Dipsiz Kuyu Asabiyet (37)
Terhis olan asker, koşarak gider memleketine. Ben bir türlü Urfa’yı terk edemiyordum. Beş ay boyunca sokak sokak dolaştığım şehri bırakıp gitmek içimden gelmiyordu. Son kez bakırcılar çarşısına gittim neyle karşılaşacağımı bilmeden.
Altı yıl olmuştu bu âlemden göçeli. Şöhreti değil kazan dükkânını tercih etti o. Dostum Molla Ali, çarşıdaki boş bir dükkânın önünde durdu. Dükkândan çekiç sesleri vurdu kalbime. Kimin dükkânıydı bu? Kazancı Bedih’in. İçim burkuldu. Dilimden o Gazelhan Pir’in kendine has yorumuyla söylediği şu mısralar döküldü:
Ben bir Yakup idim kendi halimde
Mevlam’ın kelâmı vardı dilimde
Kaybettim Yûsuf’u Kenan ilinde
Ağlar Yakup ağlar Yûsuf’um diye
Gitti de gelmedi vah yavrum diye
Bir bezirgân geldi üç aylık yoldan
Çıkardı Yûsuf’u sevinçle kuyudan
Keremkâri kıldı Mısır’a sultan
Ağlar Yakup ağlar Yûsuf’um diye
Gitti de gelmedi vah yavrum diye
Yakup ağlamaya devam ediyor, çünkü Yûsuf hâlâ kuyuda. Kardeşleri onu kendinden görmediler, kıskandılar. Babalarının Yûsuf’a gösterdiği ilgi, bir babanın evlatları arasındaki adaletsiz bir sevgi değildi, ilâhi bir boyutu vardı bu ilginin. Dedeleri İbrahim’le olan ahdi, İshak’ı ve babalarını tanımıyorlar mıydı? Fakat bunu görmeyi engelleyen taassup (körlük) perdesi çok zamandır çekilmişti gözlerine. Nihayet yapacaklarını da yaptılar, Peygamber Yakup’un oğulları, kardeşleri Yûsuf’u kuyuya attılar. Az kalsın öldüreceklerdi de…
Yûsuf, bugün hâlâ kuyuda bekliyor. Gazze şehri Yûsuf için dipsiz bir kuyu.
Ben en güzel kıssa olan Yûsuf kıssasını asabiyet kavramı üzerinden anlamaya çalışıyorum. Yûsuf’la kardeşleri aynı babadan olmalarına rağmen annelerinin farklı olması dikkat çekici. Aynı anneden olan Yûsuf ve Bünyamin’in diğer kardeşler arasındaki birlik ve dayanışma ruhunun (asabiyet) dışında bırakılmaları sapkın bir görüşe dönüşüyor. Bunun bir yansımasını bugün Gazze’de görmekteyiz.
Dünyadaki en ırkçı ideolojik gruplar dahi Gazze’deki durumu anlamakta güçlük çekiyor. Bu, Türk edebiyatındaki Yûsuf u Züleyha mesnevilerinde geçen kurdu hatırlatır bize. Kur’ân’dakinden farklı bir anlatıyla kendisine Yûsuf’u yediği iftirası atılan kurt, dile gelir ve Yakup’a gelerek Yûsuf’u yemediğini söyler. Kurdun bile yapmayacağı bir şeyi kardeşleri yapar Yûsuf’a.
Yûsuf, Mısır’da köle pazarında satılır. Efendisinin evinde de ikinci sınıf bir insandır. Mısır’ın soyluları arasında, asabiyeti değersiz bir köle. Fakat soylu ruhu, ona istediklerini yaptıramayacaklarını fark ettirir. Soyluların meşru olmayan isteklerine boyun eğmektense zindanı tercih eder Yûsuf. Bilgi ve hikmetin asabiyetten üstün olduğu fark edildiğinde ise Yûsuf ülke hazinesinin başına geçirilir.
