ESKİ BAYRAMLAR.
“Dilersek” dememin nedeni, Cenâb-ı Hak’kın bizi de kendine benzer, -zarif ve kibâr- yaratmış olmasıdır.
Yarın ne olacağı belli mi olur, bilemezsin ki.
Bugün henüz birinci gün.
Gürültü ve kargaşadan uzak, “telâş” etmemek koşulu ile, dedim ya.
Dilersek hani ?
…
Bayramınız kutlu olsun !
…
Benim ikrar etmeğe çalıştığım kutlamayla, Taraklı’nın kendi çapımızda yapılan “geleneksel kutlamalarını” ayrı tutup karıştırmayın lütfen.
“Günün Bayram olduğunu” unutmadan tekrar bayramınız kutlu olsun.
Cenab-ı Hak Taraklı’yı, “sakin bir belde olarak,” renklendirdikten sonra resmetmiş.
Onu, “nev-i şahsında” tutarak,
makyajını yaradılışıyla uyumlu tutmaya gerek duymadan, güzelce süsleyip, âdeta boyamış.
Yaratanın kendi kimdir, nedir ve nerdedir, nedeni kendinde gizli olan bu varlık, yerinde sabit duruyorsa, onu gene yerinde bırakmalıyız.
Yaratan ile içli dışlı, onun -kaynaşık- yanını debeştirmeden, şöyle bir düşün.
…
Sabah serinliği,
seni aldatıp üşütmeden,
soğuk almaktan sakınman gerekiyor.
Bu bayram, “hava güneşli ve ufuk açık olacak diyor --ne biliyorsa-- Zemine’nin Salim Efendi.
Sen,
Hava serinmiş, ılıkmış, sakın karışayım deme !
Salim Efendi’ye kalsa, “zemheride” bahar, baharda da kar yağdırıp, baharımıza don vurduracak.
Sobaya mobaya, mangala mıngala gerek yok.
Eski ocak ?
Çokdur sönük.
Onu yakan da yok .
Ne lüzum edermiş?
Belli ki bu ıslak ve nemli yağış “bayram gününü farkedip”, “kim vurduya” getirecek.
Radyo çalıyor çalmayı da, çaylar kimden ?
“Çaylar Şirketten” diyor muavinimiz.
O da ,Benden olsun diyecek hali de yok ya?
Sen hele bir dur.
…
“Oyun havalarını çalmaya” başlayınca gör oynayan kimmiş “çaycı kim ?
Şimdi sizi, üşümeğe başlamadan, “oynatmamız” gerekiyor.
Müslüman (Taraklılı ) -hele bayramda- “göbek atıp oynamalı ki,” Şeytan çatlayıp, -hatta- kudursun.
…
Bu Bayram’da da, -her bayram olduğu gibi- ilk işimizin MAĞFİRETİMİZİN (genel af ) müjdelendiği gün olduğunu duyurmak olacaktır.
Bu yıl da “gönlünüzün şen ve şakrak” olmasını dilerim.
“Bayramınız kutlu, şen ve şakrak olsun” diyerek başlıyorum.
…
Bu bayram, öyle bir bayram olmalı ki, yetişkin ( olgun – büyük – kâmil ) olarak geçirdiğim onca yılı askıya alıp, çocukluğuma “geri döndüğüm güne” heves etmeliyim.
Hani o günü göreceksek ! “ Zembereği kurulunca koşan, sonra durup el sallayan bir oyun-caktan “hoşlanıp,” onu tekrar tekrar kuran ben, artık “maharetimi” göstermeliyim. Günlük işini ciddiye almış falcı Çingene’nin ezberini, (hayallerimi) tekrar tekrar ben de, tekrar etmeliyim.
…
“Sahibinin Sesi” diye dinlediğim pilakların tozunu aldıktan sonra, Taraklı’yı özenerek (sindiresiye) dinlemeliyim.
İşte (aha ! )
Şimdi sırasıdır.
