Türkiye Kutuplaşıyor mu, Türkler Kutup mu?
Kutup: “Yerkürenin ekseninin geçtiği, ekvatora en uzak iki noktadan her biri.” [Kuzeydekine kuzey kutbu, güneydekine güney kutbu denir]. Sözlük, kutup kelimesinin birinci anlamını böyle tanımlamış. Her geçen gün, Türkiye’nin daha da kutuplaştığına dair genel bir yargı var dolaşımda. İnsanların birbirine aykırı düşen yerlerde kendilerini konumlandırdıkları söyleniyor. Gerçekten de böyle mi?
Sözlük: “Birbirine aykırı düşen, zıt olan şeylerden her biri” olarak tanımlıyor kutup kelimesini. Tabii kelimenin mecaz anlamı bu. Oysa kelimenin dördüncü anlamına baktığımızda durum çok değişiyor: “Merkez nokta, merkez.”
Kelimenin mecaz anlamı üzerinde duracağımız bir Türkiye’den bahsetmeden önce, kelimenin dördüncü anlamı olan “merkez nokta, merkez” manasını yüklendiği Türkiye’sine bir bakalım.
Bernard Lewis’in “Modern Türkiye’nin Doğuşu” kitabının 116. Sayfasından iki iktibas yapacağız. Türkiye’de dört yıl geçirmiş olan daha sonra Feld-Mareşal olacak olan Prusyalı Teğmen Helmuth von Moltke 1835’in sonuna doğru İstanbul’a gelir. Moltke Osmanlı İmparatorluğunun savunmasını inceleyerek ve yeni bir askeri teşkilatlanma için planlar hazırlayarak işe koyulur. Bakalım Teğmen Moltke mektuplarında ne diyor?
“… Türkiye’de bir hediye ne kadar önemsiz de olsa eğer bir Hıristiyan’dan geliyorsa bir şüphe vesilesi olur… Rusya’da belki yabancılardan nefret edilir, Türkiye’de ise yabancılar aşağılanır. Bir Türk Avrupalıların bilimde, beceride, refahta, cesarette ve kuvvette kendi milletinden daha üstün olduğunu hiç tereddütsüz olarak kabul eder. Ama bir Frenkin bundan dolayı bir Müslüman ile kendini aynı seviyede görebileceğini aklına dahi getiremez.”
Birinci alıntımız burası. Bu pasajdan anlıyoruz ki o dönemde Türkler’in karakteristik özelliklerinden biri, yenecek üzümün bağının malum olması gerektiği. Nereden geldiği belli olmayan bir nimete el uzatmak Türk’e özgü bir davranış değil. Öyle ki hediyenin bir Hıristiyan’dan gelmesi başlı başına bir şüphe sebebidir. Çünkü imanla küfür arasındaki çizgiyi, kâfirden gelen dünya nimeti silikleştirmemeli.
Sonra yabancıların aşağılanması meselesine geliyor. Buradaki yabancı, dünyanın başka diyarlarından gelmiş herhangi bir dili konuşan, herhangi bir ırka sahip Müslüman değildir. Çünkü Müslümanlar aynı fıkha bağlıdır. Somali’den yahut Çin’den gelen bir Müslüman, Türkiye’de yabancı değildir. Peki, aşağılanan yabancı kimdir? Tabii ki kâfirlerdir. Dolayısıyla bugün imkânsızlıkları sebebiyle aşağıladığımız Müslümanlara yabancı muamelesi yapmamızla döviz güçleri sebebiyle hürmete layık gördüğümüz kâfirleri İslâm’ın adalet ölçüsünde yeniden değerlendirmeliyiz.
Türkler gerçeklerden kopuk insanlar değildir. “Avrupalıların bilimde, beceride, refahta, cesarette ve kuvvette kendi milletinden daha üstün olduğunu hiç tereddütsüz olarak kabul eder.” Fakat bu durum, Frenk ile kendini eşit saymasını gerektirecek bir şey değildir. Çünkü Müslümanlığının yani takvasının onu üstün kıldığını bizzat Allah ifade etmiştir. Bunun aksini söylemeye hakkı da yoktur.
Bu alıntıladığımız paragraf, kutup kelimesinin dördüncü anlamını verir bize. Yani Türkler kendilerini merkezde görmektedir. Dışarısıyla/kâfirlerle kurdukları ilişkiyi de bu merkezdeki konumlarına göre biçimlendirmektedir. Kutb kelimesinin kök itibariyle “toplamak” manasına geldiğini de göz önünde bulundurursak bu birliğin/tevhidin bütün Müslümanlara şamil olduğunu da hatırlayabiliriz.
Moltke’den devam edelim: “Albaylar bize öncelik tanıyor, subaylar hâlâ itirazsız biçimde nazik davranıyor, ne var ki sokaktaki adam bize asla kollarını açmıyor, kadınlar ve çocuklar zaman zaman küfrederek arkamızdan geliyorlardı. Asker ise itaat ediyor, ama selam durmuyordu. Türk komutanlar bile kendi askerlerinden bir gâvura hürmet göstermelerini talep etmeye cüret edemiyordu.”
