Fotoğraf Müzayedesi
Üniversitenin fotoğrafçılık kulübü, öğrencilerin çektiği fotoğraflardan otuzunu tablo boyutuna getirip şövalyelere asarak hafta boyunca sergiledi. Konuya bir sınırlandırma getirilmediği belliydi: çiçekler, kelebekler, dağlar, ağaçlar, mezar taşları, sokak araları, deniz kenarları, çocuklar, yaşlılar, eski binalar… Balkanlardan ve Bursa’dan çekilmiş birkaç karenin dışında, mekân olarak da daha çok İstanbul...
Serginin son günü, fotoğrafları bahçede müzayedeye çıkardılar. Alıcıların genelini öğrencilerin oluşturduğu yirmi liradan başlayan satışlarda, kimi fotoğraflar elli liraya kadar müşterisini bulurken bazıları olduğu yerde kalakaldı. Sergide ben de bir fotoğraf beğenmiştim. Zaten onu alma niyetiyle kalabalığa sokulup bu şenliğe katıldım.
Alıcısı olduğum fotoğrafı çeken kişi; anlaşılan, makinasını ağacın yanından ikindi vakti gökyüzüne doğrultarak istediği perspektifi yakalamıştı. Kuru, fakat ulu bir ağaç, fotoğrafın bütününü kaplıyordu. Göğe doğru uzanan iskelet dallar, beyaz bulutların altında gittikçe kararsa da bulutların parçalarından sıyrılan mavilikte, ağaç biraz olsun aydınlanıyordu.
Başka bir ağaçtan ağdığı anlaşılan beş küçük yeşil dal, beş küçük kardeş gibi kuru dalların karşısında başlarını çıkarmış, kıkırdayan şen çocuklar gibi fotoğrafın kenarından fırlarken siz bütün bu manzarayı enginlere kanat açmış bir martının gözünden de seyredebilirdiniz.
Evet, nasıl olmuşsa o da dâhil olmuştu bu enstantaneye. Martının gagasıyla kırık dalların beraberliğinden, net alan derinliği’nin çok iyi ayarlandığı ve fotoğrafın tripodsuz çekilmediği amatör bir fotoğrafçının dahi fark edebileceği bir ayrıntıydı.
Müzayede hızlı başladı. Cüzdanımdan yirmi lirayı çıkardım, her ihtimale karşı beş lirayı da pantolonun cebinden üstüne katıp gömleğin cebinde hazır ettim. Alıcılar öğrenci olduğu için otuz liranın üstünü zorlayan pek azdı:
-Yirmi, yirmi iki, yirmi beş, sattım!
Benim fotoğrafın sırası geldiğinde, bu iş çabuk bitsin diye yirmi bir demedim, yirmi üç dedim. Yirmi beş veren var, dedi müzayedeci. Neyse bozukluklardan ekleyelim, eğlence bu ya... Böylece fiyatı yirmi altıya çıkarmış oldum. Sonra ne oldu, onu ben de anlamadım. Otuz veren var, sesi yükseldi.
Allah Allah! dedik. Yirmiye alacağımız şey, otuza yükselmişti. Zaten ağırlık yapan şu bozukluklardan kurtulayım hesabı; otuz üç, dedim. Müzayedeci, benim verdiğim rakamı duymadan, kırk veren var, dedi.
Fotoğrafa yeniden baktım. Sanattan anlayan sadece ben miydim? İşte adamlar da keşfetmişlerdi perspektif denen şeyi. Demek, benim düşündüğümden çok yukarıda bir sanat değerine sahipti bu fotoğraf. Cüzdanı çıkarıp temizinden elli lirayı çekerek, bu iş artık bitsin dedim.
-Elli veren var!
Şükür, müzayedeci de duydu artık sesimi. İsterse duymasın. Fotoğrafa elliyi verdik.
-Yetmiş veren var!
Bu kadar da olmazdı canım. Yetmiş lira verilmezdi ki bu fotoğrafa. Kesin, benim göremediğim bir şey vardı. Fotoğrafı yeniden incelemek gerekecekti...
-Satıyorum!
Vakit yok, vakit yok! Gitmek üzereydi fotoğraf… Gömleğin cebindeki otuz üçü ekleyip bağırdım:
-Seksen üç veriyorum!
Yaz havasından mıdır, müzayede kalabalığından mı, epeyi terlemişim. Bir tedirginliktir başladı. Ellerim falan titriyor. Aslında ortama yabancı değildim, daha önceden güvercin mezatlarına izleyici olarak katılmıştım.
-Yüz veren var!
Hangi ahmak veriyordu bu fotoğrafa yüz lirayı? Tamam, sanattı bu; anladık, ama o kadar da olmazdı. Fotoğrafın yanına tekrar yaklaştım. Ağaç göğe uzanmış, bembeyaz bulutlar yürüyor, mavi gök, yeşil dal, martı da var…
Yok yok, değerli bir eser olmasa insanlar bu kadar para vermezlerdi. Fotoğrafın arkasına baktım, siyah mürekkeple zarif bir yazı: Mihrinaz…
Hem de bir kız çekmiş fotoğrafı! Hay ya Rabbim! dedim. Yaptığım şu işe bir bak... Ara Güler olacak hâli yoktu ya! Ama kesin bir numara dönüyordu, çünkü kalabalıkta fiyatı kimin arttırdığı belli olmuyordu. Oyuna mı geliyorduk?
-Satıyorum!
Zor zamanlarımın anahtar sözü zihnimde çaktı: “Oldu olacak, kırıldı nacak!”
-Yüz yirmi!
Kuru dallar gökyüzüne uzanıyor. Bulutlar rüzgârın etkisiyle az sonra dağılır. Martı yeşil dallara konar. Kuru ağaç çiçek açar, meyve verir, belki yağmur da yağar…
-Yüz elli veren var!
Çok zamandır sövmezdim, sövdüm…
Adam, yüz elliyi de verdi. Hayır, vermedi, veremezdi. Yağma mı vardı! Olmazdı. Önce bu fotoğrafı keşfeden bendim. Başkasına mı bırakacaktım.
Zor zamanlarımın ikinci anahtar sözü: “Nam olsun kâr olmasın!”
Sesim boğuk çıktı, ama müzayedeci duydu:
-İki yüz!
-İki yüz!
İş bitti derken…
-İki yüz elli!
Olanlar oldu… Bütün param iki yüz seksen üç liraydı. Beş lirayı akşamki yemek için kenara atıp iki yüz yetmiş sekiz diye bağıracaktım ki omuzuma bir el dokundu. Baktım, ufak tefek bir delikanlı, yaşlı gözleriyle bana bakıyor. “Ne var lan!” dedim. “Lütfen abi” dedi.
-Lütfen… Bütün bursum gitti. O fotoğraf Mihrinaz’ın…
Yapacak bir şey yoktu. Yüz yirmi beşini ben verdim. Yüz yirmi beşini o... Mihrinaz’ın fotoğrafını aldık. Ulan mal mısın, dedim; baştan gelseydin ya yanıma? Tabii keyfine diyecek yoktu onun, fotoğrafı almıştı. Olan bizim yüz yirmi beşe oldu. Gerçi, haybeye bu zıpçıktı fotoğrafa iki yüz seksen üçü verseydim daha mı iyi olacaktı?
Olsun… Sevap olur…