Şahitlik (36)
Rayına oturmuş dönüyor dünya
Parmağının ucunda
Her gün bayram sana nasıl olsa
İşler, güçler yine tıkırında
Bir elin yağda, bir elin balda
Dertlere takılıp aman yorulma
Sana ne gününü gün etmek varken
Sana ne bitmeyen kara gecelerden
Dünyayı sen mi kurtaracaksın
Acılara sen mi ilaç olacaksın
Yok fayda başka "vah vah" demekten
Boşuna düşünme ne gelir elinden.
Doksanlı yıllarda Sinan Erkoç’un bu şarkısı coştururdu kitleleri. Bana kalırsa bu sözlerde Türkiye’deki 1980 darbesi sonrasına ironik bir yaklaşım var. Söylenmek istenen şeyi tam tersi kast ederek söylemeye edebî sanatlarda târiz denir. Şarkının sözlerini, tersini düşünerek tekrar okuduğumuzda, düz bir anlatı yerine ironi yapmanın mesaj vermekte daha etkili olduğu fark edilecektir. Mesela Tevfik Fikret, “Han-ı Yağma” şiirinde “yeme!” deseydi şiirsel bir etki sağlayamazdı.
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Tabii bazen bu ülkede, entelektüelliği şüphe götürmeyenlerin beyanlarına baktığımızda, neyin ironi olup olmadığını karıştırabiliyoruz. Mahkûmlara dışkı yedirmenin bir işkence olmadığını bilimsel örneklerle izah eden jeolog, ironi yapıyordur diyoruz. İronidir bu. Fakat yok, 12 Eylül politikalarını dönemin canlı şahidi olarak saatlerce savunduğunda anlıyoruz ki bu b… yemeğe gönüllü kendisi. İroni biziz.
Hocam Orhan Okay’ın ifadesiyle “İlk Türk pozitivist ve natüralisti olan Beşir Fuad”la bizim medya pozitivistlerini nasıl karşılaştıralım? Mukayesede bile belli bir denkliğin, münasebetin olması gerekir. Beşir Fuad “1875-76 Sırp savaşlarının hepsine, daha sonra 1877-78 Rus savaşlarına ve Girit isyanları sırasında da orada eşkıya tenkiline bizzat katılmış asker bir entelektüeldir.
Fransız romancı Emile Zola’yı Türk okuyucusuna tanıtan Beşir Fuad’ın genç yaşta intiharı, görüşlerini kabul edelim veya etmeyelim, düşünce dünyamızda büyük bir ukdedir. Bir bilim adamı olmamasına rağmen onun amatörce çalışmaları entelektüel mecramıza çok şey katabilirdi.
Profesyonelizme karşı amatörizm der Edwar Said “kâr ya da ödül beklentisiyle değil, tabloyu daha geniş çizmeye, belli çizgiler ve engeller arasında bağlantılar kurmaya duyulan aşk ve bitmek bilmez merakla bir uzmanlık alanına kapatılmayı reddederek belli bir meslekten olmanın insana getirdiği her türlü kısıtlamaya rağmen düşüncelere ve değerlere özen göstererek hareket etme isteğidir.”
Beşir Fuad, deyice Emile Zola’yı, Zola deyince de Dreyfus olayını hatırlarız. Dreyfus olayı da bize entelektüelin nerede durması gerektiğini batı tarihi tecrübesinden gösteren önemli bir dönüm noktasıdır. Otoriteler karşısında entelektüelin şahitliğine bir kıstas olarak gösterilen bu olay, güncelliğini hiç kaybetmez. Her devletin içinde Dreyfuslar yaşanır. Zola’nın rolünü kim oynayacak?
