ŞAİR SEZAİ KARAKOÇ
Yıllardır,
Şairinin salındığı harmanın çapı, bizi zorlasa da,
onun "ŞAİRLİĞİ" ve şiiri üstüne, uzun uzun konuşmuşluğumuz var.Bu yüzden de, "canımız sıkkın, olsa bile, şairin şiirini konuşa konuşa zaman değerlendiririz.
Geçen hafta bana verdiğin kitabı, attığımda, at terli iken de
okudum.
Ben o kitabı, şaire ait sanırdım.Meğer yanılmışım.Zira aynı kitabın içinde şahibine ait bir de, "süretine" rasladım.Kitab dediğim:
Az da değil, tam 682 sahife.Öylesi bir külliyat ki, eski divanları çağrıştırıyor.Takvime saygın bir dizilim içinde olmasına rağmen,gayret tazeledim.Bu demek ki, "çağdaş şair" olarak, dikkat edin. Benim gibi şiiri öğün yemeği sananlar bile, "hazımsızlık" yapabilir. Fazlasının ve iç güvenin de bir ölçüsü olmak gerek.
682 sahife.At olsam arpa derim.
Ne yazzık ki insanız.
O denli şiir anca arpa olacak da okuyasın.
Bir de elli yıl aradan sonra,"şiirle" kendi sevdâlarımın düğümüne vesile olan,"Monna Rosa'ya" rasladım. Sevinmeye kalmadan, hazımsız bir kıskançlığa da kapıldım:
Neden mi?
...
"Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak"
Senin yüzünden kana batacak,
Mono Roza
Siyah güller ak güller"
...
Diye,hepimizin bildiği tanıdık -ezberimizde- bir kesit vardı.
İşte o kesitin:
"GÜLÇE-nin gülleri" diye değiştirilmesi bana dokundu. Siz buna! "aldırma" deyip,umursamamamı önerseniz de, ben -kötü- alındım.Hani,iyice derler ya? Eski bir edebiyat öğretmeni olduğum, Nedim de Yahya Kemal'de ve her şairde bu tarza az da olsa raslandığını bildiğim halde, kendimce alındım.Giden -üstü çizileni- kıskandım.
Gönül bu ya,bazen unutulup küflenir, bazen de emânete -itilip-paslanır.
Şair "Geyve'den" caydı diye, "bu gocunma da niye?" derseniz, aslen Geyveli olduğumu bir kenara bırakarak derim ki:
"O yıllarda benim dünyam Geyve kadardı". Hatta, bana göre orası "o belde" dünyanın merkeziydi de! O mısra'ı okuya okuya, kendi dünyamızden yelken açar,sahilleri aşınan sıradağ eteklerine, demir atardık. Olsun! Okyanusların devleri de, sakin koylarda dinlensinler.
Düşün düşün ki Geyve, bir iç kaza -denizsiz sahilsiz- olduğu halde.
...
Sözkonusu Kitabın adı:"Gün Döğmadan", toplu şiirler.
10.baskı. İstanbul. Mayıs 2011
Belli ki Şair Sezai Karakoç'un,bu alemde ne olacağına -hepimiz gibi-levh-i mahfuz'da karar verilmiş.Elçekin "bu da şair olsun" denilmiş. Yani ki o, kudretten "kadrolu" biri. Yazdıkları -sizi bilemem-,bence, "sanki onun dili ve o dille söylediiği gibi" olduğunu sandırıyor. Ancak yanılmasak iyi olur derken ben,yanılıyorum. "Hayır", onun dili o kadar da anlaşılır değil diyorum. "Şair" sizin ve benim okuyup algıladığımız kişi değil bana sorarsan. Zannım o ki, onun yazdıklarına. "müdâhil olan" ve
"o olmayan," bir "yazdıranı" var. Zaten bütün şairler dikte ederler. Kendisi olmayan o fenomen, bizde (Türkçe'de)henüz isimlendirilmedi.
Girişte " bir kitapta İKİ şair" derken, kastım, bağımlılıklarını imâ etmekti.