Bünyamin’in buğday çuvalından çıkan tası, cömert efendilerine bir şekilde izah etmesi gereken kardeşler, Yûsuf’un da bir zamanlar tıpkı kardeşi Bünyamin gibi hırsızlık yaptığının iftirasını tekrar ederler. Yani hırsızlık Bünyamin’e asabiyetinden bulaşmıştır. Acaba Bünyamin’in çuvalından değil de diğer kardeşlerin çuvalından kralın tası çıksaydı Yûsuf’u hatırlarlar mıydı? Hayır. Çünkü Yûsuf ve Bünyamin, asabiyetin dışına çıkarılmıştır bir kere. Hor görülmeye o ikisi layıktır.
Her peygamberin, geldiği toplumda kırması gereken bir iktidar çemberi durur karşısında. Bu iktidar ile peygamberlerin ortak mesajı çatışır ve nihayet çarpışır. Peki, Yûsuf’un karşısına çıkan iktidar nedir? Hz. Yûsuf’un çatıştığı iktidarın başında, kardeşlerinin asabiyet gücü gelir. Kıssanın sonundaysa bu asabiyet çemberi kırılır, onunla hesaplaşılır.
Mısır’a yönetici olmuş Yûsuf’un yanına yerleşir Yakup’un çocukları. İsrailoğulları yaklaşık dört yüz sene yaşarlar burada. Fakat Yûsuf’a karşı güttükleri asabiyet davasının benzerine bu defa Firavunların ve Kıpti bir kavmin altında kendileri maruz kalırlar. Köle yani aşağı bir topluluk olarak görülen İsrailoğulları’nın erkek çocuklarını dahi katleder Mısır’daki iktidar. Ülkeyi terk etmelerine de müsaade edilmez.
Hz. Mûsa gelir ve Mısır’dan çıkarır onları. Kenan’a yerleşirler. Dâvud ve Süleyman’ın krallıkları kurulur Kudüs’te. Mâbet inşa edilir. Sonra Asur ve Babiller tarafından işgal edilmeleri, Asur ve Babil sürgünleri… Mabet yıkılır. Sürgünden dönüş ve Mabet’in inşası. Roma’ya karşı isyan, Kudüs’ün Roma tarafından işgali ve Mabet’in tekrar yıkılışı…
Yahudilerin İngiltere’den kovulması, Fransa’dan kovulması, Macar topraklarından kovulması, İspanya sürgünü, Portekiz’den kovulması, Alman Nazi yönetimi tarafından soykırım yapılması…
Yukarıda kabaca sıralanan tarihi durum bize şunu gösteriyor. Sen kendini diğerlerinden seçkin, imtiyazlı, üstün, Tanrı’nın yegâne çocukları olarak gördükçe, dışındakiler tarafından senin öyle olmadığın sana acı bir şekilde hatırlatılıyor, hatta bunu bilmen için en aşağı konuma düşecek bir muameleye maruz bırakılıyorsun. Yahudi’nin serencamı bu. Tanrı’nın seçkin kulları mı, Tanrı’nın/İsa’nın katilleri mi?
Hz. Muhammed’in Mısırlı Kıpti bir cariye olan Hz. Hacer (Hagar) ve Hz. İsmail’in (Yişmael) soyundan gelmesi Yahudilerin peygamberlik açısından takip ettikleri asabiyet zincirine uygun düşmüyor sanırım. Oysa Hz. Peygamber: “Mısır’ı fethettiğinizde halkına iyi davranın; çünkü onlara karşı ahdimiz ve onların bizimle akrabalığı vardır” diyerek kendini Hz. Hacer’e nispet etmekle yetinmeyip bütün bir Mısır halkıyla nasıl iyi ilişkiler kurulabileceğini asabiyet/soy kavramını barışçıl bir boyuta taşıyarak yapıyor.