Şarkıyı burda yasaklasak da mı saklasak
Oh George
Şarkıyı yoksa yasaklamasak da mı saklasak
Oh George
Söylenmek istenen sözü doğrudan değil de üstü kapalı bir şekilde söylemeye kinaye denir. Cem Karaca’nın yukarıdaki şarkısında, Türkiye’deki darbelerin arkasındaki asıl failin Amerika olduğunu kinayeli bir anlatımla görürüz. Darbelerin başındaki icracılar, kukladır. Kuklayı övmek kuklacıyı övmektir. Kuklacıyı görmeden kuklaya sövmek ya da kuklayı övmek ya ahmaklık ya da ihanettir.
Bir şeyin son haline bakmak değil; o şeyin, o hale nasıl geldiğinin peşine düşmektir entelektüellik. Edward Said, “Entelektüel” kitabında (Tuncay Birkan çevirisi) “entelektüel sürgün”ün bakış açısını ele aldığı bölümde, meseleyi şöyle açıklar: “Sürgün bakış açısı diyebileceğimiz şeyin entelektüele sağladığı ikinci bir avantaj ise şeyleri sadece şu an oldukları gibi değil, nasıl o hale geldikleri açısından görme eğiliminde olmanızdır.”
7 Ekim’den öncesinde yani yıllarca İsrail’in bölgedeki hukuksuz hareketlerini gör(e)meyerek sadece son olaya bakarak İsrail’e karşı direnebilecek tek silahlı gücü de gayrı-meşru gösteren ve Filistin halkıyla direniş güçlerinin arasını ayırmak gerektiğinin altını çizen bir youtuber-entelektüel, takipçilerine bu konuda sembolik mantık dersi veriyor, versin.
Diğer taraftan ona buna boykot diyen lafazan gazete yazarına; bak demagog, havaya konuşma, İsrail’e mallar şu yollarla, şu şirketler vasıtasıyla, şu tarih ve saatte gidiyor, buna ne dersin diye sorulduğunda; bunu bana söyletme faşizminize alet olmam diyor. Gerçekten ilginç bir ülkeyiz. Bunlar Antonio Gramsci’nin organik aydını mı yoksa geleneksel aydını mı bilemiyorum.
Kendilerini ister öyle ister böyle ya da başka türlü tanımlasınlar, bu onları piyasanın taleplerini karşılamak isteğiyle bir noktada birleştirir. Aydının gerçeklik lehine muhtemel yalnızlığını yaşamamanın popüler-politik vasıtaları onlara açıktır. Kimi bunu belediyeler vasıtasıyla yapar, kimi bir banka sponsorluğunda. Bunu tepe tepe kullanıp kazanç elde etmenin bin bir yolu vardır.
Panoramada Türkiye, her meselede, kabaca ikiye ayrılma görüntüsü çiziyor. Öyle etnik falan bir ayrılma değil bu; bir dili kamuya karşı kullanma açısından. Her konuda olduğu gibi 7 Ekim’den beri Filistin’de yaşananlar karşısında kendi ideolojik pozisyonuna göre taraflar konumlanmış gözüküyor. İki zıt taraf var. Ama pek öyle olduğu söylenemez. Ayrışmanın olduğu yerden birkaç adım ötede tam bir ittifak buluyoruz. Bu öyle ahlaksız bir ittifak ki bırakalım kişinin başkalarına herhangi bir faydasının dokunmasını; bu ittifak, kendini iflas ettirmenin hatta intiharın ta kendisine dönüşüyor.
Birinciler: Araplar topraklarını sattı, Osmanlı’yı arkadan vurdu, zaten bizim evvelden beri düşmanımız bu Ortadoğu bataklığı, Arab’ın dinine inanmak hataydı, laiklik düşmanları bunlar, siyasal-islamcılar vs… söylemi üzerinden Filistin meselesinde İsrail destekçiliği yaparken...
İkincisi: Müslüman kardeşlerimiz, ümmet retoriği arkasından mitinglerle, sloganlarla, atılan twitlerle, kampanyalarla İsrail karşıtlığı yapar görünüp arkasından kesada uğramasından korkulan ticari faaliyetleri en üst düzeyde İsrail’le devam ettirerek Filistin meselesine en büyük zararı vermiş oluyor.
