Çömlek Patladı, Ama Oyun Devam Ediyor (26)
Bir şiir yazdıysam tahtaya yahut kitaptan okuduysak bir şiiri, o eseri sınıfta bestesiyle de dinleriz. Şiirin ahenkle ilişkisini “Elhân-ı Şitâ”dan yahut “Merdiven”den ne kadar anlatsak yine de güftenin besteyle buluşmasını, mısraların öz musikisine eşlik edecek notalarla da duyurabilmeliyiz öğrenciye.
Mesela Yahya Kemal’in “Bir Başka Tepeden” şiiri okunuyorsa Münir Nurettin’in bestesi ve sesiyle; Nazım Hikmet’in “Ceviz Ağacı” okunuyorsa hemen akabinde Cem Karaca’nın bestesi ve sesiyle; “Zeynebim Türküsü” Erkan Oğur’un sazıyla kulaklara çalınmalı. Böylece öğrencilerin alışık olmadıkları müzik tarzlarıyla da buluşmasının imkânı oluşur.
Bir şiirde bir müziği, bir tabloda bir hikâyeyi, bir roman veya tiyatroda bir filmi görebilmek bireylerde ilginç sonuçlar doğurabiliyor. En önemlisi de birinden birine ilgisi olan kişi, ilgisi olmadığı diğer alana daha kolay geçiş yapabiliyor. Müziği seven fakat şiire ilgisi olmayan, müzik uğruna şiire de yönelebilir. Müzik yoksunu bir kulağın, sevdiği şiirler hürmetine, hem de hiç tarzı olmadığı bir müziğe yönelmesi mümkün olabileceği gibi.
Bir sanat, başka bir sanata temas edince onların bütünleşmesinden etkilenip yabancısı olduğun sanata yaklaşabiliyorsun. Roman okumak zor; roman okumaktan belki nefret eden bir okuyucu, çok hoşlandığı bir film sayesinde bir romanı merak edip sonrasında ilgiyle okuyabiliyor. Sevdiğinin sevdiklerini de seviyorsun. Öncesinde sevmesen de…
Abdülhak Hâmid Tarhan’ın “Makber”ini, Münir Nurettin Selçuk’tan dinlediğimiz bir esnada, arka sıranın birleştiği duvarın sol üst köşesinde, kırmızı kalemle yazılmış iki Instagram hesabı gördüm. Altında da dilek ve temenniler: “Allah rızası için hesabımızı takip edin!”
İkisi de sınıfımızdan, ikisi de kız öğrenci. Müzik sustuktan sonraki birkaç saniye durdum. Dinlenen parçaya dair benden beklenen birkaç sözdü belki. Ama doğrudan sınıfın dikkatini, parmağımla işaret ettiğim duvardaki yazılara çekerek “Neden takip etmeliyim sizin hesaplarınızı?” dedim. Onlar da yazdıkları, yalvarmalı yakarmalı cümlenin garipliğine değil de sınıf duvarına, renkli kalemle yazmış olmanın kabahatine yoğunlaşıp teneffüste o yazıları sileceklerini söyleyerek özür dilediler. En ön sıradan bir öğrenciyse atılıp: “Siz, o hesapları takip edemezsiniz Hocam, çünkü Instagram hesabınız yok!” diyerek kötü bir blöfçü olduğumu açığa vurdu.
Sustum.
Beğen, yorum yap, takip et, abone ol ve paylaş… Hepsi çok kısa bir anda olup bitiyor ve biz, o ân içinde kanatlanıp tekrar yere iniyoruz. Bir sözün, resmin, videonun beğenilmesi, paylaşan için tam bir iftihar vesilesi. Bu bir askerin üniformasında taşıdığı iftihar nişanından da öte; paylaşanın kalbinde kısa süreli heyecan duyuran tatmini mümkün olmayan hemen takılıp sökülen parlak apoletler gibi... Her paylaşım, kısa bir süre içinde eskiyecek ve artık ne beğeni, ne paylaşım, ne yorum… Kullanıcı, işlediği bir cürüm sebebiyle apoletleri sökülen komutanın düşkünlüğüne, alelâde bir nefere dönüşecek.
