Saatçi Hacı Nevzat
Ankara Caddesi’nin üst tarafı Hacımurat, alt tarafı Ulucami. Biz yolun altında otururduk. Sınırda.
Çocuğun bir mahallesi olur, bir de arkadaşı. Benim arkadaşım Can’dı, sokağımız Yunuspaşa.
Can, benim gibi serbest değildi. Çünkü onun annesi çalışıyordu. Bu yüzden gündüzleri daha çok dedesinin nezaretinde evde oturuyordu.
Onu her gün evden çıkarmaya uğraşırdım. O ise beni eve sokmaya… Tüm komşular duyardı Hacı Nevzat’ın dükkânının önündeki çatlak sesimi ve bu öyle bir işkenceye dönüşürdü ki etrafta; zavallı Arif dede çaresiz, Can’ı dışarı salıverirdi.
Arif dede, bir taraftan yürüyemeyen eşi Zeynep Hanım'ı, diğer taraftan da torunu Can’ı beklerdi. Benim boyumun henüz zillere erişemediği günlerdi. Başkalarının kapılarını tekmelemek hiç âdetim olmasa da avaz avaz bağırırdım.
-Caaan Caaaan! Çıksanaaa oluuum!
Can’a sesimi duyurana kadar epeyi çırpınırdım. Aralarda soluklanmak için bir yanağımı Saatçi Hacı Nevzat’ın camına yapıştırıp vitrindeki saatleri seyrederdim.
Can’lar bu iki katlı evin ikinci katında kiradaydılar. İlk kat, yolun altına, Rüştiye Sokağı’na inen yokuşa bakardı. Burada yalnız başına yaşayan, cepleri şekerci dükkânı Hacı Nebiye kalırdı.
Bu evin Yunuspaşa Çarşısı’na bakan ilk katı, Saatçi Nevzat’ın dükkânı. İkinci kat, Can’ların evi. Peki, o zaman Rüştiye Sokağı’ndaki Hacı Nebiye’nin evi kaçıncı kat oluyordu?
Bana o zaman oldukça karmaşık gelen eski, fakat beyaz kireç badanasıyla yeniymiş gibi gözüken bu bina, Hacı Nevzat’ındı. Dükkânının altını üstünü kiraya vermişti, kendisi ailesiyle Karşı Mahalle’deki atadan kalma eski bir evde oturuyordu?
Dedemin ahbabıydı. Karşı Mahalle’den komşu olurmuşuz. Dedem, camiye gidenleri sever. Hacıya gidenleri de pek sever. Hacı Nevzat, hem hacıya gitmiş hem de namazlarını beş vakit camide kılıyordu.
Bakır güğümü ezandan yarım saat önce doldurur, dükkânın kapısının önünde usul usul abdest alırdı. O zamanlar bizim sokak hep abdest alırdı. Semerci Mehmet abdest alırdı, Sobacı Mustafa abdest alırdı…
Öğleden sonraları kendine bir kahve söylemekti âdeti. Sonra tik taklarla dolu küçücük dükkânında tamirata başlardı. Ha düştü ha düşecek dediğim tek gözüne iliştirdiği siyah büyüteciyle kapağını açtığı bir saatin organlarını incelerken avucundaki kırmızı saat pompasını çarkın kenarından fıst fıst ettirir, sonra başını bir anda kaldırarak, kara sakallarının arasından açılan mütebessim ağzıyla pes perdeden benimle konuşurdu.
-Ne o, duymuyor mu?
Sokağı çınlatan sesimin, Saatçi Nevzat’ta sorulu cevaplı karşılık bulması, beni kimsenin duymadığı vehminden kurtarırdı. Böylece yeniden ve daha kuvvetli bağırabilme gücünü kazanırdım.
-Caaaan! Duymuyo musuuun?
Can, evde olmayabilir de, ancak Hacı Nevzat böyle durumlarda benim çığırışımı işitir işitmez:
-Çıktılar çıktılar!
diyerek uyarırdı. Hatta nereye gittiklerini -ya anneannesine gider bu çocuk ya da diğer dedesinin Orta Çarşı’daki ayakkabıcı dükkânına- tafsilatıyla haber verirdi.
Küçük krem kutusundan cımbızıyla bir pim çeker, kayışın pim yatağından geçirerek elindeki saate takıp, sonra tekrar bana dönerdi.
-Len ne bu zayıflık oğlum! Baban hiç et yedirmiyor mu sana? Anana söyle, her sabah ılık suya iki kaşık şeker katsın, içirsin; bak pehlivan gibi olursun o zaman, derdi.
Zenith automatic, kapakları açık; Omega’nın üç kapağı var. Sarı kadranlı Hislon, nikel kasa, TCDD yazıyor üstünde, arkası tren kabartmalı; Nacar, köstekli; Seiko 5’lerin yanında tarihi var. Casio, made in Japan; Cıtızen, stainless steel, water resistant…
Alnım-burnum tozlu camın üzerinde dalga dalga...
Cırcır, kurma kolu, balans...
Akrep, yelkovan, pandül, pil...
Serkisof’un hoplatan çınlaması…
-Caaan! Caaan! Bak gidiyorum, çıkmıyor musun dışarı?..
Gıcırdayan balkon kapısı açıldı.
...
#