Koca bir ülkeyi şu iki tarafla özetlemek doğru mu? Tabii ki doğru değil, ama birleşik kutbun taraftarlarının çokluğu ve seslerinin gürlüğü, sanki üçüncü bir yolu (ikinci demeliyim) sisler altında bırakıyor. Sesler oldukça kısılmış ya da gürültüye gidiyor gerçekler.
Burada toplum için sadra şifa bir karşıtlık yok. Eric Hoffer “Değişim Sancısı” kitabında (çev. İhsan Durdu), “Pascal, erdeme duyduğumuz sevgi sayesinde değil, ‘iki karşıt kötülüğün dengelenmesi sayesinde’ erdemli olabileceğimizi ileri sürüyordu. Bir kötülüğün diğer bir kötülüğü engelliyor, karşıt kötülüklerin bir yan ürünü olarak da erdem tezahür ediyor”du diyerek karşıtların esaslı mücadelesinin hayırlı neticesine dikkat çekiyor. Oysa bizde durum öyle değil.
Bu iki kesim arasındaki kavga, Eminönü kayıkçılarının kavgasıdır. Düzmece kavganın kazananı Amerika’dır. Biz bu düzmece kavganın bir tarafını tutan yalancı şahitler olarak yazılmamak için bu yazıda şahitlik kavramını anlamaya çalışacağız.
Sözlük faslına geçmeden şunu açıkça ifade edelim. Şahitliğin insana dokunan birçok yönü vardır. Herhangi bir olay ya da duruma şahit olmamız, bizim kendimizle olan ilişkimize, insanlarla olan ilişkimize, Tanrı’yla olan ilişkimize ister istemez tesir edecektir. İnsan kendi âleminde büyük yarılmalar yaşamak istemiyorsa şahitliği ciddiye almak zorundadır. Âdil şahitlerden olmak insanın insanla ya da bir otoriteyle kuracağı ilişkide bazen kırılmalara sebebiyet verir, fakat bunun tersine kişinin kendisi ve Tanrı’yla olan ilişkisinde bütünlüğü sağlar.
Biz şahitlikten kaçarak ya da yalancı şahitler olarak sürekli yarılmalar yaşıyoruz. Dış dünyada ne kadar muktedir gözüksek de iç dünyamızdaki parçalık bizi bütüne kavuşturmuyor. Kendimize söylediğimiz yalanlar, şahitliklerimizin inkârıdır. Oysa kader bizi hep bir şeylerin şahidi kılarak yaşatıyor. Âdeta maruz bırakıyor. Şahit olacağımız bir şey kalmadığında da son kez bizi ölüme şahit kılıyor.
İşte milyarlarca insan bugün Gazze’de yaşananlara şahit olarak günlerini geçiriyor. Fakat bu insanlar meseleyi küresel bir krize dönüştürmeğe muktedir olmadığı için yani hakkı verilen bir şahitlik olmadığı için; şahitlik, korkulası bir şeye dönüşmüyor ve kan akmaya devam ediyor. Meseleye sıra dışı bir duyarlılık göstermesi, şahitliği üst derecede idrak etmesi beklenen entelektüellerin, aleyhine şahitlik edecekleri muktedirlerin şerrinden çekinmeleri ya da çıkar sevgisi, mağdurları daha da sahipsiz bırakıyor.
Böyle bir vasatta şahitlik kavramını Türkçeden Kur’ân’a, Kur’ân’dan Türkçeye kelimeler çalışmamızın 36’ncısı olarak ele almamızın önemli olduğunu düşünüyorum.
Şehide kökünden gelen şâhid kelimesi Misalli Sözlük’te: “Bir şeyin olduğu yerde hazır bulunup olanları gören kimse; bir dâvâda gördüklerini, bildiklerini anlatarak dâvânın halline yardımcı olan veya bir akdin yapılmasında hazır bulunan kimse, tanık; söylenen veya yazılan bir husûsu kuvvetlendirmek için tanınmış mûteber bir eserden alınan örnek; bir sözlükte kelime anlamlarında verilen imzâlı örnek” manalarına gelmekte, Divan Şiiri’nde ise kelimenin “güzel, dilber, sevgili” anlamında da kullanıldığını görmekteyiz.
