Eşkıya Kim? (49)
Avusturyalı yazar, Stefan Zweıg’ın “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar” isimli önemli tarihi anları derlediği kitabının ilk hikâyesi Vasco Nunez de Balboa ile ilgilidir. Bu yetenekli İspanyol kâşif ve adamlarının; Amerika’da, elleri bağlı, savunmasız yerli esirleri, aç buldog köpeklerine canlı canlı parçalatması, onların konkistadorlüğüne (fatih) halel getirmez. Onlar Büyük Okyanus’u keşfetmeseydiler, insanlık kim bilir daha ne kadar karanlıklar içinde kalacaktı.
Altınlar feda olsun kâşiflere… Sadece onlara değil, geri kalmış yerlilerin bedenlerini vahşice parçalayan Balboa’nın sadık köpeği Leoncico da ele geçen ganimetten beş yüz altınla ödüllendirilmiştir. Ona da feda olsun… Ne de olsa binlerce yerliden daha değerlidir o koca ağızlı, koca kafalı köpek. Ne kadar altın, inci ve değerli meta varsa taşınır medeni Avrupa kıtasına bu kanlı yolla. Öyle ki şaşılacak bir ekonomik kriz yaşatır bu kadar altın yaşlı kıtaya.
Beş yüz altın deyince dilime bir türkü takıldı şimdi. “Beş yüz atlı ile kestiler yolu / Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz.” Bizim eşkıyalar; köyümüzü, kasabamızı; kısaca bizi vurmuş, bizi soymuş. Böyle Avrupa’nınkiler gibi bâkir kıtaları keşfetme cesareti yok onlarda. Büyük Okyanus’u bulmak gibi maceralara girişmemişler. Vizyonsuz eşkıyalarımızın yerel kötülükleri yetmemiş gibi bir de onları kahraman yapmışız başımıza.
Gerçi bir benzeri de Robin Hood. O da bizim bazı eşkıyalar gibi fakir İngiliz halkının haklarını, azgın zengin soylulara/lortlara karşı savunan gözü kara bir kahraman.
Eşkıyalık tarihi çalışanlar, eşkıyalığın sebeplerini, dönemleri bağlamında ele alarak sosyal, politik, ekonomik yönleriyle değerlendirirler. Otorite boşluğunun olduğu dönemlerde sayısı artan, yol kesen haydutları, hırsızları, haramileri, çetecileri, soyguncuları kimse sevmez. Fakat bir eşkıya Köroğlu var ki Anadolu’da çok sevilir. Destanı asırlarca dilden dile aktarılır, şiirleri okunur, türküleri söylenir.
Düşmanın üstüne eyledim akın
Dönüşüm yok zamanım yakın
Fakir fukarayı incitmen sakın
Mal yemez tamahkâr zengine bakın
Zenginden alıp fakire vermesi, zalim yöneticilere karşı mazlumu savunması, Köroğlu’nun başkaldırışının aşağı bir asilik, şakîlik olarak değil, bahadırlık olarak anlaşılmasını sağlar. Tarihi vesikalar; türkülerde, destanlarda geçtiği şekliyle böyle bir kahramanın olduğunu ister söylesin, ister söylemesin, halkın muhayyilesinde Köroğlu olması istendiği şekliyle (yiğitçe) vardır.
Beylerden aldım haracı
Bezirganlar verir bac'ı
Çekeydim eğri kılıcı
Dere tepe toz olaydı
Benden selam olsun Bolu Beyine
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
Ok gıcırtısından kalkan sesinden
Dağlar seda verip seslenmelidir.
Aman dileyene, aman verilmesini; dertlilerin derdine bakılmasını söyleyen böyle eşkıyanın tarafını tutmanın bir göstergesi de onun şiirlerinin asırlarca sözlü bir şekilde sonraki nesillere aktarılagelmesidir.