ÇİĞDEMLİKTE
Taraklı’dan başlayan yolun sonunda, “Çiğdemlik’e” uğramalıyım.
Hıdırlık’ta kendi dilleriyle konuşup (ötüp) anlaşan “kanaryalara da” kulak verip dinlemeli,
bu güzel sesin kaynağını ben de hissetmeliyim.
Halkımızın özenle yazdığı sicildeki adı, Hıdırlık (evliya türbesi) olan, mezar için ben, derin derin düşünüp, burasını an be an (-dem be dem-) sindirmeliyim.
O geçiyor aklımdan. Kendini (onu) anlatmakta sıra.
Daha önceden ve tahta mala ile çekilmiş “kara toprağın, kara sıvası.” O kara sıvanın üstüne, çalınacak beyaz (ak) toprakta sıra. Onu kazarak, küçük parçalar haline getirdiğimiz, “beyaz toprak” eve götürülmeğe hazır bekletiliyor.
Hemen onun üstünde,
“önce küt edip”, sonra “gağış” diye çökeceği gün, ya biz çok uzakta, ya da, Rasık Emne’ye çok yakın bir yerde, üstüne çökeceği güne kadar sabırla bekleyeceğiz.
“Taraklılı kadın Rasık Emne (Emine)”, yok artık.
Hadi olsa, o hosuğu bir daha debeştirir mi?
Toprağını debeştirip bıdıkladıktan sonra, eve getirilmiş toprak, beyaz sıva olarak kul-lanılacaktır. Beyaz toprağı sırtlanıp, dikkatli adımlarla aşağıya indiren Anamı (Annemi) ben, hâlâ sağ ve toprakla didişir sanıyorum.
Bugün Hıdırlık’a inip çıkan kim var ki ?
Bizim sicilimizi yazmakla görevli bir kâtip gibi, “buraya inip çıkanlara “sataştığı” yetmiyormuş gibi, yolcuyu derin düşündüren bir kabadayı çıkmadı del mi (değil mi ) Beklenen o yiğit kişi kim ola ki ?
Kim olabilirdi ki ?
…
Hıdırlık’a çıkarken rasladığımız ihtiyar amca ile konuşup (laflayıp) “hâl hatır” soruyoruz.
Sözü döndürüp dolaştırıp bana SORUYOR.
“Sen kimlerdensin be? ”
Aslında onun kim olduğunu da -ondan önce hissedip- susan benim.
Sözün yayılımından, “beni bana sorduğunu” anlayınca, yüreğimin tekten attığını farkedip, gene susuyorum.
Unutkanlığım yüzünden, beni bana sorana karşı, “ sergilediğim hüznün,” getirip bıdıkladıklarını ezerek mahcup oluyor” kendimi gizliyorum.
Bir zabıt kâtibi gibi, yaşamı beraber soluduğumuz tanıdıklardan, gideceklerin (ölecek yaşlı yolcuların) dizilip derlenen evrâkı, Çamçukuru’nda (mezarlıkta) öleceklerle yüz yüze geliyor, sevaplarıma şahit arıyor ve kendime yakın sandıklarımdan, medet (çare) umuyorum.
Onlar alın yazılarını imâ ederek cevap vermiş oluyorlar. “Kaderleri alınlarında yazılı ise, “helâllik” diliyorlar.
Sonra, “bir ölüye dönerek”, “Cennette uzun ömürler dilerim” diyecekler. Ancak bu ayrılık sana çok zor gelecek. “Boş bekletilen mezarını” sen çok arıyacaksın. Dünya’dan yılmış ve artık günah işlememeğe yemin etmiş biri olacaksın.
Karnı sevâba tok, hâla günâha aç Zebani, senin ölümün için bekletilen boş mezarı görünceye kadar, sana görünmeyecek.