Enbiya Suresi 78. ayette şahit kelimesi şöyle geçer:
“Vedâvûde vesuleymâne iz yahkumâni fî-lharsi iz nefeşet fîhi ganemu-lkavmi vekunnâ lihukmihim şâhidîn”
(Dâvûd ile Süleyman’ı da hatırla. Hani bir ekin tarlası hakkında hüküm veriyorlardı. Çünkü halkın koyunları o ekine girmişti. Biz de hükümlerine şahit olmuştuk).
Şahit kelimesi Nâilî-i Kadîm’in bir beytinde şöyle geçer:
Sīnemüz mahzen edüp cevher-i rāz-ı ʿışka
Şāhid-i hüsnüne bir āyīne-i pāk oluruz
(Aşk sırrının cevherine kalbimizi mahzen edip; güzelliğinin şahidi saf/temiz bir ayna oluruz).
Şâhit kelimesi “güzel, sevgili, dilber” anlamında Nermî’nin bir beytinde şöyle geçer:
Kısmet olıcak ârif ü rinde mey ü şâhid
Tesbîh ile seccâde verilmiş sana zâhid
(Ârif ve rinde şarap ve sevgili kısmet olacak; sana da zâhit tesbih ve seccade verilmiş).
Aynı kökten gelen şâhide kelimesi, Türkçede çok ilginç bir anlam kazanmıştır. “Mezarların baş ve ayak ucuna dikine konan, üzerinde yazı veya çiçek resmi bulunan taş”lara, yaptıkları tanıklık düşünüldüğünde şahide denmesi manidardır.
Şâhit kelimesinin çoğulu olan şuhûd da “Bir yerde hazır bulunup görme, gözle görme; gözle görülecek şekilde var olma; ilâhî tecellîlere şâhit olma, mânâ âlemini seyretme” manalarına gelir. Kelime Yûnus Suresi 61. ayette şöyle geçer:
“Vemâ tekûnu fî şe/nin vemâ tetlû minhu min kur-ânin velâ ta’melûne min ‘amelin illâ kunnâ ‘aleykum şuhûden”
(Ne iş yaparsan yap ve sizler ona dair Kuran'dan ne okursanız okuyun; ne yaparsanız yapın; yaptıklarınıza daldığınız anda, mutlaka biz sizi görürüz).
“Bal” manasına gelen şehd kelimesi de aynı kök üzere olmalıdır. Kelime Eşrefoğlu Rûmî’nin bir beytinde şöyle geçer:
Dost visâli şerbetinin cür’asına kasd eden
Fâni lezzetten geçer ol şehd ü sükkârı n’ider
(Dosta kavuşma şerbetinin bir yudumuna kast eden; Fâni lezzetten geçer, bal ve şekeri ne yapar?)
Şehîd kelimesi de aynı kök üzeredir. Kelime şu anlamlara geliyor: “Allah yolunda ve din uğrunda savaşırken ölen kimse; vatan, millet, kutsal bir amaç ve görev uğrunda ölen kimse; hem meydanda hem gizli olan olayları bilen, her yerde her işi gören, anlamında esmâ-i hüsnâdan”
Kelime Yûnus Sûresi 29. ayette şöyle geçer:
“Fekefâ billâhi şehîden beynenâ vebeynekum in kunnâ ‘an ‘ibâdetikum legâfilîn”
(Şimdi ise sizin bize tapınmanızdan habersiz olduğumuza dair sizinle bizim aramızda şâhit olarak Allah yeter).