Köroğlu her zaman kurdu meydanı
Ben bilirim yahşi ile yamanı
Aman dileyenden kesmen amanı
Dertli olanların derdine bakın
Sadece Köroğlu gibi asırlar öncesinin eşkıya/ozan/kahramanı değil yaşatılan; Ege’de, Karadeniz’de, Doğu’da son zamanlara kadar nice eşkıyalar meydana çıkmıştır ki Çakırcalı Mehmet Efe, Yörük Ali, Hekimoğlu… Yaşar Kemal’in İnce Memed’i ve henüz eşkıya olmamış, ama Sabahattin Ali’nin ömrü olsaydı eşkıyalığı beklenen Kuyucaklı Yusuf’u…
Zülfü Livaneli’nin derlediği, “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” türküsünün kahramanı Sandıkçı Şükrü de halkın sevdiği bir eşkıyadır. Sinop Cezaevi’nden kaçmış Rizeli Sandıkçı Şükrü’yü, bölgede efsaneleştiren şey; fakir fukaraya dokunmayıp onları kollaması; zengine, ağaya, beye, paşaya karşı durmasıdır. Uzun zaman peşine düşseler de ele geçiremezler. Nihayet bir oyunla yakalayıp öldürürler Sandıkçı’yı. Türküyü hatırlayalım:
Sene 341 mevsime uydum
(Yıl 1341 nefsime uydum)
Sebep oldu şeytan bir cana kıydım
Katil defterine adımı koydum
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz
Sen üzülme anam dertlerim çoktur
Çektiğin çilenin hesabı yoktur
Yiğitlik yolunda üstüme yoktur
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz
Çok zamandır çektim kahrı zindanı
Bize mesken oldu Sinop'un hanı
Firar etmeyilen buldum amanı
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz
Sinop kalesinden uçtum denize
Tam üç gün üç gece göründü Rize
Karşıki dağlardan gel oldu bize
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz
Bir yanımı sardı müfreze kolu
Bir yanımı sardı Varilcioğlu
Beş yüz atlı ile kestiler yolu
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz
Bu türkünün nakaratını düşündüğümüzde, acaba türkü, eşkıyanın dünyaya hükümdar olmaması gerektiğinden mi bahsediyor, yoksa Sandıkçı Şükrü gibi yiğit eşkıyaları hükümdar yapacaksın ki o zaman bu halka zulmedenler müstahakkını bulacak; fakat ne yazık ki eşkıyayı dünyaya hükümdar yapmazlar mı diyor? Tabii hükümdar bildikleriniz eşkıyadan başka bir şey değildir. Onlar belli bazı bölgelere hükmetseler de dünyaya hükümdar olamazlar, anlamı da çıkabilir.
Gerek Sandıkçı Şükrü’nün hayatına baktığımızda gerekse şiirin geneline baktığımızda, bir haydutla karşılaşmıyoruz. Hikâye o ki… Sandıkçı’nın kardeşini, Abdi Ağa haksız bir şekilde vurunca o da gidip Ağa’yı vurur ve hapse düşer. Hapisten kaçıp eşkıya olur. Karısını elinden almaya çalışan ırz düşmanlarını ve bölgedeki diğer zalimleri de bir bir haklar. Sonunda kendisine kurulan bir ihanet tuzağıyla arkadan vurulur Sandıkçı.
Türkü, Sandıkçı Şükrü’nün dilinden söylenmiş. Bu nakarat kısmında ise bir kinaye olduğunu düşünebiliriz. Benim gibilere sizin düzeninizde eşkıya diyorlar, sizin gibilere ise hükümdar. Oysa kitabına uydurarak asıl eşkıyalığı yapan sizsiniz. Sizin gibi eşkıyalardan hükümdar olmaz ama düzen böyle.
Nasreddin Hoca, eşeğiyle yolda giderken sipahilerin gelmekte olduğunu görür. Başına bir iş gelmesin diye iner, eşeğinin yanına çömelir. Sipahiler gelir, Hoca’yı böyle görünce:
-Ne yapıyorsun sen burada? Kimsin? diye sorarlar.