Dinin asabiyetle iç içe olduğu bir inançtır Yahudilik. Peygamberlerle yapılan ahitlerde hep soylarına vaat edilmiş topraklar vardır. Fakat nereye yerleşmeye çalışsalar, arkalarından kovulma fermanları yazılır. Sınır dışı edilirler, diasporada yaşamak zorunda kalırlar. İşte özellikle modern dönemde batıda gördükleri ırkçı muamele, seküler ideolojilerin de tesiriyle siyonizmi tezahür ettirir bu toplulukta.
İsrail’in ideolojik tavrını oluşturan kavram siyonizmdir. Siyonizm, Yahudi milliyetçiliği üzerinden Filistin’de bir oldu-bitti devlet kurulmasını sağlayan, başkalarının yaşam haklarını hiçe sayan ırkçı bir ideoloji. Batıdaki Yahudi aleyhtarlığı (antisemitizm), Filistin topraklarına İngiliz himayesinde İsrail hançerini sokarak Yahudilerden bir nevi kurtulmuştur, fakat Filistinlilerin yurtlarından edilmesine sebep olmuştur.
Bunun Siyonistler için hiçbir önemi yok. Çünkü Tanrı’nın seçtiği ve kendileriyle ahitleştiği mübarek topluluk olan israiloğullarına ahdin bir parçası olarak bizzat Tanrı tarafından bu kutsal topraklar (Filistin) bırakılmıştır. Tanrı’nın has kavmi olmak başkalarının haklarını çiğneme ayrıcalığını kendilerine vermiştir. İbrahim Peygamber’den, Musa Peygamber’e birçok peygamberle sözleşmek kendilerini seçkin kılarken her defasında söze sadık kalmamaları, birtakım peygamberleri öldürmeleri nasılsa seçkinliklerine halel getirmez.
Hâlbuki Tanrı tarafından bir topluluğun seçilmiş olması, o topluluğu mesul kılar. Bu ağır bir mükellefiyet. O topluma, diğerleri üzerinde, adalete halel getirecek, bir üstünlük vermeyen bir mükellefiyet. Oysa Yahudi asabiyeti seçkinliği kibre taşımış, hakikati kendine inhisar etmiştir. Böylece kendi dışında olan yani Yahudi gen ve ruhunu taşımayan bütün topluluklar sapkın görülmüştür. Doğruyu bulma ihtimali de söz konusu değildir.
Burada Yahudi kimliğini tespitte, ırkî/asabî olanın dini olandan daha öncelikli olduğunu anlamamız gerektiği kanaatindeyim. Bu taassup tarih boyunca Yahudi geleneği zırhıyla yaşanan onca kötü tecrübeye rağmen Yahudi kimliğini korumuştur. Fakat çok uzun zamandır Avrupa’da görmedikleri insani muamelenin hıncını yanlış yerde almaya çalışmaktadırlar. İsrail; bugün Avrupa ve Amerika’daki kendi destekçileri tarafından bizzat ateşe itilen bir devlet ve millete dönüşmüştür. Yaşama ve yaşatma tecrübesini uyguladığı orantısız kuvvet ve soykırım üzerinden bütün dünyaya göstermektedir.
Asabiyet kavramının olumlu tarafları da vardır. Devlet gibi hukukun câri olduğu bir yapının yokluğunda, insanların mal, can vb. emniyetini temin edecek bağdır asabiyet bağı. Akrabaların koşup yetişmesidir (asabe).
İbn Haldun’un Mukaddime’sine atıfla asabiyetin olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Bütün toplulukların inşa ve çöküşlerinde asabiyetten kaynaklı dayanışma ruhunun, grup şuurunun rolü dikkat çekicidir. Devletlerin kuruluşunda, medeni bir toplumun kökeninde bir çekirdek olarak mevcuttur. Tarihte yozlaşmış köhne düzenler asabiyetin genç ruhuyla yıkılır ve yeni düzen yine onunla kurulur. Yani kurucu unsurdur asabiyet.