Taşlıcalı Yahya’nın bir beytinde kelime şöyle yer alır:
Şehîd-i şāhid-i ʿışk ol cihānda ey Yahyā
Mezārım eyle fenā ehline ziyāretgāh
(Ey Yahya, bu dünyada aşkın şahidi bir şehit ol; mezarımı yokluk/fenâ sahiplerine ziyaretgâh eyle)
Şühedâ, şehit kelimesinin çoğuludur. Mehmet Âkif Ersoy’un Çanakkale’yi anlattığı mısralarında kelime şöyle geçer:
Şühedâ gövdesi, bir baksana dağlar taşlar...
O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar,
“Şehit olma durumu; şehitlerin gömüldüğü mezarlık” anlamlarına gelen şehitlik kelimesi de “–lık” ekiyle türetilmiştir.
Şahâdet kelimesi de aynı kök üzeredir. “Görülen ve bilinen bir durum veya iş hakkında şâhitlik etme, tanıklık yapma; Allah yolunda, millî ve mânevî değerler uğrunda ölme, canını fedâ edip şehit olma; bir şeyin gerçekliğini, doğruluğunu tasdik etme; işâret, delâlet, açık alâmet; kelime-i şahâdet” manalarına gelen kelime Zümer Suresi 46. ayette şöyle geçer:
“Kulillâhumme fâtira-ssemâvâti vel-ardi ‘âlime-lgaybi ve-şşehâdeti ente tahkumu beyne ‘ibâdike fî mâ kânû fîhi yahtelifûn”
(De ki: Ey göklerin ve yerin yaratıcısı olan, gaybı da görünen âlemi de bilen Allah’ım! Ayrılığa düştükleri şeyler konusunda kulların arasında sen hükmedersin).
Kelime, Azmizâde Hâletî’nin bir beytinde şöyle geçer:
Gamze görsek düşde tebşîr-i şehâdetdür dirüz
Mürşid-i ‘ışkuz ‘aceb mi eylesek ta‘bîr-i hâb
(Rüyada sevgilinin ok gibi olan kirpiğini görsek şehadete müjdedir deriz; aşkın mürşidiyiz, uykuyu/düşü tabir eylesek buna şaşılır mı?)
Yine Türkçede “diploma, belge, rapor” için şehadetnâme kelimesi kullanılır. Başparmağın yanındaki parmak da işaret/şahadet parmağıdır. Şahâdet etmek, şahâdet getirmek, şahâdet mertebesi, şahâdet şerbetini içmek, şahâdette bulunmak gibi birçok kelime Türkçede yer etmiştir.
İstişhad kelimesi de aynı kök üzeredir. “Şâhit gösterme, şâhit tutma; bir fikrin doğruluğuna delil olmak üzere başka bir kimse veya eserden alınan bir parçayı örnek verme; şehit olma, şehâdet; bir hükme dayanak olmak üzere bir âyet veya hadîsi nakletme” manalarına gelen istişhad kelimesi Bakara Suresi 282. ayette şöyle geçer:
“Fe-in kâne-llezî ‘aleyhi-lhakku sefîhen ev da’îfen ev lâ yestatî’u en yumille huve felyumlil veliyyuhu bil’adli vesteşhidû şehîdeyni min ricâlikum”
(Eğer borçlu, aklı ermeyen veya zayıf bir kimse ise, ya da yazdıramıyorsa, velisi adaletle yazdırsın. Bu işleme şahitliklerine güvendiğiniz iki erkeği şahit tutun).
Kelime, Sümbülzade Vehbi’nin Eyyüb el-Ensarî’yi anlattığı mısralarda şöyle geçer:
Gazā bahsinde ecnāda celî bürhān-ı kātı’dır
Ederler darb-ı tîğin āyet-i seyf ile istişhād
(Gaza bahsinde askerlere parlak, kesin bir kanıttır; kılıcının darbesi kılıç ayetine (Tevbe suresi: 5) şahitlik gösterir).
“Şâhit gösterme” manasındaki işhâd ve şahitler manasındaki eşhâd kelimeleri de aynı kök üzeredir.
