Taraklı'da Cuma Hutbesi ve Bir Dilenci
(SAADEDDİN Ağabey'e ithafen...)
Her hafta olduğu gibi cuma selâsını sağına yatıp yüzü kıbleye gelecek şekilde uzanarak dinledi. Böyle yaptığında sanki ölmüş gibiydi. Ne var ki sağdı, sağlıklıydı, sağlamdı!
Selânın bitmesiyle kalktı sağından. Yürüdü, suya vardı, abdest aldı.
Kaç gündür açtı!
Çıkarken, masanın üzerindeki elli kuruşa takıldı gözü. Bu mâdenî parayı, bir emâre bilip bir mâdene kavuşabileceğini düşündü. Dilencileri düşündü. Henüz kimseler para atmadan, mendillerine birkaç bozuk para koyup, bu sayede cemaatin cebindeki diğer bozuk paraları cezbeden dilencileri… Maya olmadan hiçbir şeyin olamayacağını düşündü.
Cebindeki sağ eliyle sımsıkı tutuyordu elli kuruşu. Onun varlığının mayasıydı bu. Cebinin bereketi…
Elli kuruşla mayaladı cebini.
…
Hutbeye çok da kulak asmadı. Fakat bir ara bir Hadis’e ilişti kulağı:
“İnsanların çoğu iki nimetin kıymetini takdirde yanılmışlardır: Sağlık ve boş vakit.”
İşsiz güçsüz geçen boş vaktine üzüldüğüne üzüldü. Bir suçlulukla kızarıyordu yüzü. Hutbeden tekrar koparak kızgınlıkla düşündü:
Ona göre sağlığının kıymetini sadece kendisinin bilmesi yetmezdi! Sağlıklıydı, sağlamdı, sağdı, vardı… ama sanki yoktu! Kimse onu görmüyordu, duymuyordu.
Neden sonra Hoca’yı tekrar duydu:
-Camimizin ısınma giderleri için çıkışta yardım toplanacak. Allah rızası için…
Hoca’nın cümlesi bitmeden hutbeden yine koptu.
Elli kuruş sımsıkı duruyordu cebindeki avucunda. İmam’ın son cümlesi bitene kadar sayfalar dolusu fikirler dolaştı aklında. Edineceği bozuk paraların mayası olan, cebinin bereketi olan bu elli kuruşu verse miydi? Yoksa vermese mi? Varlığa giden yolu mu seçse; yokluğa giden yolu mu yoksa?
Yoksa… Yoksa… Yoksa… Bir hakikat yetişti imdâdına:
“Her şey yoktan var edildi!”
Buna sevindi!
-Varlığın mayası yoklukmuş, dedi. Ve bir oh çekti. Elindeki elli kuruştan vazgeçecekti. Dilenmeyecekti. Bu sevinçle daldığı düşüncelerden sıyrılıp terk ettiği cümlenin devamını duymak için yeniden hutbeye döndü:
-Allah rızası için biraz da kâğıt para atın! Hep bozuk para atmayın!
…
Kıpkırmızı bir renkle boyandı yüzü. Bu; üzüntünün mü, öfkenin mi, yoksa utancın mı rengiydi? Belki hepsi…
-Olanı var, olmayanı var be Hoca! diye homurdandı usulca.
-Bu elli kuruşu nasıl veririm şimdi? Gururum var, dedi. Parayı vermeyecekse bu mayayla dilenecek miydi peki?
Kızgın başını “Hay Allah’ım” diyerek sol yanına çevirdi. Selam vermediği kesindi. Zorlansa da farz-ı edâ bitmişti. Ve bir yemin etti:
Bundan böyle ölse Cuma’ya gitmeyecekti.
…
Çıkışta kimsenin yüzüne bakmıyordu. Buna yüzü yoktu. Kendisinin yüzüne de kimse bakmıyordu zaten. Kimsenin yüzü yoktu. Kimse gülmüyordu, konuşmuyordu.
-Cumanın da, caminin de, cemaatin de…
Cümlesine sövüp sayıyordu! Herkesi sayıyordu: Bu nasıl BİR toplumdu? Nasıl bir cuma? Bu nasıl Birleşme ya da?
Ve Roman bir adamın cümbüşünden yükselen esmer bir melodinin peşine düştü adımları:
“Huzurum kalmadı fâni dünyada / Yapıştı canıma bir kara sevda!”
Avucundan parmaklarının ucuna inen elli kuruşu çalgıcının önündeki boş kutuya fırlattı sonunda. Böylece, kendi cebine ve para kutusuna maya çaldı.
Ne güzel çaldı!
…
Sonunda cebindeki paradan kurtulmuştu işte! Artık yoktu, huzurluydu. Kâğıt para isteyenlere bozuk para vermekten kurtulmuştu. Dilenmekten de kurtulmuştu.