Fakat yine de asabiyetin dünyevi bir konfor arayışı vardır. Şehirlinin/medeninin edindiği konfora ulaşma isteği... Buna ulaştığında o da yozlaşmaya başlar. Oysa din böyle değildir. Din, gözünü dünya nimetlerine değil, ahirete çevirir. Böylece karşısında dünyevi bir yarışın sahnesinde çarpışan insanları değil, kardeş olmasını arzu ettiği insanları görmek ister. Dini inanç, asabiyetlerin rekabetinden hoşlanmaz, nihai hedefi Allah’ın rızası bilir. İslam; malını ve canını asabiyetin/kavmin/kabilen/ırkın için değil, fisebilillah/Allah için vermeni bekler.
Cahiliye Arapları arasında “İster zalim, ister mazlum olsun kardeşine yardım et” sözünü, asabiyeti en iyi ifade eden cümle olarak örnek verirler. Hz. Muhammed aleyhisselam ise bu sapkın atasözünü, yaşanan şu olay üzerine yeni bir bakışa mazhar kılar.
Muhacir ve Ensar’ın kavgasında Resulullah “Bu ne hal! Cahiliye davası mı?” diye taraflara çıkıştı. “Kişi zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım etsin” şeklindeki atasözünü tekrar etti. Fakat atasözünde anlamsal açıdan şöyle bir değişiklik yaptı. “Zalime yardım, onun zulmüne karşı koymaktır.”
İşte şartsız bir asabiyeti takipten, hakkın takibine bir geçiştir bu. Bilinçsizce atalarının yolunu izleyenlere (mutaassıp) karşı, taklitten (taassup) ayrılıştır. Apaçık deliller ortadayken gerçeği kabule yanaşmayan koyu muhafazakârlık, bağnazlıktır. Batıdaki karşılığı ise fanatizmdir.
Elmalılı merhum “Allah’ın indirdiğine uyun denildiği vakit de onlara yok dediler: atalarımızı neyin üzerinde bulduksa ona uyarız, ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu seçemez idiyseler de mi?” ayeti üzerine şu açıklamayı yapar:
“Eski olsun yeni olsun, Allah’ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların haline, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek onları Allah’a eş kılmak ve hakkı bırakıp hayal ve vehimlere, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki buna taassup denir.” Yine körü körüne maziperestlik yapmayı da Elmalılı taassup olarak tanımlar.
Başta Yahudilik ve İsrail’in mevcut politikaları olmak üzere asabiyet kavramını birkaç yönden izah etmeye çalıştım. Elbette dünyada birçok Yahudi mezhebi, ekolü var ve bunların bir kısmı İsrail’in bugünkü soykırımını desteklemeyip İsrail’i meşru bir devlet olarak bile görmüyor. Taassuba karşı müsamahaya görüşlerinde yer veren bu samimi inanç sahipleri, Kur’ân’da istisna kılınan ve vasıfları övgüyle belirtilen ehlikitabı Siyonist ideolojiyle iş görenlerin dışında addediyorum. Yoksa bir kavme olan düşmanlığımız bizi adaletsizliğe sevk eder.
Türkçeden Kur’ân’a, Kur’ân’dan Türkçeye kelimeler çalışmamızın 37’ncisi olarak ele alacağımız kelime asabiyet.
“Bir şeyi sararak bağlamak” manasındaki asabe kökünden gelen asabiyet kelimesi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük’te şu anlamlara gelir: “Asabîlik, sinirlilik, öfke, hiddet; akraba, soy sop, kavim, vatan, millet ve din gayreti gütme; akrabalık.” Asabiye ise “sinir hastalıkları” manasına gelir. Asabiyeci ise “sinir hastalıkları doktoru”dur.
Aynı kök üzere Yûsuf Suresi 8. Ayette kelimenin bir türevini görürüz:
“İz kâlû leyûsufu veehûhu ehabbu ilâ ebînâ minnâ venahnu ‘usbetun inne ebânâ lefî dalâlin mubîn”
(Zira dediler ki her halde Yusuf ve biraderi babamıza bizden daha sevgili, biz ise müteassıb bir kuvvetiz, doğrusu babamız belli ki yanılıyor).