Divan şiirimizde şairler, kasidelerde kendi şiir maharetlerini fahriye bölümünde dile getirir. Nefî’, kasidesinde Sultan Ahmed Han’ı övdükten sonra şiiriyle ortaya koyduğu haklı başarının neticesinde övgüyü kendine döndürür:
Dürr-i nazmım çarha mengûş olsa bilmez rûzigâr
Şi’r-i Nefî midir ol yâ kevkeb-i Şi’râ mıdır
(Şiir incim feleğe küpe olsa, yine de zaman; O, Nef’i’nin şiiri midir, yoksa Şi’râ yıldızı mı olduğunu bilmez)
Peki, biz ne yapıyoruz da sosyal medyada sürekli bir beğeni (like), bir takdir umudu içine giriyoruz? Seçenekler içinden bizim seçilmemiz, tercih edilebilir bir meziyetimize mi bağlı? Sanal dünyada kendimizi beğendirmek gerçek dünyadaki sevgi, ilgi, bağlılık ihtiyacımızın sükûn bulamaması mı? İşin duygusal, psikolojik tarafının göz ardı edilemez boyutta olduğu kesin. Ancak gazete, dergi ve TV’lerin eski popülaritesini kaybetmesinden sonra şimdilerde şirketlerin ürünlerini pazarlaması için sosyal medyaya yöneldiğini unutmamak gerekiyor.
Yukarıdaki hikâyeye dönersek öğrencilerin takip edilmeyi yalvarma cümleleriyle ifade etmesinde ironik bir taraf olduğunu hemen fark etmemiş değildim. Ama bu ironi içinde güçlü bir arzunun da olduğunu görmezden gelemezdim. Çünkü birkaç gün sonra aynı hesaplar, bu defa sıranın üzerine kazınmıştı.
Değersiz görülmenin verdiği huzursuzluğu aşmanın en etkili yolu, sayıca çok takipçinin olması ve bir hareketinin çokça beğenilmesi, paylaşılması ve yorumlanmasıdır. Yatışmak mutlak anlamda mümkün olmasa da sıkıntılı bir vakitte gelen tek bir emoji kullanıcıya soluk aldırır. Diğer taraftan her ikisini birden sağlamanın yani hem duygusal hem parasal tatminin temini, kullanıcıların motivasyonunu optimal kılacaktır.
Bir şeyle övünmeye, methedilmeye, mefhara ihtiyacı var her insanın. İyi top oynayan bir çocuk, emsalleri arasında iyi futbolcu; zanaatını marifetiyle icra eden bir adam, meslektaşları arasında usta bir adam; becerikli bir anne; kadınlar arasında maharetli bir kadın olarak anılır ve tabiatıyla takdiri bekler. Fakat her şeyinle; bedeninle, ruhunla, zekânla, gerçekte olduğun veya olmadığın, her ânınla, herkes tarafından yahut belli bir sayının üstünde beğenilmeyi beklemenin, bir yaşam şekline dönüşmesi; durumun, geçmiş dönemlerin müfâharetinden/övünmesinden çok daha ileri boyutta olduğunu gösteriyor.
İyi top oynayan çocuğun çektiği ve paylaştığı videoda; onun futbol yeteneğinden çok daha önemli olan ayağındaki krampon, üstündeki forma ve sektirdiği toptur. Ustanın hangi marka araçları kullanarak tamir yaptığı; onun bilgi, tecrübe ve becerisinden önde gelir. Sadece lezzetli yemekler yapan bir anne değil, annenin hangi marka mutfak malzemeleriyle bunu başardığı dikkati çekmelidir. Başarı, sahip olacağın ürünlerle gelir. Bütün paylaşımlarda insan, özne olan markaların nesnesi durumuna düşer. Oysa bir aldatmacayla insanın özne yani influencer olduğu söylenir.
Kur’ân’dan Türkçe’ye, Türkçeden Kur’ân’a yazılarımızın yirmi altıncısı olacak bu yazı; yukarıdaki gerçekliğimiz üzerinden ele alınmaya çalışılacaktır. Her zaman olduğu gibi bu ikinci bölümde, kelimelerin sözlük anlamlarını, Kur’ân’da kelimelerin nasıl geçtiğini ve Türk Şiiri’ndeki örneklerini vermeye çalışacağız. Son bölümde ise birinci ve ikinci bölümde ifade edilenleri, çeşitli düşünce ve yorumlarla toparlayıp neticelendirmeye çalışacağız.