Hoca:
-Ben bu eşeğin sıpasıyım, der.
-Yalan söylüyorsun, derler. Bu eşek dişi değil, erkek.
Hoca kendisini kurtarmayı bilir:
-Annem öldü de, der; babamla geziyorum.
Sipahi, Osmanlı ordusundaki süvâri askeridir ki tımar olarak kendilerine verilen arâziden aldıkları öşür ve vergiyle geçinir. Nasreddin Hoca’nın burada eşkıya görmüş gibi devlet görevlisinden korkarak bu şekilde hareket etmesine sebep olan ne olabilir?
Hikâyede eşek güçlü bir semboldür. Halkı eşek gibi çalıştıran yetkililer, Nasreddin Hoca’nın sıpa olmasına şaşırmıyor. Burada şaşırdıkları nokta eşeğin dişi değil erkek olmasıdır. Halkın eşekleştirilmesi yani bir şeyden anlamaz, sorgulamaz duruma getirilmesi, yöneticilerin işini kolaylaştırır.
Böylece toprağı eken çiftçi, kuruşu kuruşuna vergisini verirken mafyalar (şehir eşkıyaları), devlet bankalarını rahatlıkla dolandırıp sefa sürebilir. Burada kırsaldaki eşkıyayla şehir eşkıyası olan ve uyuşturucu işi yapan, her daim halkın aleyhinde faaliyet gösteren mafya tiplerini ayrı tutmalıyız. Mafyanın; para, siyaset, iktidar ve küresel bağlantılarını düşündüğümüzde, klasik eşkıya tipinin dışında tutulması gerektiğini ekleyelim.
Devletlerin ve hükümdarların bazen eşkıyayı aratmayacak uygulamalarına tarih çok defa şahit olmuştur. Hatta filozoflar; ilkeli, doğru olmamanın güçlü hükümdarlığın esaslarından olduğuna dair çeşitli nasihatlerde bulunurlar. Siyaset-bilimin temel metinlerinden Prens:
“Sözünü tutmayan bir prens, hiçbir zaman haklı gerekçe bulmakta sıkıntı çekmez. (…) Tilki gibi davranmayı bilen, hep daha iyi sonuca ulaşmıştır. (…) Büyük şeyler başarmak isteyen bir prensin aldatmayı öğrenmesi gerekmektedir. (…) Bağışlayıcı, sözünün eri, insancıl, dürüst, dindar görünmek ve olmak gibi ama aklını öyle ayarlamalısın ki gerektiğinde tersine dönmeyi bilmelisin.” (Batı’ya Yön Veren Metinler II)
Bu cümleler Niccolo Machiavelli’den. Aradan beş asır da geçse, bugün hala modern devletlerin esaslarını oluşturan onun Prens kitabıdır. Bu ilkesizlikler, devlet adına icra edildiğinde, siyasetçiler lehine ilkeye dönüşür, birey yaptığında ise eşkıyalığa…
İnsan, bir devletin vatandaşı olabilir; fakat bir devlet gibi düşünmek, onun gibi tavır almak zorunda değildir. Devletten bağımsız, sivil düşünmeyi de becerebilir insan. Devlet mantalitesinden sıyrılıp sivil bir kafayla düşünebilmek, eşkıyalaşan devletleri fark edip onlara karşı tavır alabilmeyi sağlar.
