #yalan #kaytan #biyik #ecel #yunus #yesevi #turkistan #nasreddin #gazze

Yorumunuzu Ekleyin

Adı-Soyad
E-Posta
Yorum
İşlemin Sonucu
  • Yorumlar T.C. Yasalarına aykırı olamaz.
  • Hakaret içeren yorumlar, yayınlanmasa bile yasal mercilere iletilebilir
  • KVKK Kapsamında, bilgileriniz, yasal merciler hariç kimseyle paylaşılmaz.
  • Formda doldurduğunuz bilgiler ve IP adresiniz sisteme kaydedilir.
  • Yorumunuz onaylanıp yayınlandığında, sadece yorum, isim ve yorum tarih saati gösterilir.

YAZARIN SON YAZILARI

Eşkıya Kim? (49)

Eşkıya Kim? (49)

Mustafa Özbilge'nin son yazısı yayında...
Ehven-i İhânet (47)

Ehven-i İhânet (47)

Mustafa Özbilge'nin yeni yazısı yayında...
Ya Âhirimiz Ya Âhiretimiz Filistin (46)

Ya Âhirimiz Ya Âhiretimiz Filistin (46)

Mustafa Özbilge'nin yeni yazısı yayında.
Hâlimiz Haddimiz mi? (45)

Hâlimiz Haddimiz mi? (45)

Mustafa Özbilge'nin yeni yazısı yayında.
Bahar Oyunu

Bahar Oyunu

Mustafa Özbilge'nin yeni şiiri yayında...
Bayram Efkârı (44)

Bayram Efkârı (44)

Mustafa Özbilge'nin yeni yazısı yayında...

GENEL BİLGİLER

Taraklı

Taraklı

Taraklı Nerede, Taraklı'nın tarihi ve coğrafi özellikleri
Taraklı Otobüs Saatleri

Taraklı Otobüs Saatleri

Ağustos 2023 Güncel Taraklı - Sakarya Otobüs Kalkış Saatleri, Taraklı Otobüs Saatler 2021, Taraklı Otobüs Tarifesi, Taraklı Sakarya ilk otobüs ne zaman? Taraklı - Sakarya Son Otobüs Ne zaman? Sakarya Taraklı İlk Otobüs Ne Zaman, Sakarya Taraklı Otobüs Saatleri, Taraklı Koop Otobüs Saatleri
Taraklı'da Gezilecek Yerler

Taraklı'da Gezilecek Yerler

Taraklı'ya geldiğinizde gezilecek yerler neresidir? Taraklı'nın en popüler gezilecek yerleri yazımızda.
Taraklı Termal Turizmi

Taraklı Termal Turizmi

Taraklı'da termal turizmi, Türkiye'deki belli başlı noktalardan biri haline gelmiştir.