İftihar kelimesi biriyle iftihar etmek, övünmek; biriyle gurur duymak anlamındaki fehara kökünden gelir. Kubbealtı Lugatı’nda kelime: “Bir şeyden dolayı haklı olarak övünme, övünç; şeref, şan duymaya sebep olan şey veya kimse” anlamları verilir. Ahmedî’nin kılıç ve kalem arasındaki üstünlük yarışını anlattığı kasidesinde kelime şöyle geçer:
Pes kılıç didi benümle ider ekâbir ululıh
Pes kalem didi benümle ider efâzıl iftihâr
(Şu halde kılıç dedi ki ileri gelenler benimle ululuk eder; öyle ki kalem de faziletliler benimle iftihar eder dedi).
İfhâr kelimesi de aynı kök üzeredir. “Şereflendirme, üstün etme” manasındaki kelime bir beyitte şöyle geçer:
Misli vardır kavlini elbette inkâr eylerim
Sevdiğim mahbube-i rânayı ifhar eylerim
(O sevgilinin benzeri vardır, sözünü elbette inkâr ederim; sevdiğim güzel sevgiliyi üstün kılarım, şereflendiririm).
Fahr kelimesi de aynı kök üzeredir. “Övünme, iftihar, gururlanma; iftihar kaynağı, iftihar sebebi, övünç, medâr-ı iftihar; özellikle Bektâşîler’in giydiği, üzeri dilimlere bölünmüş taç” manalarına gelen kelime Avnî (Fatih Sultan Mehmed)’nin bir beytinde kelime şöyle geçer:
Benüm sen şâh-ı meh-rûya kul olmak iledür fahrüm
Gedâ-yı dilber olmak yeğ cihânun her safâsından
(Benim övüncüm sen, ay yüzlü şaha kul olmaktır; sevgilinin dilencisi olmak dünyanın her sefasından yeğdir).
“Çok övünen, övüngen” manasındaki fahhâr kelimesi de aynı kök üzeredir. Kelime, Rahman Suresi 14. ayette şöyle geçer:
“Haleka-l-insâne min salsâlin kelfehhâr”
(İnsanı pişmiş çamurdan yapılmış çanak gibi bir kurumuş ses verir balçıktan yarattı).
Lâzikîzâde Feyzullah Nâfiz’in bir beytinde kelime şöyle geçer:
Kevkeb-i şān ile fahhār olan erbāb-ı düvel
Bāb-ı şāhide piyāde görünür misl-i geda
(Şan, ihtişam debdebesiyle çok övünen devlet sahipleri; şahın kapısında dilenci gibi piyade görünür)
Fahûr kelimesi de aynı kök üzeredir. “Çok övünen, çok iftihar eden” manalarına gelen kelime, Hadid Suresi 22-23. ayette şöyle geçer.
“Mâ esâbe min musîbetin fî-l-ardi velâ fî enfusikum illâ fî kitâbin min kabli en nebraehâ inne zâlike ‘alallâhi yesîr Likeylâ te/sev ‘alâ mâ fâtekum velâ tefrahû bimâ âtâkum vallâhu lâ yuhibbu kulle muhtâlin fehûr”
(Ne yerde ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir Kitapta olmasın. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır. Ki elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve size verdiğiyle sevinip şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez).
Kelime Tevfik Fikret’in bir mısraında şöyle geçer:
Kalbe şu fenle gelir neş’eli bir hiss-i felah
Sana baktıkça fahûrâne parıldar gözler
(Kalbe neşeli bir kurtuluş hissi şu fenle gelir; sana baktıkça iftiharla parıldar gözler).
“Bir ücret karşılığı olmadan, sırf şeref ve iftihar vesîlesi olmak üzere verilen (pâye), onursal; ücretsiz, karşılıksız, hasbî” manasındaki fahrî kelimesiyle “Dîvan edebiyâtı şâirlerinin kasîdelerinde kendilerini övdükleri bölüm veya bu maksatla yazdıkları manzume” manasındaki fahriye kelimesi de aynı kök üzeredir.