Devlet, güçlü olmalıdır sözü, ancak sonrasında şu cümle geldiğinde anlamlıdır. Devlet, daima zorbalara karşı ve ezilenlerin yanında olmak için güçlü olmalıdır. Güçlü olmayan devlette, mafya devletleşir, devlet de mafyalaşır. Zayıflar daha çok ezilirken güçlüler daha çok ezecek hale gelir. Devlet; gücünü, ezilenlerin üzerinde değil, ezenlerin üstünde gösterdiği oranda adaletlidir. Nasreddin Hoca’nın üstünde değil…
Bugün dünyada birçok eşkıya devlet var. Bunların başındaysa Amerika gelmekte. Onun için kanunların, insan haklarının, toplumsal sözleşmelerin, kendi dini metinlerinin… hiçbir şeyin bağlayıcılığı yoktur. Devletin temel felsefesi olan pragmatizm öyle bir ideolojidir ki bunun ne derece oynak bir kavram olduğunun haberi mezardaki Machiavelli’ye ulaşsa o da sözlerinin bu kadar ileri taşındığına şaşardı.
Bir kıtayı sömürmek için işgal edenler, oradaki yerlileri yok edip zenginlikleri talan ettiler ve sonunda bağımsız bir devlet de kurdular. Devletlerinin ilerlemesi içinse, sömürülen başka bir kıtadan insanları köle kılıp devletlerini daha da pekiştirmiş oldular.
İşte pragmatizmle kıtaya ayak basan serüvenci haydutluk arasında bir ilişki aranmalı. Sürekli pratik sonuçlara yönelen bu faydacı anlayış, kendi refahını önceler. Kendi refahı, yararı için başkalarının açlık çekmesi, işkenceye uğraması önemsenmez küçük ayrıntılardır. Her ne kadar öncelik sonralık açısından pragmatizm, sömürgecilikten sonraki bir Amerikan felsefesi olarak görülse de burada neyin neyi beslediğine dikkat kesilmemiz gerekmekte.
Gerek keşifler çağı denen dönemdeki haydutların Amerika’ya ve diğer kıtalara giderek yaptıkları şakîlik; gerekse Amerikan devleti kurulduktan sonra devletin Vietnam, Irak, Afganistan ve bugün Filistin’de gerçekleştirdiği işgal ve soykırımlar, belki dünya tarihinde bütün eşkıyaların toplamda yaptıkları maddi manevi tahribatın çok üstündedir.
Yine uzun zamandır Amerika ve İngiltere’nin bölgedeki sömürge jandarmalığına özenen İsrail’in, yedi aydır Filistin’de işlediği cinayetler, onun eşkıya bir devlet olduğunun beyanı olmuştur. İsrail, yerleşimcilik kavramı üzerinden Filistinlilerin topraklarının, evlerinin gasp edilmesini, bunun bir devlet politikası olarak görülmesini bütün dünyadan istemektedir. Yani bütün dünyadan beklenen, eşkıyalığın devlet prensibine dönüştüğünün tasdik edilmesidir.
Yedi ayda kadın, çocuk, hasta demeden katledilen otuz beş bin insanı, geçmiş dönemin eşkıyalarının yaptıklarıyla karşılaştırmamız mümkün değildir. Dolayısıyla İsrail bir devletse tarihteki en azılı bir eşkıyanın dahi hükümdar olacağı devlet dahi böyle bir soykırımı yapamazdı. Zaten türküde geçtiği şekliyle de öyle bir “eşkıya dünyaya hükümdar olmaz” ama böyle devlet adamları, başbakan, cumhurbaşkanı, savunma bakanı, dışişleri bakanı olup uluslararası arenada temsil görürler.
Türkçeden Kur’ân’a, Kur’ân’dan Türkçeye kelimeler başlıklı çalışmamızın 49'uncusu olarak ele almaya çalışacağımız “eşkıya” kelimesine eğilmek, Amerika ve İsrail’in modern eşkıyalığının sahnesine dönüşen Filistin konusunu anlamak noktasında bizi canlı tutabilir.
“Birini sıkıntıya sokmak, güçlüğe düşürmek” manasındaki “şakıye” kökünden gelen eşkıya kelimesi Misalli Büyük Türkçe Sözlük’te şu anlamlara gelir: “Şehir dışında dağlarda yol kesen hırsızlar, şakîler, haydutlar; haydut, soyguncu, çeteci.”