Bir gururu vardı, utancı vardı, öfkesi vardı… hâlâ vardı!
Oysa yok olmalıydı. Hani varlığa maya olacaktı yokluğu? Var olmak böylesine zor muydu?
Gururundan bir türlü vazgeçemediğini düşündü. Üzüldü, huzuru kaçtı. Ne kadar da sahteydi yokluk iddiası… Hakkıyla yok olmalıydı oysa. Hakk’ta yok olmalıydı! Yok olursa Hakk’ın huzurundan kovulmazdı. Aşkta gurur olmazdı.
Utandığına utandı!
…
Düşünmekten yorgun düşen zayıf bedenini bir kahvehanenin önündeki sandalyeye bıraktı. Yalnızdı. Etrafta kimsecikler yoktu, kimseyi görmüyordu! Oysa kahvehanenin yanındaki bankadan pisliğe bulaşan paralarını çekiyordu insanlar. Etrafı kalabalıktı. Belli bir zaman sonra fark etti kalabalığı. İrkildi. 'Yok' iken nasıl da görmemişti kimseyi!
Kalabalığı görüyordu artık, öyleyse vardı. Fakat bu kez kalabalık görmüyordu onu. Yokluğa dair artıyordu umudu. Bir vardı, bir yoktu…
-Olmayan bir masal kahramanı olmalıyım, dedi. Görünmediğine ilk kez sevindi. Ve aklına Mevlâna geldi:
“Âşıkların varlıkla işleri yoktur. Onlar kârı sermayesiz sağlarlar.”
…
Nihayetinde o çok sevdiği yokluğa gark olmuştu. Görünmüyordu ve fakat kendi görüyordu. Otomatik Para Makinesi yüzlük banknotları şaşırmadan sayıyordu. Bir devlet memuresi maaşını çekiyordu. Tam da kimsenin kendisini görmediğini, 'yok' olduğunu düşünürken kadın fark etti onu!
Kadının kendisine dönmesiyle var olduğunu anladı. ‘Yok’ olduğunu düşünmekle yanıldığını anladı. Kadın yaklaştı, bir Yüz verdi! Adamın aklına gururu geldi. Bu Yüz'ü kabul etse miydi? Yoksa etmese mi?
Boynunu büktü, ses etmedi.
Kadın bütün bunların farkında bile değildi. Sağ elinin verdiğini sağ eli bile görmedi. Eli eline değmedi. Adam ise kurban olan gururunu düşündükçe, kendisini İsmail’e inen bir koyun bildi. Ve Yüz Lira’nın arkasındaki resmi fark ederek, Itri'nin mâkâmıyla kendi tekbirini kendi getirdi.
Güne, güneşe rağmen Dolunay’ı seyretti. Ayın on beşiydi!
-Allah devlete zeval vermesin, dedi.
Devlet, SAADED demekti.
…
Ne yokluk varlıksız, ne de varlık yokluksuz yapabiliyordu. Biri olmadan biri olmuyordu. Kadınla erkek gibi… Hayat ve ölüm gibi… Zenginle fakir gibi…
Gün akşam oluyordu. Aydınlık karanlığa koşuyordu. Ve o anda yokluk da varlığa kavuşsa diye umutlandı Adam. Umutla da kalmadı! Yokluk ve varlığı sonunda nikâhladı:
-Bu cimâyla, gece-gündüz, yokluk-varlık ne varsa ve ne yoksa hepsi Bir olur, dedi.
Aklına, cumaya gitmeyeceğine dair ettiği o yemin geldi.
'Üç kez üst üste cumaya gidilmezse nikâh düşer'di?
Yemininden kurtulmalıydı.
Gülümseyen yüzüyle büyük bir markete koştu ve elindeki Yüz Lira’yı kasiyerden bozmasını istedi. Kasiyer şaşkınlıkla sordu:
-Sahte olmasın bu? Çalıştığımız hâlde bu Yüz bizde bile yok!
-Bu Yüz sahte değil. Mutluyum ben. Sadakalar da olmasa...
On parçaya böldürdüğü Yüz Lira’yı alarak ayrıldı marketten. Yemininin kefâretini ödemek için bu parayla tam on garibi doyurdu. Yemininden kurtulmuştu sonunda.
Parası yoksa da Cuma’ya gidebileceğinin sevinciyle o gece huzur içinde uyudu. Uyandığında yine selâ okunuyordu. Yüzü kıbleye doğruydu. İnsan bir vardı, bir yoktu işte!
Ve yoktan var olan bir banknot belirdi elinde. Elindeki İkiyüz'ün diğer yüzünü çevirdi. Resimden Yunus Emre seslendi:
“Mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan!”
#