Eşhâd kelimesi Hûd Sûresi 18. ayette şöyle geçer:
Vemen azlemu mimmeni-fterâ ‘alallâhi kezibâ ulâ-ike yu’radûne ‘alâ rabbihim veyekûlu-l-eşhâdu hâulâ-i-llezîne kezebû ‘alâ rabbihim elâ la’netullâhi ‘alâ-zzâlimîn
(Kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalimdir? İşte bunlar, Rablerine arz edilecekler ve şâhitler de, “Rablerine karşı yalan söyleyenler işte bunlardır” diyeceklerdir. Biliniz ki, Allah’ın lâneti zalimler üzerinedir).
İşhâd kelimesi Nef’î’nin bir beytinde şöyle geçer:
Kimi işhâd edeyim eylediğim davâya
İndirem sihr ü füsûn ile meğer Îsâ’yı
Meşhûd kelimesi de aynı kök üzeredir. “Gözle görülen, şâhit olunan, müşâhede edilen” manalarına gelen kelime İsrâ Suresi 78. ayette şöyle geçer:
“Ekimi-ssalâte lidulûki-şşemsi ilâ gaseki-lleyli ve kur-âne-lfecri inne kur-âne-lfecri kâne meşhûdâ”
(Namazı güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar güzelce kıl, sabah namazını da. Şüphe yok ki, sabah namazı müşahede olunmuş bulunmaktadır).
Kelime Mehmet Âkif Ersoy’un bir beytinde şöyle geçer:
Cihan şu gördüğümüz kütleden ibaret mi?
Bütün avâlim-i meşhûde, yoksa, hiç ismi
(Dünya şu gördüğümüz kütleden ibaret mi; yoksa bütün bu görünen âlemler hiç ismi).
Meşhed kelimesi de aynı kök üzeredir. “Bir kimsenin şehit düştüğü yer; bir şehidin gömülü olduğu yer [Bilhassa Hz. Hüseyin ve Murad Hudâvendigâr’ın türbeleri için kullanılmıştır]; Cenâbıhakk’ın herhangi bir tecellîsinin müşâhede edildiği yer, mazhar.
Kelime, Tacizâde Câfer Çelebi’nin bir beytinde şöyle geçer:
Yā Rab benefşe mi biten üstinde ʿāşıkun
Çıkmış mı hāk-i meşhedi üzre ya dūd-ı āh
(Yâ Rab, âşığın üstünde biten menekşe mi; şehit olduğu yerdeki toprağın üstüne âhının dumanı çıkmış mı?)
Müsteşhed “Şâhit veya örnek olarak gösterilen” anlamına gelir. Teşehhüd de aynı kök üzeredir ve “Namazda oturulduğu vakit “Ettahiyyâtü” duâsını okuma” anlamına gelen kelime “çok kısa bir zaman”ı ifade etmek için teşehhüd miktarı tamlamasıyla Türkçede kullanılmıştır.
Müşâhede kelimesi de (çoğulu müşahedat) aynı kök üzeredir. “Gözle görme; gözlem; gözlem sonucunda varılan görüş, kanaat, teşhis; Yaratanı yaratılmışta, Hakk’ı halkta görme, her zerrede Cenâbıhakk’ın varlığına şâhit olma” manalarına gelmektedir.
Kelime Tâcizâde Cafer Çelebi’nin bir beytinde şöyle geçer:
Harāret ıssını pür-şevk ider müşāhedemüz
Mahabbeti olana mihr-i ʿālemüz māhuz
(Hararet sahibini şevk ile doldurur müşahedemiz; muhabbeti olana âlemin güneşiyiz, ayız).
Müşâhed, görünen, müşahede edilen anlamındadır. Müşâhid kelimesi de aynı kök üzeredir “Gören, müşâhede eden kimse; gözlem yapmakla görevli kimse, gözlemci” manalarına gelen kelimeler Edirneli Nazmî’nin bir beyitlerinde fşöyle geçer:
Olur dîdâra ‘âşıklık müşâhed
Hurûş u cûş-ıla âb-ı revândan
(Akarsuyun kendinden geçerek sevgiliye âşıklığı görülen bir şeydir).