Edirneli Nazmî’nin bir beytinde kelime şöyle geçer:
Şu kim Hakkı koyub himmet umar erbâb-ı devletden
Degüldür ol sa’âdet ehli anı eşkıyâdan bil
(Hakkı bırakıp devlet sahiplerinden himmet uman şu kimse; saadet sahibi değildir, onu eşkıyadan bil).
Eşkıyalık: “Eşkıyâ olma durumu, haydutluk, yol kesicilik, soygunculuk, çetecilik”tir. Kelime Orhan Veli Kanık’ın Gangster isimli şiirinde şöyle geçer:
Şiir yazdım bunca senedir
Ne buldum?
Eşkıyalık edeceğim bundan sonra
Haberi olsun yol kesenlerin
İş yok artık kendilerine
Dağ başlarında
Mademki ekmeklerini alıyorum
Ellerinden
Buyursunlar onlar da benim yerime
Münhal var edebiyat aleminde
“Yol kesici, haydut; her türlü kötülüğü işleyebilecek yaratılışta olan, kötü huylu kimse; bahtsız, nasipsiz, Hak katında makbul olmayan kimse” manalarına gelen şakî kelimesi de aynı kök üzeredir. Kelime, Meryem Suresi 32. ayette şöyle geçer:
“Ve berran bi vâlidetî velem yec’alnî cebbâran şekiyyâ”
(Beni anama saygılı kıldı. Beni azgın bir zorba kılmadı).
Kelime, Ümmî Sinan’ın bir beytinde şöyle geçer:
Evliyânın nutkına çün lâ diyenlerdür şakî
Rehberi Fir‘avn olur hakk-ı Kelîmü’llâh-ı Tûr
(Haydut/şakî, evliyanın sözüne, nasihatine hayır diyendir; böyle kimsenin rehberi Hz. Musa olmaz, Firavun olur).
“Şakî olma durumu; haydutluk” manalarına gelen şakîlik kavramı Eşrefoğlu Rûmî’de şöyle geçer:
“Nefsi emmârelikten döndürmeyince şakîlikten kurtulamaz.”
Şekâ kelimesi de aynı kök üzeredir. “Tâlihsizlik, bedbahtlık, uğursuzluk; alçaklık, rezâlet” manalarına gelen kelime, Tâhâ Suresi 2. ayette kelime fiil şekliyle şöyle geçer:
“Mâ enzelnâ ‘aleyke-l kur-âne liteşkâ”
(Kur'ân’ı sana bedbaht olasın diye indirmedik).
Üsküdarlı Hakkı Bey’in bir beytinde kelime şöyle geçer:
Fitne baş kaldıramaz haşre değin tâ o kadar
Etti kahrınla kazâ ehl-i şekāyı tahzîr
(Kahrınla yargılayıp alçakları öyle bir korkuttu ki; fitne mahşere kadar baş kaldıramaz).
Şekâvet kelimesi de aynı kök üzeredir. “Eşkiyâlık, yol kesicilik, haydutluk, şakîlik; kötü yaratılışlı, kötü iş işleyecek tıynette olma, kutsuzluk” manalarına gelen kelime Edirneli Nazmî’nin bir beytinde şöyle geçer:
Şekâvetdür o ki; ide mâlın imsâk
Anun mislidurur hem iden isrâf
(Malını tutan kimse kutsuzluk/eşkıyalık yapmıştır; malını israf eden de buna benzer).
Nasreddin Hoca’dan yazının başında aktardığımız fıkradaki sipahi meselesi, münferit bir fıkra değildir. Halk için olumsuz bir sipahi örneği gösteren şu fıkra da dikkat çekicidir:
Bir akşam yemekten sonra Hoca karısına:
-Yarın hava yağmurlu olursa odun kesmeye, güneşli olursa çift sürmeye gideceğim, demiş.