Şairlerin çoğun da:
Ya kendi süretine aslı,
ya da aslına gölgesi,
vekâlet verir.Burada da nükseden odue.
Okuma devam ettikçe, okuyucu çocuklaşıyor. Şairi kendi kendinize kafanıza takmak isteseniz de, elinizden birşey gelmiyor. Çünkü şair sizden önce davranıp, "o takmış sizi kafasına". Benim takıntım da,
ona -yazdıran-o gölgeyi- tanımak. Durduk yerde kıpırdatan, dürtücü kaçakçı isteği bu!. O nedenle arandım.
Böcül böcül bir çocuğun yeni oyuncaklarını algılarken kullandığı mırıltılarının,
içgüdüsel tanıdıklığı içinde okudum da okudum:
Gene çıkamadım "bu şiirin" içinden.
Bunaldım kapamak da istedim.
Çoğumuzun "öbür alem" dediği gezegendeki, mihmandâr dili peşimizi bırakmadı. Çok merak ettiğim o âlemdeki "Türkçe" fısıltılarla dolu sayfalar. Anadilimi bile zorladı. Cennette Türkçe anlatım,
-haddimi zorlasa da-, neden olmasın? Olmuş bile!
Kendilerini tanıyacağız, tanıyoruz güya? Boşuna heves. Zaten o, konuştuğu Türkçe'yi öbür taraftan süzerek aktarıyor. Mesele "şairlik" değil bence. Mesele mihmandârlık, mesele tercümanlıktır.
Bunu anlayınca ancak,
Cumhurbaşkanlığımız katından da -kimin- ve neden - imtina etmiş bir kişi olduğu, hemen anlaşılıyor.
"Taşınan denk" ve
taşıyanın "dengi",
O iklimin mecâzıdır, hatta emsâli...
Velhasıl benim okuduğum bu eserde şair:
Dinlenip nefes aldığı kendi iç alemindeki protokolun peşinde. Ara sıra aramızda göründüğü de hatır içindir. Onun iş yerinde biz, Nagadak Sıdkı'yız. Ara istasyonuz. Banliyo.
Nerde nefes alıp verdiğini kestiremediğim şairin, Necip Fazıl üstüne dediklerini okuyunca, azıcık rahatladım. "Bu rahatlamanın" nedenini sormanın ne gereği var? Çünkü O , Necip Fazıl'ı anlatırken,
"Bizim Türkçe'yi" kullanmış. Kendi dünyasını askıya alıp, mahreminde tutarak, Necip Fazıl'ın ardından demiş ki:
"Fanilik arkadadır artık".
"Dev sulara karşı bir ömür böyle gerilmiş kollar düştü."
"Ve yüzyılımıza şeref olan şair saati, durdu".
"İslamın onuru için çağın çelik yüzüne karşı koyan elmas kas gevşedi."
"Destanın öbür yüzü bundan sonra söylenecek. Evet bir kahraman düştü toprağa".
"En önde koşan atlının atı kapaklandı ve en birinci suvariyi toprak bağrına bastı. Herkeslerden
daha çok seven ana gibi. "
"Ve perde kalktı. Ten maskesi sıyrılarak, ruh potada saf altına kayboldu."
"Kartal süzülüp gitti, sonsuz göklerde kayboldu. "Bize ne düşer bütün bu manzara karşısında ,,
susmaktan başka."
İkrar edelim ki bu sözler:
Bir şairi "buradan uğurlayan", tanıdık bir şairin değil de,
onu "öbür âlemde karşılayan" bir görevliye ait.
Daha Türkçesi, şair Sezai KARAKOÇ-un, nerde olduğu belli değil. Belli ki bu karmaşık koordinatlar daha çok su götürür.
Öyleyse hemen şimdi burada -şuurumuzu serinletip- "Sezai Karakoç üstüne" dediklerimizin, sadedıne gelmekte yarar var:
Destursuz salındığımız bir bağın, gümüş çitlerini atlayıp aşma hevesine ek olarak
"sözü uzatma" temayülü,korunan güzele yarsımaktan,bizi alakoymasın.En iyisi mi?
Susun!
Ahi Naci...