Labünün şehdi müşâhid senün iy rûh-ı revân
Maraz-ı rûhına ‘âşıklarun oldugı şifâ’
(Dudağının balı müşahittir ey güzel; âşıkların ruhundaki hastalığa şifa oldu).
Kelimeler üzerinden bir şeyleri görebilir miyiz umudunu taşımak bu yazıları yazmaya sebep oluyor. Kelimeler, her an baktığımız şeylerin ne olduğunu anlamamıza bir vasıta. Klişelerden sapıp kaybolmaya başladığımızda, müşahede ettiğimiz dünya, başka bir dünyaya dönüşebilir. Dışına atıldığımız şeyin içine doğru bir yolculuk... Gördüklerimize kendimizden başka şahit bulamayabiliriz bu yolda. Arkadaşların (şuhûd) olması tabii büyük mutluluk.
Mülk-i bekâdan gelmişem fânî cihânı neylerem
Ben dost cemâlin görmüşem hûr ü cinânı neylerem
Yûnus Emre, müşahede ettiği hakikatten sonra her şeyden geçiyor. Şahitliğin en üst derecesi bu olsa gerek. Hakikate vakıf olmak. Örtüyü kaldırma, kapalı olanı açma. Yüce ruhlu insanların işleri…
Şahitlik eda edilmesi gereken bir emanettir diyor din. Biz uluorta, sokakta yemek yiyen insanların şahitliği mürûet (mürüvvet) açısından kabul edilmiyor. Yani insanlığa, adamlığa yaraşır bir şey değil sokakta yiyip içmek.
Sonra kişinin şahitliğe ehil olması için ilk şart olgunluk, rüşttür. Teklif, aklî olgunluk istiyor. Yaşça büyüyen küçüklerin dünyasında yaşıyoruz. Konfor dünyamız, içi oyuncaklarla dolu bir oda. Odasının dışına çıkarılan çocuk ağlamaya başlıyor. Teknolojik-sanal bağlar, bizi tabiata götürecek damarları paramparça ediyor. Tabiattan beslenmiyoruz.
Köle olmayanların şahitliği makbuldür. Hür kim? Savaşta esir olmayan mı? Bugün ekonomi-politiğin bağlarında düğümlenmiş insanlar ya da kendini projeler adına tüketen gönüllüler mi? Kendisinden beklenen neyse onu söylemenin zincirinde takılı kalmış bir iradenin hürlüğünden bahsedilebilir mi?
Akrabalar birbiri lehine, düşmanlar birbiri aleyhinde şahitlik yapamazlar. Şahitlikte töhmet altında kalınmaz. Peki, aynı parti mensuplarının kendi lehlerinde yaptıkları şahitliklere ne diyeceğiz? Körlerin ve sağırların şahitliğine… Geçen günlerde bir milletvekili Filistin üzerine TBMM’de bir konuşma yaptı. Konuşması tamamlandıktan sonra da dünyadaki şahitliğini bitirdi. Ölümüne milyonlarca insan şahit oldu.
Muhalefet partili milletvekili iktidar partisine karşı aleyhte şahitlik yapabilir mi? Ama adı üstünde muhalefet bu… Bir fıkıh kaidesini sulandırmak istemem, fakat töhmet kaidesinde şahitlik Allah için yapılır diyor. Eğer bu milletvekili Allah için, Filistin’deki mazlum insanlar için bu konuşmayı yaptıysa şahitliği bir üst mertebe olan şehadete yani şehitliğe yükselmez mi?
Şahitliği gizlememek, şahitliğe çağırıldığında reddetmemek şahitliğin kaidelerindendir. Hakkın şahitliğini yaparken (cihat) ruhunu teslim ederse bir kişi şehit oluyor. Süleyman Uludağ, “Uğrumuzda mücahede edenleri yollarımıza erdiririz” mealindeki ayet için bu, “mücahedesiz müşahedenin olamayacağını gösterir” diyor.