Dönemin askerî reform çabaları, kendini merkezde görme (kutup) konumunu yavaş yavaş zayıflatmaya başlamıştı; ama halk hâlâ kendini kutup olarak görüyordu. Belki Tanzimat’a kadar bu kolay kolay kabul edilebilecek bir şey değildi.
Şimdi kutup kelimesinin bu dördüncü anlamından biraz uzaklaşıp kelimenin mecaz anlamına dönelim. Soğuk Savaş yıllarında iki kutuplu bir dünyada yaşadıklarına inandırılmıştı insanlar. Ülkeler, politikalarını bu hassas dengeyi göz önünde tutarak ele almak zorundaydılar. Her iki kutbun lider ülkelerinden gelecek hayrı da şerri de bilmek idareciler için esaslı bilgiyi oluşturmaktaydı.
Tavandaki kutuplaşmanın tabandaki insancıklara akseden yönü hiç de soğuk savaş şeklinde değil, sıcak kanın aktığı savaş şeklinde tebarüz etti. Kitleler, kutbun iki lider ülkesinin suiistimallerine ne kadar maruz bırakıldıklarını ölçebilecek durumda mıydı? Hayır. Sermayenin nereden nereye hangi vasıtalarla aktığını gizlemek gizli servislerin birinci vazifesiydi. Sokaklarda kör dövüşe odaklanmış kitlelerin gözünden bunu kaçırmak zor olmasa gerek.
Aslanla kaplanın danışıklı düellosundan tavşanlar, zebralar, geyikler ve bilcümle orman canlısı taraf olmanın ciddiyetini birbirlerine acımasızca gösterdi. Türkiye’de de bu yapıldı. Faili meçhuller, hapisler, idamlar, sürgünler, istikbali kararan nesiller ve acılı birçok aile… Türkiye’nin ve diğer ülkelerin sadece kendi olmalarını, kendi olarak varlıklarını idame ettirebilmelerini, kendi meseleleriyle hemhal olmalarını perdelemek için görülür görülmez duvarlar ördüler aralarına. İşte bu kavram (kutuplaşma), taraflar için çok kullanışlı bir imkândı.
Şimdi yine bir kutuplaşmanın olduğu söylemi hâkim. Zaten bir şey gerçekten hâkim olmadan onun söyleminin tedavüle sokulmuş olduğunu daima görürüz. Şuyuu vukuundan beter mi desek? Nasıl bir kutuptur ki sol-sosyalist gruplar, Türk milliyetçileriyle; liberaller, milli sermayecilerle; Kürt milliyetçileri, ırkçı yapılarla; radikal dinciler, Türk İslam sentezcileri ve sosyal demokratlarla beraber politik bir mevziiyi oluşturabiliyor.
Tabandaki kitlelerine sıkılmış yumruklarla en büyük psikolojik ve sosyolojik gerilimi yaşatmış ideolojik kampların, iktidara koşmak için birbirlerine bu denli yaklaşmaları, sivri uçlarını düzleştirmeleri ne anlama geliyor? Ülkenin en fakir günlerinde kılıçlarını kınlarına koymayıp olanca kanın akıtılmasına sebep olan ideolojiler nasıl oluyor da oklarını tirkeşlerinde sakince tutabiliyor.
Hâlâ bir ideolojiyi takip ettiğini kanıtlamak isteyen bunu kanıtlayamazsa geçmişinin boşa düşeceğini anlayan her türlü cepheden kitleler: Ayasofya mı Anıtkabir mi diyor, Olimpos’un çocukları olmamak için… diyor yahut ideolojik olarak iki tarafla da uyuşmamız mümkün değil ama zayıf olanı destekleyip güçlü olanı indirmeyi hedefliyorum, diyor.
Şimdi biz bu söylemler ve ittifak yelpazeleri üzerinden Türkiye’de bir kutuplaşmanın olduğuna inanmalı mıyız? Tekil olarak buna inanmasak da tıpkı dün yapıldığı gibi bugün de kitlelerin buna inandırılması oyunu oynanıyor. Çünkü hâlâ kutup kelimesinin mecaz anlamı sürümde, gerçek anlamını ise unutalı çok oldu.
Neden kelimenin gerçek anlamı hayatımızdan çıkartılıp bu mecaz anlamına mahkûm ediliyoruz? Çünkü muktedirler, kendi uhdelerindeki sermayeye göz dikilmemesi için tabanın birbirinin gözüne kinle bakmasını isterler. Sevgiyle bakamayan göz, önce kendinin sonra diğerinin gözünü çıkarıp kör eder. Merkeziliğimizin yer almadığı bir dünyada, kutuplaşmanın puslu havasında her türlü alış veriş mubahtır. Merkeziliğimiz söz konusuysa üzümün nereden geldiğinin hesabı sorulur.
Şimdi soruyorum, aysız gecenin kör eden bu zorlu yollarında yürümeye talip yolcularına, Kutup Yıldızı nerede?