Kelime, Mehmet Âkif Ersoy’un bir mısraında şöyle geçer:
Onların rûh–u şehâmetle coşan kanları var;
Bizde yok öyle samimi asabiyyet, o damar
Asap “Sinir, damar” manasına gelir. Âsap (a’sab) ise kelimenin çoğuludur. Kelime Ali Ekrem Bolayır’ın bir mısraında şöyle geçer:
Titriyor şimdi bütün âsâbı
Kalmamış durmaya gûyâ tâbı
Asabî “Sinirle ilgili, sinirsel; sinirli, öfkeli, hırçın, sert” manalarına gelir. Asabilik, asabileşmek kelimeleri yapım ekleriyle Türkçede türetilmiştir.
Asabî kelimesi Mehmet Âkif’in bir mısraında şöyle geçer:
Asabi bir heyecan kalbimi ezmekte idi:
Vâhimem ufukta bir hadise sezmekte idi
Asabe: “Baba tarafından akrabâ olanlar; erkek tarafının hısımları; kavim, kabile; bir kimsenin taraftarları, yakınları, dostları.”
Aynı kök üzere Yûsuf Suresi 14. ayette kelimenin farklı bir türevini görürüz:
“Kâlû le-in ekelehu-zzi/bu venahnu ‘usbetun innâ izen lehâsirûn”
“Vallahi, dediler, biz müteassıb bir kuvvet iken onu kurt yerse biz o halde çok hüsrân çekeriz.”
Taassup kelimesi de aynı kök üzeredir. “Bir kimseye veya bir şeye karşı aşırı taraftarlık gösterme, aşırı derecede tutma; bir din ve inanışa, bir fikre aşırı derecede bağlı olup onun dışındakileri düşman gibi görme” manalarına gelen kelime Mehmet Âkif Ersoy’un şu mısralarında şöyle geçer:
Ayıp değil ya, gıcıklar benim sinirlerimi!
–Niçin sinirleniyorsun? Taassubun yeri mi?
Biraz değişmeli artık bu eski zihniyyet.
“Lisana hiç yenilik sokmayın!” demek: Cinnet.
– Hayır taassub eden yok... Şu var ki: icabı
Tahakkuk etmeli bir kerre; bir de, erbabı
Eliyle olmalı matlûb olan teceddüdler...
Düşünki böyle midir bizde?
– Şüphesiz..
– Ne gezer!
Mutaassıp kelimesi de aynı kök üzeredir. “Benimsediği fikir ve inanışa aşırı derecede bağlı olup başka düşünce ve inanca hak tanımayan, yenilikleri kabul etmeyen, taassup sâhibi (kimse), bağnaz, fanatik” manalarına gelir. İsâb ise “başa sarılan sargı bezi, tülbent, sarık vb. şeyler” manasına gelir.
Bağlanan şey kolay açılmaz. Vücuttaki sinirler de demet demet birbirine bağlanmış sağlam tellerdir. Mutaassıp kimselerdeki bağlılık da çetin bir bağlılıktır ki herhangi bir şeye ikna edilmesi zordur. Mutaassıp kelimesiyle aynı kökten gelen asîb kelimesi de zorlu, çetin manasındadır.
Kelime Hûd Suresi 77. ayette şöyle geçer:
“Velemmâ câet rusulunâ lûtan sî-e bihim vedâka bihim zer’an vekâle hâzâ yevmun ‘asîb”
(Elçilerimiz Lût'a gelince, (Lût) onların yüzünden üzüldü ve onlardan dolayı içi daraldı da «Bu, çetin bir gündür» dedi).
Keşşaf müellifi Zemahşeri’ye göre Araplardaki asabiyet gücünü dil üzerinden kıran Kur’ân’dır. Zira Arapçayı en fasih konuşanlardan biri bile asabiyet damarını harekete geçirememiş, Kur’ân karşısında bir şey ortaya koyamamıştır. Oysa muhaliflerini alt etmek konusunda, misliyle karşılık vermek konusunda, aşırılıklarıyla meşhurdu bu Araplar.