-İyi, demiş karısı, sen yine de bir “inşallah” de!
Hoca diklenmiş:
-Ne inşallahı hanım, demiş. Ne yapacağımı söyledim işte. Ya odun kesmeye ya da çift sürmeye gideceğim.
Ertesi sabah kalktığında bakmış ki hava yağmurlu. Hoca baltasını alıp ormanın yolunu tutmuş. Yolda bir sipahiye rast gelmiş. Sipahi selam verdikten sonra sormuş:
-Hoca Efendi, filan köye nasıl gidilir?
Hoca, bilmiyorum demiş ve yoluna devam etmek istemiş. Ama sipahi atını Hoca’nın üstüne sürüp:
-Bal gibi biliyorsun. Düş bakalım önüme, demiş. Beni o köye götüreceksin.
Hoca istemeye istemeye sipahiyi sorduğu köye götürmüş.
Eve ancak akşamüstü yorgun argın dönebilmiş. Kapıyı çalmış. Karısı:
-Kim o? diye seslenince:
-Aç hanım aç, demiş. İnşallah ben geldim.
İlk fıkrada Hoca’yı eşek olduğunu iddia ettirecek kadar korkutan sipahiye karşılık, bu fıkrada da atını Nasreddin Hoca’nın üstüne süren ve zorla Hoca’yı alıkoyan bir sipahi görürüz. Böyle böyle hem bürokrasideki hem yereldeki baskılamalara itaat etmeyecek birileri elbet çıkar. Çıkmıştır da…
Kitâb-ı Müstetâb’da geçen şu mısralar, Celalî İsyanları’nın sebeplerini sadece batınî anlayışlara, mezhepsel farklılıklara bağlamanın doğru olmadığını işaret eder. Meselenin ekonomik buhran yönü ve devlet görevlilerinin halk üzerindeki baskıları birlikte düşünülmeli:
Âşikâre bey‘ iderler kahbe-zenler mansıbı
Niçe kopmasun Celâlî nice olmasun kıtâl
(Kahpe kadınlar açıkça makam mevki satar; nasıl Celali isyanı kopmasın, nasıl savaş olmasın)?
Eşkıya kavramını, marksist ideoloji bağlamında, soylu eşkıyaya hamletmek ve her eşkıyayı halk önderi göstermek niyetinde değilim. Osmanlı özelinde ele alacaksak, Osmanlı düzeni batıdaki feodal lortların düzeni elbette değildir. Anadolu köylüsü de serf değildir. Ama her dönem, birtakım düzen ihdas edenlerde ya da düzeni icra edenlerde düzen namına zulüm peyda olmuştur.
Eşkıyalık övülecek bir yol değildir. Ancak yolların yolsuzluğa dönüştüğü devirlerde, halkın bir taraftan bürokrasinin, diğer taraftan ağa-bey gibi yerel iktidarların baskısı altında kaldığı zamanlarda, halkın aleyhinde olmayıp zulmün karşısında ortaya çıkan eşkıyayı halk; destanıyla, şiiriyle, türküsüyle kahramanlaştırmıştır. Çakırcalı Mehmet Efe de onlardan değil midir?
İzmir'in kavakları dökülür yaprakları
Bize de derler Çakıcı yar fidan boylu
Yakarız konakları
Sonra devletin iskân politikasına karşı çıkan şair Dadaloğlu vardır:
Avşarlara oyun edip sürdüler
Döneklere rütbe geldi duydun mu
Türkmenleri top-tüfek kırdılar
Ermeni'den casus oldu duydun mu
Bir de sahabeden Ebû Cendel ve arkadaşları var. Ebû Cendel, Bedir Savaş’ından önce Mekke’de müslüman olmuş. Babası tarafından kaçmasın diye hapsedilerek zincire vurulmuş, hicret etmesine izin verilmemiştir.