Yoldaki ilk durakta (Hıdırlıkta) suladığın çiçekleri zimmetine geçirmiş sorumlu bir bekçi gerekecek. “Rasladığı Çiçekleri yolup koparılan bu mezarlıktan, “çiçek koparıp almak için değil” “gönül almak için de olsa,” artık vakit çok geç.
Bu gecikmenin nedeni, bize de sorulacaktır.
…
Orada !
“Yolu kesilen ölüleri, seni bekler bulacaksın.
Gördüğün o boş mezarın sahibi kimdir diye sorulduğunda, maraza çıkarıp kavga etmelisin.
Sağlığında biriktirdiğin hesabın tutarı (tümü) sana sorulduğunda, kantar çavuşunun “yanlış tarttığını” söyliyerek,” kuyumcuları (mal sahiplerini) şaşkın edeceksin.
Tabiî !
Taraklı Mezarlığı’nın girişi, “Şeytan Sokağı’ndaki telâş da”, seni beni düşündürecektir.
Zaman bizi kocattı (yaşlandırdı) ya ?
Akşamdan kurularak, sabahlara kadar yiyip içtiğimiz masada, şimdi ikimiz (sen – ben) yalnız kaldık.
YOLCU’NUN YOLLARA BAKTIĞININ YERİDİR
İşte tam da yorgunluğun dibe çöktüğü o demde, (tavda) “bizim ceviz kütüğü üstünde”,
boş bir oturak (tabure) varsa, o kupkuru ve boş oturak, “kapışan eli” kapışılacaktır. O damarından yarıldığı için çatlak görünen ceviz kütüğünün üstüne çömelmiş “gelinlik kızlar” dondurma yalarlar.” Onların “hallerinde, “meçhul sevgililerine” en yakın bir köşede onları bekler bulacaksın.
Şimdi -lütfen- dikkat ediniz !
Oradan geçecek olan bir delikanlı için ayarlanmış, “ortalaması gergin birini görmek” ya da ona (sevgiliye) görünmek için, “yer kapmak için dizilmek”, Taraklı’da açacak bin sümbülü sulamakla eşdeğer olacaktır.
Sen,
Yârenim benim.
…
Taraklı’yı, -merak edip- köyden şehre (şehire) inerdin, del mi? (değil mi)
Ne bilebilirdin ki ?
Taraklı’da “konuşurken kullandığın gereksiz olan sözler için,“
“ağzından çıkanı , kulağın da duysun” denir.”
İşte sen de benimle konuşurken dikkatli ol.
Sarf edip kullandığın sözlere kulak verip, iyi duy. Kulağının duyduğunu bir kenara bırak da benim dediğime kulak ver.
Bir Taraklılı’nın konuştuğu mahalli dilde, (Taraklı ağzında) “bakmak” derken, ne ve neyi kastetmek ister ki ?
Şimdi dinle “BAK.”
Bak, bak da, geçip duran vagonlara bakar gibi değil.
Dediğimi de duy.
Taraklı’da “BAKMAK” sözü,
şöförlüğünü yaptığın kamyonun, lâmbalarını kırptırarak verdiğin “kaçak selâma” hiç benzemez ve benzetilemez de.
Karşılıklı sohbette konuşurken kullandığın Türkçe’nin, “Manav Lehçesi’ndeki” (ağzındaki) anlamı, pötü (sol yaka ) cebinde ezberini defalarca okuduğun “asker mektubuna da” benzemez.
Taraklı’da bir delikanlının, kızlarımızdan birine “bakması ya da bakıyor dedirtmesi ”, -mecâzî bile olsa- o kıza bir ikinci kez bakmasının anlamı, “ona dünürcü göndermekle eşdeğer sayılır”. Bunun için kastedilip düşünülebilecek sınır, (hat hudut) yalnız bizde Taraklı ve Taraklılılar’a mâlum olup çoluk çocuğun haddi değildir.