Kelime Lâzikîzâde Feyzullah Nâfiz’in bir beytinde kelime şöyle geçer:
Ey gül yeter ağyār ile bu gūne mübāhāt
Fahriyye-i hār etme hezārān-ı cihana
(Ey gül, rakipler ile bu çeşit övünmen yeter; dünyanın bülbüllerine dikeni övme)
“Övünmek” manasındaki tefâhür/tefahhur kelimesi de aynı kök üzeredir. Kelime Hadid suresi 20. ayette şöyle geçer:
“İ’lemû ennemâ-lhayâtu-ddunyâ le’ibun ve lehvun ve zînetun ve tefâhurun beynekum ve tekâsurun fî-l-emvâli vel-evlâd”
(Biliniz ki dünya hayatı şüphe yok, ancak bir oyundur ve bir eğlencedir ve bir süstür ve aranızda bir övünmedir ve mallarda ve evlatça bir çoğalıştır).
Kelime Nefî ve Fuzûlî’nin beyitlerinde şöyle geçer:
Tâc ü destâr ile tefâhur eder
Başını açıcak keli görünür
(Taç ve sarıkla övünür; başını açınca keli görünür).
Eflâke tefâhur eyle ey hâk
Kim oldu refîkin o dürr-i pâk
(Göklere karşı övün ey toprak ki o pak inci senin yoldaşın oldu).
Aynı kök üzere Mefhar: “Kendisiyle övünülen, övünme sebebi, iftihar vesîlesi olan kimse veya hal” demek. Müfâhir: “Kendini öven, övünen” müfâhare ise “kendini övme, övünme” manalarında kullanılmaktadır.
Vahyî’nin bir beytinde şöyle geçer:
Hazret-i Mustafâ habîb-i Hudâ
Mefhar-i şer’-i dîn ü millet olur
(Hazreti Mustafa, Huda’nın sevgilisi; din, milet ve şeriatın övüncüdür).
Müftehir, “Övünen, iftihar eden kimse” anlamına gelir. Mefharet ise: “Övünme, koltukları kabarma, iftihar etme” anlamına gelir. Kelimeler Vahyî ve Tevfik Fikret’in mısralarında şöyle geçer:
Tîğ u sinân ile degül müftehir
Âlet-i harb ancak ana münhasır
(Ok ve kılıçla övünen değil; savaş âleti ona münhasırdır).
Her lâhza bir nümâyiş-i handan-i mefharet
Yüzlerde, süngülerde, kılıçlarda berk urur
(Her ân övünme neşesinin gösterisi; yüzlerde, süngülerde, kılıçlarda şimşek çakar).
Yukarıda aynı kökten gelen on beş civarı kelime verildi. Türkçe sözlüklerde mevcut, Türk şiirinde de kullanılan bu kelimeler; Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif şekillerde geçmektedir. Biz şimdi bu kelimelerin de yardımıyla yazının birinci bölümündeki meseleye tekrar eğilelim.
Bir film, bir romanı; bir müzik parçası bir şiiri; ebru sanatı, hüsnü hattı sevdirebiliyor. Sosyal medya hesaplarımızda ise bu çift yönlülük, hem beğenilmek hem para kazanmak üzerinden (win win) akışla gerçekleşiyor. Çocuklar niye sanatın kendini kolay teslim etmeyen zorlu yollarında yorulsun?
Kendi övgümüze (fahr) dönük olan bakışımız, başkalarının ürünlerinin pazarlanmasına hizmet ediyor. Başkaları için yapılan bir yardım faaliyeti bile yine bizim beğenimize, gururumuza dönüyor. Başkalarının felaketleri de mutlulukları da bizim beğeni hanemize iftihar ifradı olarak yazılıyor.
Bu beğeni, bir sonraki paylaşımda kazanç oluyor. Bu ortamda bir şeyi sevmek başka bir şeye yönelmeye vesile oluyor. Sadece kendimizi tekrar tekrar ilgi odağı kılmamız, bir sonraki aşamada satın almak konusunda takipçilerini etkileyen Influencer (etkileyen kişi) olmayı temin ediyor. Tabii önce takipçi satın alıp sonra satın aldırmak da başka bir iftihar.
Fakat burada bir aldatıcılık var. Kendi övgümüze dönük görünen şey, şirketlerin ürünlerine dönüyor. Burada influencerların satılacak nesneyi bir sihirbaz gibi parlatması, saniyeler içinde binlerce satışın gerçekleşmesini sağlıyor. Sihirbaz elinde çevirdiği çubuğun basitliğini, sıradanlığını bütün seyircilere neredeyse tek tek gösterdikten sonra bu çubuktan olağanüstü bir şey, sıra sıra mendiller, beyaz güvercinler, bir buket çiçek çıkarıverir. Tıpkı şapkadan tavşan çıkarmak gibi sosyal medya kullanıcısının pudrasız yüzü, kullanılan ünlü marka makyaj malzemesiyle birkaç saniyede, çekici bir modelin bebeksi yüzüne dönüşebiliyor.