İsmail Haniye Hamas hükümeti başkanı ve lideri. “Hasan Bitmez bir Filistin şehididir” demiş. Adalet, şahitliğin kabulünde aranan şartlardan biri. Hasan Bitmez, Müslümanın Müslümana yaptığı şahadet üzere son sözlerini söylemiştir.
Nisa Suresi 135. ayette zengin-fakir, birinci dereceden yakınlar dahi olsa şahitliğin adaletle yerine getirilmesini emrediyor:
“Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabanızın aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutun, Allah için şahitlik eden kimseler olun. (İnsanlar) zengin olsunlar, yoksul olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse siz hislerinize uyup adaletten ayrılmayın. Eğer adaletten sapar veya üzerinize düşeni yapmaktan geri durursanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.”
Biz Türkiye’de gayrimüslimlerin Müslümanlar aleyhine şahitlik etmesine alışığız. Oysa şahitliğin kaidelerindendir, gayrimüslimler Müslümanlar aleyhine şahitlik edemezler. Onların aleyhimizde yapmaya çalıştıkları şahitliklere karşı bizim önce birbirimize tıpkı şu hadis-i şerifte görüldüğü üzere adilce muamelede bulunmalıyız ki böylece kendi içimizdeki tutarlılık sağlanmış olsun.
Mahzûm kabilesinden hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyşlileri pek üzmüştü. Bunun üzerine: “Bu konuyu Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile kim görüşebilir?” diye kendi aralarında konuştular. Bazıları: “Buna Resûlullah’ın sevgilisi Üsâme İbni Zeyd’den başka kimse cesaret edemez” dediler. Üsâme de onların istekleri doğrultusunda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile konuştu.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Üsâme’ye: “Allah’ın koyduğu cezalardan birinin uygulanmaması için aracılık mı yapıyorsun?” buyurduktan sonra kalkıp bir konuşma yaptı ve şunları söyledi: “Sizden önceki milletlerin yok olmasına sebep, içlerinden soylu biri hırsızlık yapınca ona dokunmayıp, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca ona cezasını vermeleriydi. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim.”
Şehit, nasıl kendisi için en değerli varlıktan vazgeçerek yaşamını feda edebiliyorsa şâhitlik iddiasında olanların da sahip oldukları şeylerin en azından bir kısmından fedakârlık edebilmesi lazımdır. Konfor, itibar, makam ilh. Bunu yapmadan, bunu yapmayı göze almadan muktedirlerin söylemlerini, iddialarını çeşitli formlarla sunmaya çalışmak, kendine kazanç, fayda devşirmek tam anlamıyla yalancı şahitliktir.
Gözümüzün, kalbimizin, ruhumuzun, sırrımızın müşahedesi bundan sonra gelir. Yahut bununla beraber…
Yazıyı bitirdim derken haberlere düşen birkaç kelimelik resmi açıklamalar, acı feryadı düşürdü ülkeye. Üç, beş, yedi, on iki belki daha fazla asker… İsmet Özel, “Başbaşasın 1914’ten beri şarapnelle” “Seni orada gâvurun kasten bıraktığı sırada” “Şarapnelle başbaşa” diyor. Şair, yüz yirmi yıllık dinmeyen yaraya dokunuyor, var olmakla yok olmak arasında sürekli kanayan.
Bir demir parçasının bedende açtığı yara, hakikatin alametidir. Ona anlamını her şeye şahit olan vermiştir. Şehadet tanıklık yapmaktır. Şehitler, bedenlerini bir anlamla ortaya koyarak rahmete şahitlik ediyorlar. Görülen âlemden görülmeyen âleme yapılan yolculukta hepimizden hızlı ve emin bir şekilde yürüyorlar şehitler…
Öyleyse olması gereken nedir? Olması gereken “şahitlik ediyorum ki” lafzını kullanarak, çünkü şahitlikte bu lafzı kullanmak da icap eder, insanlara karşı Müslümanca bir hassasiyetle, adilane, hakkaniyetli ve özgürce şahitlik yapmaktır.