“Oysa Allah bunları iki seçenekle karşı karşıya bırakmıştı; ya inkârlarını haklı gösteren deliller getireceklerdi ya da kılıçla karşı koyacaklardı. Bunlar ise -sadece- kılıçla karşı koymayı tercih ettiler. Hâlbuki keskin kılıç, keskin delillerle bileylenmedikçe çelik çomak oynayan birinin elindeki sopa gibidir.” (Keşşaf Tefsiri/Yazma Eserler Kurumu).
İşte kendi kelime ve kavramlarımızla yola çıkarak düşünmeye çalışmamız, bizde oluşmuş ya da oluşabilecek sahte bağlılıkları açığa çıkarabilmesi açısından faydalı olabilir. Bu sebeple gündelik yaşamda kullandığımız, kitaplarımızda geçen, Kur’ân’da geçen kelimeleri çeşitli açılardan ele almaya çalışıyoruz.
Asabiyet, soy-sop ve akrabalıkla sağlanırken taassupta böyle bir bağı takip etmek gerekmez. Bir partiye, bir lidere ve ideolojiye taparcasına bağlılık da taassuptur. Bu tip fanatizmler gerçeği görmeğe kapalı olmaktır. Kendi liderinin her şeyin en iyisini bilip yaptığına olan katî inanç, başkalarında herhangi bir doğrunun küçük bir parçası olabileceği ihtimalini bile göz ardı ettirir.
Mutaassıbın (fanatik) bağlı olduğu şeyle kendini bütünleştirmesi, özünü onun özüne katması sebebiyle mutaassıp, taassup gösterdiği şeye gelen en küçük bir eleştirinin dahi kendisine geldiği sonucunu çıkarır. Bir parti için, bir lider için, bir futbol takımı için rahatlıkla kavga edilebilmeyi sağlayan refleks buradan kaynaklanır.
Akli melekelerin dumûra uğraması durumudur taassup. Sorulacak sorular hakkında durup düşünme süreci gerçekleşmez. Sürprizlere yer yoktur. Cevaplar da sorular da bellidir. Yeni bir durum olacaksa da bireyden, kendilikten kaynaklanmaz bu. Kişi sadece taraftar olduğu şeyin yeniliğini optimize ederek taassubuna devam eder.
Kendini bir yere sıkıştırıp tecrit ederek dışarıyla olan bağlantıları koparmaktır bu. Bağ-naz, bir yere tam olarak bağlanabilmek için başka yerlerle olan bütün bağ-lantıları koparmayı ister. Bağlı olduğu tek bir şeyin de elinden alınması durumunda anlamını kaybedecek olan fanatik, çocukça bir saldırganlığa geçer. Tabii çocuk olmadığı için bu, tehlikeli bir saldırganlıktır.
Taassupta bir akit yoktur. Akit sözleşmektir. İki tarafın bir makuliyet üzere anlaşmasıdır. Taassupta ise bir tarafın bağlılığı/bağımlılığı vardır. Güçlü olanın zayıf olanı büyülemesi gibi… Bu, şahsiyeti, kimliği öldüren bir bağımlılıktır. Mutaassıp, neyin üzerine bağlı olduğunun esasını bilmediği için antlaşmanın devam etmesini sağlayacak sorumlulukları takip edemez. Sadece onun kölesi olur. Akidede ise antlaşmayı sürekli takip ettirecek teyakkuz halinde olmak birtakım esaslarla sağlanmıştır.