Burada reklamcı (advertiser) demeyip de bu İngilizce influencer kelimesinin kullanılmasını sıradan bir tercih olarak düşünmemek gerekiyor sanırım. Kelimenin Latince influentia “suyun akışı” ve eski Fransızcada influence kelimesiyle bağlantısına bakıldığında, “kişinin kaderine ve karakterine etki eden yıldızlardan yayılan tesir” manalarını düşünürsek “etki” ve “akış” gücü, insanların üzerinde kader/iktidar olma iddiasını hatırlatıyor.
Reklamını yapıp günlük yaşamına geri dönen insanlar değil; neredeyse günlük hayatının tamamını sosyal medyada abonelerini etkilemeye veren infulencer, yaptığı işten etkilenmek noktasında da bir reklamcıdan çok ötede bir meşguliyete girer. Çocuğu, eşi, köpeği, mutfağı, banyosu, tuvaleti… İktidar/kader, daha fazla ün ve daha fazla para kışkırtmasıyla çift taraflı akış ve etkiyi gönüllük esasıyla ona yaptırır.
Her ne yapacaksak bunu kendimiz için değil, O’nun rızasına ümit bağlayarak yapmayı tavsiye ediyor Din. Bu yol, kişiyi merkezdeki konumundan aşama aşama uzaklaştırıp ilahi rızayı merkeze aldırıyor. Mesela yaratılan birçok şeyi sevmeme durumumuz varken sırf O’nun varlığı adına, Halik’ından dolayı mahlûkatı sevmek durumunda oluyoruz. Bu sevgi, zorlamayla da değil, varlık sebebi olan sevginin, sevgi şubelerine kapı açması vesilesine bağlanıyor. Cümle kapısından girdikten sonra birçok kapıyla karşılaşıyorsun, fakat kapıların hepsi aynı mihraba çıkıyor.
Sanatın (estetik, güzellik) bir dalının başka bir sanatla (ilm-i hüsn) ilişkilenmesi durumunda, her iki sanata da yönelebilen kişi, bütüncül bir güzelliğe (ilmü’l cemal) biraz daha yaklaşabilir. Allah’ı sevmek birçok şeyi sevmenin öğrenilmesini gerektiriyor. Sevmenin bir ilmi ve hocası olmalı. “Birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olamazsınız.” diyen Allah Resulü, “Sizden herhangi biriniz beni nefsinden ve ailesinden çok sevmedikçe tam olarak iman etmiş olamaz.” diyor. Peki, Hazret-i Muhammed (a.s) için kullanılan fahr-i kâinat, mefhar-ı kâinat (kâinatın kendisiyle övündüğü kimse) tamlamasının kullanılması, Habib-i Huda (Allah’ın sevgilisi) ifadesiyle anlam bulmuyor mu?
Sosyal medya hesabından başkalarını beğenmek gerçekte emanet bir beğeni, eğreti bir ilgidir. Ben seni beğeniyorum ki sen de az sonra beni beğeneceksin. Burada sevgi kelimesinin kalıcılığı kesinlikle yoktur. İlginin, aslından olmayıp sonradan ilave edilmiş, geçiciliğine dikkat ettiğimizde, ödünç olarak gelişen bir ilişki biçimini fark ederiz. Yahut takipçilerini, kendi beğenileri üzerinden kendine çekmekle beğeninin beğenisini sağlamış oluyor kullanıcı. Beğendiğimin beğenileri de benim tercihlerimi belirleyecek.
Ortada artık takip edilecek ne bir “bey” ne de bir “bey-lik” var. Uçucu bir “beğ-en-i”ler ağı, eğreti bir meyil. Bireyin sürekli kendisiyle kavgası, didişmesi ve bocalayışı… Güzelliğin sadece kendisinde bir güzellik ya da en güzelinin kendisinde olduğuna dair çocukça bir narsisizm… Bu narsisizmin farkında olan şirketler, insandaki yatışmaz duyguları kâra çevirmenin yolunu şimdilerde sosyal medya kullanıcıları üzerinden buldular. Kazanmanın dışında bir değer yargısı var mı?