Hudeybiye Antlaşması esnasında, Hz. Peygamber ve müşrikler antlaşmayı tam da hazır hale getirdikleri sırada Mekke’de hapsedildiği yerden kaçan Ebû Cendel’in ayaklarındaki zincirleri sürüyerek geldiği görüldü. Bunun üzerine babası Süheyl, Peygamber’den antlaşma gereğince oğlunun iadesini istedi. Resûl-i Ekrem Kureyşliler’le yaptığı antlaşmaya sadık kalacağına dair Allah adına söz verdiğini belirterek Ebu Cendel’e sabır tavsiye etti.
Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra müslüman olarak Medine’ye gelen, fakat Kureyşliler’in isteği üzerine iade edilen Ebû Basîr’in muhafızlardan birini öldürerek Kızıldeniz sahilindeki Sîfülbahr’e kaçtığını haber alan Ebû Cendel, kendisi gibi hapsedilmiş yetmiş kadar müslümanla oraya kaçtı.
Sîfülbahr’deki müslümanların ticaret kervanları için tehlikeli bir güç haline geldiğini gören Kureyşliler, müslüman olup Medine’ye gidenlerin iadesini öngören maddeden vazgeçtiklerini, özellikle de Ebû Basîr ile Ebû Cendel ve arkadaşlarının Medine’ye kabul edilebileceklerini Hz. Peygamber’e bildirdiler. Buna karşılık ticaret kervanlarının vurulmasına meydan verilmemesini istediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem; Ebû Basîr ve arkadaşlarına bir mektup göndererek Medine’ye gelmelerini emretti. (İslam Ansiklopedisi)
Ebû Cendel gibi büyük bir sahabeye eşkıya diyemeyiz elbette. Ama Kızıldeniz kenarında mevzi almış bu Müslümanlar, kural (Hudeybiye Antlaşması) dışı hareket etmektedir. Mekkelilerin ticaret kervanları, bu kural dışı kişiler tarafından vurulmasıyla Mekkeliler iade antlaşmasından vazgeçmek zorunda kalmışlardır.
İsrail ile BAE, Bahreyn gibi ülkeler Abraham Anlaşması (2020) uyarınca normalleşme politikaları izleyeceklerdi. Askeri, teknolojik, ekonomik, kültürel birçok konuda İsrail’le ilişkiler Amerika eliyle normalleşecekti. Tabii bu arada İsrail, yerleşimci hırsızlığını güya dondurmuştu. Bölgedeki diğer Arap ülkeleriyle de normalleşme diyerek Filistin meselesini himayesiz kılmayı amaçlayan bu oyunu bozan Filistin’deki 7 Ekim’de başlayan direnişti.
Burada Abraham Anlaşması’nı Hudeybiye’nin misliymiş gibi gösterme gayesinde değilim. İşaret etmek istediğim nokta, nasıl Ebu Cendel ve arkadaşları Hudeybiye Anlaşması’ndaki o zulüm maddesini boşa çıkardılarsa Filistindeki direniş de Abraham Anlaşması’nı boşa çıkarmıştır. Böylece kendini Müslüman halkların üstünde gören prenslerin, kralların oyunu bozulmuştur.
Biz meseleyi biraz daha genişletmeye çalışalım. Edirneli Nazmî’nin yukarıda geçen beyti üzerinden günümüzü göz önünde tutarak tekrar düşünelim.
Şekâvetdür o ki; ide mâlın imsâk
Anun mislidurur hem iden isrâf
Edirneli Nazmî’nin beytine dikkat edersek bugün dünyadaki eşkıyalık düzeninin esasını oluşturan kapitalizmin ne şekilde varlığını idame ettirdiğini görebiliriz. İlk mısra, servetin belli gruplarca imsak edilmesini yani tutulmasını; ikinci mısrada ise kaynakların yine belli gruplarca israf edilmesini düşündürüyor.