“Hasan Ayşe’ye” bakıyor”, diye bir söylenti çıkıp, Taraklı’ya yayıldıysa, bunun anlamı, “bakmaktan bir adım ötesi olan ”, “nişanlanma ve nikaha kadar” uzanan bir anlam taşır.
Bunda,
Allah’ın “helâl” dediği kadınını,
kendi nefsinden bile sakınan -kıskanç- -sünnî- mezheblerin de etkisi (anlayışı) yok sayılamaz. Hatta kişiyi dininden de edecek hizipler sonucu “mezheplerin doğmasına kadar götüren” bir çarpıklığa götürür Müslümanı.
Örneğin:
“Mahallî gelenekte”, sözlü olup da NİŞANI YAKIN, yani “gündemin konusu” olanlar, sözü kesildiği için, “adı geçen “delikanlıdan” bazı hediyeler de alınıp verilebilir de. Bu hediyelerin Taraklı geleneğindeki maddî tutarı hesap edilip konu edilirse, bunun azâmi tutarı, susamsız Taraklı simiti, veya Taraklı dondurması kadardır.
Olmadı,
herkesin satın alıp yiyemediği, “çikolatalar’dan,” “sözlü ya da nişanlısı için” ısmarlayıp tattırabilirlerdi de. Nadiren kızlar da hediye alıp gönderebilirdiler.
Üstüne oturulan “o kuru ceviz kütüğünü” küçümsememelisiniz. Onun üstünde, dizek dizek dizilerek oturan “gelinlik kızlarımızdan”, “sevdâsını ekşitmiş olup da, acelesi olanlara öncelik tanınacağı için, sıra kapma telâşı olmazdı. İmâ edilen o telâş için Taraklı geleneği, hüzünlü türkülerimize yüklenerek alacağını senetsiz alır.
Bu telâşa düşenler için tavsiye edilen sükünet, “evde kalmışlığa karşı “ geliştirilmiş” sessiz bir çalımdır. Bu sükünet kadere teslim olup bekleyene karşı bir ödüldür. Bazen de sabır taşı çatlamış nice terziye meydan mezar olmuştur.
Ayrıca !
“Sözlü ya da nişanlı kızlar”, “söz kesimi çocuk yaşta -beşik kertmesi- olanlar,”
Şeytan Sokağının çarşıya açılan yanında dizilirdiler. Oraya nasıl gelmiş, kim göndermiş, hiç kimsenin haberi olmadığı o ceviz kütüğü üstünde” “dizek dizek dizilip oturanların” verdiği mesajı anlamak için, okur yazar olmağa da gerek yoktu.
Karşı karşıya, karşılıklı söz vererek hasıl olan “sözlülük” duyurulduktan sonra, “sözleri kesilr”. Onlar artık yarı nişanlı sayılırlar. Nişanlı olduklarını elâleme açıkca sakınmadan duyurabilirlerdi de. “Nişanlısının gönderdiği” “dondurmalardan” tadıp (deneyip), dondurmayı eritmeden yerdiler. Dondurmalarımızı, Taraklı’dan başka hiçbir yerde bulup da tadamazdınız.
Aylar öncesinden, yaylada “kirteşen kar”, erimeğe yüz tutmadan, serin, k u y t u, ama oldukça (ba’ya) soğuk bir köşede veya bir oyukda, ya da güneş görmeyen bir çukurda (hosukda) bekletilirdi.
BAYRAM HARÇLIĞI
Bazılarımız’ın harçlığına bir türlü sıra gelmezdi.
Onlar, büyüklerinin cüzdanlarından piyizlenmeye akşamdan niyetli, “geleceğin iş adamı” görünen mayası bencil kişilerdendiler. Nedense onların delikli ikibuçuk (2,5) kuruşları harcamakla bitirilemezdi. Olaki Harçlıkları tükenince sıra, beyaz beş (5) veya on (10) kuruşlukları bozdurmaya gelsin. Düşündürücü bulduğum incelik (hassas nokta), cepteki “beş (5) kuruşa” kıyıp kıymamaktır. Hemen hemen bütün veliler, bozuk paranın, nerde ve nasıl harcanacağı ile bıkmadan, “o cüzdan üstüne” konuşurdular.