Bu kadar çapraşık ilişkilerin eğiliminde hubb-i fillah (Allah için sevmek), buğz-ı fillah (Allah için buğzetmek) kavramlarının izini sürmek bizi bu piyasa dışına çıkarabilecek iki temel dayanaktır. Çünkü bu iki kavram bütün çapraz, dolambaçlı ilişkileri şüpheye yer bırakmaksızın açmaktadır.
Güzel olanın iyi olduğu, iyi olanınsa güzel olduğu anlayışındaki klasik görüş yerine, ne kadar satış yaptığın, övüldüğün, paylaşıldığın, yorumlanıp beğeni topladığın; güzellik ve iyilik kelimelerine karşı üstün tutuluyor. Bu öyle bir mertebeye varıyor ki bir marka adına ortaya koyduğun performansın yani tuşa basan iraden, medar-ı iftiharına dönüşüyor.
Medar kelimesi “dönmek” demek; dönülen nokta, dönüş merkezi… Dünya senin etrafında dönüyor zannediyorsun. Oysa kişi bu mecrada bir tüketim aracı aparatına dönüşüyor. Bunun farkına vardıktan sonra işin içinden çıkamamak, bir müddet sonra kişiyi gerçek hayatla sanal dünya arasında bir karmaşıklığa sokuyor ki bunun adı şizofrenidir.
Fahhâr çömlek demek. İnsanın fahhâr adı verilen pişmiş çamurdan yaratılmış olduğunu tekrar Rahman Suresi’nden hatırlayalım. “İnsanı pişmiş çamurdan yapılmış çanak gibi bir kurumuş ses verir balçıktan yarattı.” Çömlek, kendisine vurulduğunda ses çıkarır. Hatta çömlekten yapılmış pek çok çeşit enstrüman da vardır. İnsanın fahrı, övüncüyle; özü (fahhâr) arasındaki kök ilişkiye dikkat etmemiz gerekiyor. Kendini beğenen, iftihar eden bu varlık yani insan; şan, şeref ve şöhreti, fahrı arıyor. Fahhâr olan insan, diğer insanların kendisini, adını her yere yaymasını, mitolojideki Ekho’nun bedeni gibi varlığının gerekirse parça parça edilip yankılanıp her mecradan duyulacak bir fenomene dönüşmesini arzuluyor.
İlginç olan şu ki Peygamber de iftihar ediyor? Fakat onun müfâhareti/övünmesi “El fakru fahrî” ifadesiyle başkadır. Allah’ın mutlak varlığı karşısında, varlık iddiasında bulunmuyor Nebi, bilakis yokluk/fena ile övünüyor. Allah’a muhtaç olmak, aczinin bilincinde olmak övünülecek büyük bir nimettir. Çünkü yalnız O’na muhtaç olmak O’nun dışındakilerle kuracağın ilişkide seni bağımlı-köle hale getirmiyor. Şahsı hür kılıyor.
Elbette pişmiş toprak (fahhâr-çömlek), pişmemiş toprağa göre daha sağlamdır. İnsanın tefahhuru da böyle sağlam bir özden gelmesine dayanıyor olabilir. Ama bu özün sağlamlığını kendinden bilmek; var edeni, göz ardı ederek müfahir (övünen) olmak, insanın güzelliğini ortadan kaldırır. Çünkü ne kadar güzellik varsa mutlak güzelin bağışı ve ihsanıdır.
Mağaza vitrinlerinde ürün teşhiri için çeşitli kıyafetlerin giydirilip çıkarılmasıyla zamanla deforme olmuş mankenlerin düşmüş burunları, kopuk kolları, solmuş renkleriyle karşılaşmak daima hüzün verir bana. Alıp tamir etmek isterim onları. Sanki canlı varlıklarmış gibi üzülürüm hallerine. Sistem, kendini sürekli revize ederken amaç değişmese de araçlar sürekli değişiyor. Finans-kapitalin üzerinde her türlü eşyayı denettiği pişmiş toprağın (fahhâr-insan), bu hamallık zulmüne çatlamadan daha ne kadar devam edeceğini merakla bekleyen düşünürler yok değil. Fakat çömlek çoktan patladı. Yazık ki oyun bir türlü bozulmuyor.