Tabii modern zamanlarda dine bir taassup çeşidi olarak bakan görüş, insanı bütün bağlılıklardan soyarak kişinin piyasanın savunmasız tüketicisi olmasını hedeflemekte; fakat bunun mümkün olmaması sebebiyle insanı başkaca modern bağlılık kültlerinin bağımlısı kılmaktadır. Dolayısıyla bir yerde soyulan insanın başka bir yerde giydirildiğini görüyoruz. Mesele insanın soyulması değil, insanın ne giydiğinin farkında olmasıdır.
Kitap: “Ey Âdem oğulları! Size mahrem yerlerinizi örtecek giysi, süsleneceğiniz elbise yarattık. Takvâ elbisesi, işte o daha hayırlıdır” derken ruhumuzu kötülüklerin her türlüsünden koruyacak mecazi bir elbiseden bahseder, Allah korkusundan yahut Allah sevgisinden.
Taassupta sevginin bütüne ait olması söz konusu değildir. Tutku, lokal, dar bir alana hasredilir. Bunun dışındakilere gösterilecek sevgi, kendininkine olandan bir şeyler eksiltir. Bu sebeple alabildiğine kıskanç, hasis, cimri, saplantılı bir sevgidir bu.
Yazının başında asabiyet kavramı üzerinden İsrail’in taassupkâr tavrından ve onun tarihi arka planından bahsettim. Dışındaki her şeye ve en çok da kendine zarar veren bu davranış, dünyadaki tek bir devlete ve topluluğa indirgenemeyecek kadar insanidir.
Kendisinin tuttuğu yerin dışında kalan yerler, düşünceler, sözler mutaassıba göre hep yabancı/düşmandır. Batılının gözünde doğunun incelenmesi olan şarkiyatçılık/oryantalizm taassubun en fanatik örneğini genel bir anlayış olarak gerçekleştirmiştir. Bütün bir sömürgecilik faaliyetlerini Avrupalıdaki bu mutaassıp bakış sağlarken dışarıya Müslümanların ne kadar mutaassıp bir topluluk oldukları propagandasını da her fırsatta işlemiştir.
Batılı akademisyenler, gazeteciler İsrail’in Ortadoğu’nun en demokratik ülkesi imajını destekleyecek binlerce makale ve köşe yazısı yazarlar; fakat binlerce çocuğun İsrail saldırılarında öldürüldüğünü göz ardı ederek (taassup) bunu yaparlar. Diğer yandan demokrasi, çoğulculuk üzerine en ileri düzeydeki ülkeler, islamofobinin de en yaygın görüldüğü yerlerdir.
Kendisi gibi hiçbir zaman görmediği Iraklının topraklarında olmayan kimyasal silahları bulmak için dünyanın en güçlü silahlarını deneyen Amerikan politikaları, özelde İslam coğrafyası genelde ise ehlileştiremediği bütün dünya milletlerine karşı taassubun en koyusunu izlemektedir. Irkçılıkla, kültürel hegemonyayla, sosyal-siyasal emperyalizmle insanların karşı karşıya bırakıldıkları sistematik gerçeklik yokmuş gibi davranıp dünyaya demokrasi dersi vermek de bağnazlığın makyajlanmış bir halidir.
Biz burada, Türkiye’de, dışarıdaki fanatizmden şikâyet ederken kendi içimizdeki dini, politik, ideolojik fanatizmle hesaplaşmadan, lider kültlerinden kurtulmadan müsamahanın huzurundan bahsedemeyiz. Batının tecrübe ettiği ve uğruna birbirini boğazladığı çöp ideolojilerden medet umarak Darulislam olan bir vatanı kendi heva ve heveslerimizin, şu ya da bu siyasi figürlerin bencil çıkarlarının sahası kılamayız.
Veda Hutbesi’nde şöyle seslenir Allah Resulü: “Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız; Âdem ise topraktandır. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.”
Taassubun kibrini kırıp toprağın tevazuuna eğilmek için Yûnus’a kulak verelim o zaman:
Topraktan yaratıldın, yine topraktır yerin,
Toprak olan kişiler nider bu alâmeti?
Uslu değil delidir yüce saraylar yapan
Akıbet viran olur cümlenin imareti.