Harçlığını “kendi cüzdanında” tutan Pamukovalı bir öğrencinin ben, cüzdanındaki paranın “küflendiğini” de gören, kıyâmet kuşağındanımdır.
Başkalarının cüzdanlarından nasıl para harcadıklarını görüp duyuyor, onları da, “Çınar Di-bi’nde eşe dosta anlatmak üzre (üzere) biriktirirdik.
O Bir Lirayı bozacak “zengin iş adamı” bizim Taraklı çarşısında çoktu da, duyulur diye kendi çehrelerindeki resimlerinde “parasız züğürt adamın”, “bende para yok” diyen çehrelerini istesek de ödünç vermezlerdi.
Gülmeyin.
Harçlığı biriksin diye, o parayı “gizli bir yere (zulasına) koyan Taraklılı çocuklar muska bile yazdırırdılar. .
O günlerde Taraklı’da -kendi esnaf olsa bile- bir lirayı “bozabilecek kişi,” (yiğit) hemen hemen yok gibiydi. O bir Lira bozdurulunca, günün haberi olurdu. Lirasını bozamadığımız günlere çattığımızda, hesap edip gelecek Perşembe günü, Geyve Pazarı dağılmadan, pazara giden zengin birine verilirdi.
Bazılarımızın harçlığı -nedense- bozdurmakla tüketip bitirilemezdi.
“Cebinde böcek vamış (varmış) da, ısırırmış diye, “elini cebine sokmuyor” dedirten, cimriliklerini savunan böylesi tipler Koca Köprüye kadar yürüyüp geri dönecek yandaş bulamazlardı.
Bir ara çocuklar paralarını “Adil Hafız’ın Annesi’ne getirip “okutur” oldular. Bu “okunmuş para söylentisi”, “züğürt çocukları” açık düşürürür oldu. Keselerindeki paranın miktarı ya da yokluğu, çehrelerinden okunurdu.
Dondurmacı Yusuf Ağa’nın sattığı, adı “palize” olan, “bayramın olmazsa olmazı tatlı desem yanlış olacak, o tatsızdan tatmadan da bayramın tadını alamazdık.
Rahmetli Emin Nori (Nuri) Efendi, gencecik biriydi. Tezgahı bayram yerinin tam ortasında Ezancı’nın karşısında idi. Tanesi beş kuruştan satılan “çikolatalar” yalnız onun tezgahında satılırdı.
Ezancı’nın sattığı “zeytinyağı, tulumbalı bir fıçıda” satılırdı. Çocuk kafamla hâla o fıçıyı bayram yerine, bayramı da o fıçıya yakıştıramazdım.
Şimdi sıra, -harçlığı bitmeye yüz tutmuş çocuklarda.
Onları da, ”Somatacı Nihat (Cahit’in Bobası)” sünnetlerdi.
Onun otobüsü yerli kasadır.
Orijinal kapakları, karda kışta motoru ıslanmaktan korurdu.
Arabanın önündeki delikten sokulan bir lövye ile, motora ilk hareketi verirdi.
Öndeki o delikten sokulan demir bir lövye kimde ise, muavin kimdir sormadan anlaşılırdı. Yoksa Taraklı’da -gereksinim varsa- herkes anında muavinlik yapabilirdi. O demir ( levye ) lövyeyi bir döndürmekle motor “har ! “ deyip çalıştırılacaktır.
Bu otobüsle, Koca Köprü’ye gada (kadar) git ge (gidiş geliş) beş kuruşa” diye duyurulunca, “bayramın tadı” çıkardı.
Bütün günlerinizin Bayram tadında olması dileğiyle.
Ahi Naci
#bayram-ahi #naci #eski #tarakli