Yer altı ve yer üstü kaynaklarının ihtiyaca göre kullanılmasını değil; sınırsız kaynak aldatmacasıyla sınırlı kaynakların piyasaya açılmasını ve oradan en büyük kârı elde etmeyi amaçlayan bu düzenin en nefret ettiği şey, kaynakları paylaşmak ve kendisine sınırlandırma getirilmesidir.
Bütün pınarları, başkalarının susuzluğu pahasına kendilerine akıtarak şişelenen suyu, susuzlara maksimum karla satarlar. Tabii başta Afrika olmak üzere dünyanın birçok yerinde insanların sağlıklı suya ulaşamayıp hastalıklarla kırılması bu imtiyazlılarca yeni bir fırsatı doğurur. İlaç satmak…
Bu şirketlerin insanoğluna verdiği zarar, yukarıda verdiğimiz misale benzer. Eski zamanların bütün eşkıyalarının cürmü toplansa bu şirketlerin insana, tabiata verdiği büyük zararın karşısında, eşkıyaların yaptıkları ancak küçük bir kabahate karşılık gelir.
Herkes tarafından eşkıya olarak anılsa da halkın Hekimoğlu’na gösterdiği hürmeti şuradan anlamalıyız. Hekimoğlu’nun karşısında durduğu beyler, ağalar birtakım işlerle halka büyüklük taslamışlar; ama Hekimoğlu’nun aynalı martini halkın sesine ses vermiş. Haliyle Hekimoğlu’na türkü yakılmış, hikâyesi dilden dile aktarılmış. Zalimlerle iş tutanlarsa arkalarından ağız dolusu sövülmüştür.
Hekimoğlu derler benim aslıma
Aynalı martin yaptırdım da narinim kendi nefsime (neslime)
Konaklar yaptırdım mermer direkli
Hekimoğlu geliyor da narinim aslan yürekli
Çiftlice muhtarı puşttur pezevenk
Hekimoğlu geliyor da narinim uçkur çözerek
Ünye de Fatsa arası kavga da kuruldu
Hekimoğlu dediğin narinim o da vuruldu
Bugün başta Amerika ve İsrail olmak üzere insanın, tabiatın geleceğini ipotek altına almak isteyen yerelden genele bütün kurum ve kuruluşlara karşı tavır almak, mevzilenmek insan kalmanın vazifesidir. Çünkü bu sömürü düzeni, insan olarak kalmanın imkânını ortadan kaldırmaya yönelik bir sistemdir. İnsanlar boykot diyerek bunu ancak İsrail’in soykırımı sonrası muvakkaten ve sınırlı bir şekilde anladı. Oysa bu kötülük hiç durmadan tekrar edip durmakta.
Filistin’deki direnişi terör olarak yaftalayanlar, gerçek teröriste arka çıkmanın ayağını oluştururlar. Filistin’de düşmana karşı direnen her bir yiğit, eşkıya Köroğlu’dur, Hekimoğlu’dur, Dadaloğlu’dur.
Filistin’deki direnişçiler, bu zamanın zorba ağalarına, paşalarına, beylerine postayı koymuşlardır. Yedi aydır en güçlü ordulara karşı yenilmeyerek rüştünü ispat etmişlerdir. Şunu aklımızdan kesinlikle çıkarmamalıyız. Bu direniş, sadece İsrail’e karşı verilmiyor. Türküde de geçtiği en sövgülü şekliyle Amerika ve bütün kapitalist düzenin kalbine karşı veriliyor.
Yazımızı sûfilerden eski bir eşkıya olan Fudayl b. İyaz'ın hassasiyet taşıyan şu hikmetiyle bitirelim. Fudayl, "ben Allah'a karşı itaatsizliğimi, eşeğimin ve hizmetçimin huyundan ve bana itaatsizlik etmelerinden anlarım" demiştir. Etrafa Fudayl'ın gözleriyle bakabilmek ne zor bir incelik...