Durmak ve Koşmak
Hakikatin güzelliğinin, cemâlinde tecellî ettiğini görmek, beni eşikte bekletir. Eşikten uzaklaşmam için türlü türlü sebepler ihdâs edilmiş olması, sarhoş dimağımda hiçbir netîce doğurmuyor. Bildiğimi okuyorum. Çünkü kovulmanın, bu sebepler kadar hiçbir ciddi kaydı yok hayatımda.
Döne döne geldiğim yer burası. Yana yana durduğum yer…
Mûsa, bir parça ateş alma endişesinde değildi. Mûsa’da ateş zâten mevcûd idi. Yalnız ateşin ne olduğunu bilmiyordu o. İşte merakı buna tevâfuk etti Vâdi-yi Tuvâ’da. Durdu.
Durmak, korkutuyor ölüm gibi değil mi? Durup da ne olacak deriz. Ölüm gibi sessiz ve kımıltısız… Ölüm gibi sessiz olması, ölüm gibi hakikat olmasından gelir durmanın. İşte yerinde durmayanın, yerini bilmeyenin durması vaktiydi o gelen. Mûsa, neyin nerde durması gerektiğini bildi ve bildirmek üzere yürüdü Firavun’un üstüne.
Neyin üzerine yürüyeceği konusunda şaşkın bir kulun, "durup dururken" koşturulmasını isteme! Koşturulmak değil koşmaktır kulluğun esası. Bunu iste! Çünkü kölelerdir Çin Seddi’nin inşâsında koşturulan, Piramitler’de itilip kakılan, Colosseum’un kanlı kahkahalarında yarıştırılan.
Keskin taşlara çarpan toynaklarıyla kıvılcımlar attıran sabahın doru atları gibi koşmak, cemâlinde tecellî eden hakikatin îcâbı ise; kabul ki bunun hilâfı zelil olmaktır iki diyarda. Emri yerine getirememektir.
Veyl ki bütün atlar, dünyaya ayarlı bir koşunun tavlasında eğitiliyorken; tavladan yılkıya kaçmış olan bir tek at göster ki koşmanın nasıl bir şey olacağını sana gösterebileyim.
Hakikatin güzelliğinin, cemâlinde tecellî ettiğini görmüşsem, beni eşikte şimdilik beklet. Vakt eriştiğinde, atın çatlaması gam değil.